İnsanı biyolojik varlıktan insani varlığa ulaştıran en önemli öge toplumsal yaşam sürecinde oluşturulan değerlerle olan ilişkisidir. Toplumsal değerlerin kendisinden neşet ettiği her toplumun zorunlu olarak bu değerler üzerinden tanımlanması ve varlığının korunması elzemdir. Ki Milletler bu değerleriyle Dünya sahnesinde var olabilmekte ve kendilerine özgü toplumsal gerçekliğe ait bir doğa oluşturmaktadırlar. Bu doğadan kopartılmak istenen her değer de toplumsal yaşamda işlevsiz kalır. Dolayısıyla bir topluma mensup olan birey mutlak olarak toplumsal yaşamdan neşet eden değerlerle sorgulanabilir ve anlamlandırılabilir.
\"Uyarmaya aşiretinden ve akrabalarından başla\" ayeti bireyin mensup olduğu topluma karşı olan sorumluluğunun başlangıç noktasını ifade etmektedir. Ki burada, bireyin uyarıyı hangi değer üzerinden yapacağı öne çıkarılma zorunluluğu vardır. Elbette İlahi bir emir olan bu görev yine İlahi bir bildirge olan din değeri üzerinden öncelikle olmalıdır. Ancak bunu yaparken İmam-ı Şafinin bakışını dikkate almak toplumsal barışın sağlanması açısından zorunluluk kabul edilmelidir. “Toplumun örf ve ananeleri şeriattan bir baptır”. Ki bu durum toplumsal yaşamın huzuru için vücuda getirilen her toplumsal değerin aynı zamanda İlahi emirle çelişmeyeceğini açıkça hüküm altına almaktadır.
Öyleyse bireyin uyarma görevi iki sacayağı üzerine oturtulmuştur. Önceliğin İlahi emirde olması kaydıyla birey, toplumun ürettiği değerleri dikkate alan bir anlayışla en yakınından en uzağa doğru seyir izleyen uyarma göreviyle karşı karşıyadır. Bu suya atılan taşın oluşturduğu halkalar misali en yakından en uzağa doğru açılan bir sorumluluk silsilesidir.
İlahi kudret bu ayetle, eğer kendi çevrenizi ve milletinizi es geçerseniz tuttuğunuz yol ve yöntem yanlıştır uyarısı yapmaktadır. Oysa Türk devlet terbiyesi almış ve almaya devam eden İslamcılık bize önce en uzağı göstererek kendi milletimizin sorunlarına ve değerlerine bigâne kalmamıza neden oldu. Kendi İslami anlayışını enjekte etmek için de bunu gizleyerek bir başka ayette geçen “Milleti İbrahim” ifadesini öne çıkartmaktadır.
Türk Devlet terbiyesinden geçen İslamcılık rahle-i tedrisatından nasiplenenlerin öncelikle şunu bilmeleri gerekir. \"Milleti İbrahim\" ifadesi inançsal birlikteliğe dayanan bir üst çatıdır. Ancak bu çatının oluşabilmesi için de ihtiyaç duyulan her malzemenin kendi varlığıyla orada yer almasını zorunlu kılmaktadır. Elbette İmam-ı Şafii bu çatının farkındaydı ve onun sağlıklı veriler üzerine kurulması için toplumsal değerlerin dikkate alınmasını öngörmekteydi.
Bu nedenle İslam dünyasında varlığı Arap, Türk ve Fars egemenlerince elinden alınıp yok edilerek bu üst çatının oluşumunda Kürdler kendi varlıkları olmadan kullanmak istenilmektedirler. Kürdlere kendi egemenlik ve varlık haklarını devredip bu insani ve İslami hakları kabul etmedikçe bunların “Milleti İbrahim” felsefesiyle hiçbir alakalarının olmadığını avazımız çıktığı kadar bağıracağız.
Türk İktidarının devşirme İslamcıları “Milleti İbrahim” anlayışını birinci öncelik olarak Kürd toplumuna dayatarak Şafiî fıkhının bu önemli ilkesini ve “uyarmaya akrabalarından ve aşiretinden başla” ayetini gizlemek ihtiyacını sergilemektedirler. Devşirme İslamcıların Kürdler üzerinde oluşturmaya çalıştıkları bu manipülasyon ile asimile görevine soyunduruldukları açıkça ortadadır. Ki devşirmeciliğin hayati ilkesi egemenlerinin oluşturduğu zihinsel formatla dünya algısı oluşturup buna uygun hareket etmektir. İnsan devşirme olmaya görsün, kendi milletine bile kılıç çekmeyi aslî vazifesi sayar.
Tekrarlayalım, “İbrahim Milleti” ifadesi bir inanç, anlayış ve felsefeyi ifade ediyor. Bu felsefe tüm İslam âlimleri tarafından da üst çatı olarak kabul edilmiştir. Kürdler İslam dinine intisap ettikleri günden bugüne kadar da mensup oldukları Şafiî mezhebinin “ananenler şeriattan bir baptır” ilkesine titizlikle uydular. Bunun aksini serd edecek hiçbir davranış sergilemediler. Yüzyıllarca İbrahim Süresinin dördüncü ayetini de kendi kavmi içinde ulemasıyla hep uygulaya geldiler. \"Biz, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki; onlara, apaçık anlatsın. Bundan sonra Allah; dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Ve O; Aziz\'dir, Hâkim’dir.\" İbn-i Kesir tercümesi.
Sonuç:
Allah’ın bu ayeti orta yerde dururken üzerinde Bilim adına etiket taşıyan ve Müslümanlık ünsiyetini gizlemeyen Yasin Aktay’ın Siirt’teki konuşmasını nereye koymak gerektiği konusunda ilim ve irfandan nasiplenen her birey iyice düşünmek zorundadır. Ki Aktay Siirt\'te “buranın halkına Kürd, Arap demek ayıptır” İfadesini kullanırken ortaya koyduğu sakat mantığı fark ederek bunu gizlemek için de üst çatı olan \"Milleti İbrahim\" felsefesi ve anlayışını öne çıkararak sakat İslami anlayışını örtmeye çalışmıştır. En yakınındaki akrabaların, aşiretin ve milletinin kendi varlığıyla orada var olmadıkça Milleti İbrahim’e ulaşmanın imkansızlığı İslam dünyasının tarihsel verileriyle ortadadır.
Şimdi soralım, Sosyoloji Profu olan bu adamın toplumun huzuru için tarihsel kökenlerle oluşan toplumsal değerlerden bi haber olması imkân dâhilinde midir?
Elbette buna aklı başında herkes hayır diyecektir.
Öyleyse bu adam hangi dine ve bilime hizmet etmektedir sorusuna cevap aramanın zorunluluğu var. Aktay bu beyanı ile Allah’ın açık açık seçik olan birçok ayetini gizlemekte ve ret etmeye yönelmiştir. Ki İslami literatüre vakıf olan herkes bilir bir ayeti gizlemenin ve ret etmenin hükmünü. Allah’ın herhangi bir kavme (millete) doğuştan insanı hak olarak bahşettiği bir niteliği ayıp görmek doğrudan doğruya Allah\'ı bilgisizlikle ve had aşmakla suçlayarak töhmet altında bırakmıştır. Gerisini okuyucu düşünebilir.
Bir son söz olarak, “Uyarmaya aşiretinden ve akrabalarından başla” ayeti aynı zamanda Kürd siyasi önderlerine de bir mesajdır.
İster siyasal yelpazenin sağ veya solunda olsunlar hiç fark etmez. Kürd siyasetinin sol siyasal yelpazesi ailelerini, aşiretlerini ve 5000 yıllık geleneklerini hiçe sayarak Che Guevara’laşan bir gençlik inşa ederek Kürd ve Kürdistan’ın geleceğine ipotek koymaktadırlar.
Aynı şekilde Kürd siyasetinin sağ veya İslami cenahında yer alanlarda İslamcılık hastalığını hakkı ile bilmediği Milleti İbrahim ifadesine sığınarak Eritreyi, Moroyu, Filistini ve daha birçok yeri kurtarma derdiyle uğraşıp, kendi toplumlarına karşı sorumluluklarını yerine getirmekten imtina etmektedirler. Daha ilerisine giderek insanın ahirette kavminden sorgulanmayacağı fikrini inşa ederek İmamı Şafiyi bilgisizlikle suçlamaktadırlar. El hak bu doğru olsa da sorgulamanın İmami Şafinin ön gördüğü değerler üzerinden olacağı kesindir.
Dolayısıyla sorgulanan bireydir ama sorgulandığı şey toplumsal yaşamdan neşet eden değerlerdir. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.