Öncelikle hem başkaldırının kendisiyle hem de sonrasında Zaza/Kird bölgesini hedef alan bu sebepler zincirini özetlemeye çalışacağız. Burada öne çıkan sebepler üzerinden hareket ederek bazı sosyolojik olguları da dikkatinize sunmayı hedeflemekteyiz. Daha sonra ise bu katliamların gelecek kuşakların zihinsel ve tutumsal davranışlarında oluşturduğu etkileri ele alacağız.
Yörenin Hedef Alınmasındaki Etkenler:
a)Kırd/zaza yöresinin askeri disipline alışkın olmayan ve kendi başlarına buyruk yaşamayı seven küçük âşirlerin, yaşadığı alan bir olması öncelikli etkendir. Tarihsel süreçte hep egemenlerle sorun yaşamış toplumsal bir yapılanmaya sahip olan bu alan devlet açısından terbiye edilmesi gereken bir yer idi. Kird/Zaza toplumunun oluşturduğu toplumsal yapılanmaya bakıldığında, tarihsel süreçte yaşam alanlarına müdahale istemedikleri görülecektir. Bu nedenle toplumsal yaşam anlamında geniş organizasyonlara sahip olmayan bir yapılanma ile yaşadıklarını hem tarihsel verilerden hem de dönemsel tutumlarından görmekteyiz.
Ki başkaldırı sürecinde de dağınık ve emir komuta altında hareket etmeyen grupların bu alanlarda öne çıkması söz konusu yapılanma anlayışının bir sonucu idi. Başkaldırı sonrasına kalan bakiyelerin birbirlerinden bağımsız olarak Pêçar Tenkil Harekâtı öncesinde de yörede kendi başlarına hareket etmeleri de bunun bir yansımasıydı. Bu grupların süreçte yöredeki birçok eylemi ve yöreye yönelik tacizlerinin yöre tarafından kabul edilmemesi de söz konusu toplumsal yapılanmanın göstergesidir. Devlet bu anlayışla yapılanma oluşturan Kırd/Zaza kesiminin ileride sorun oluşturacağı varsayımıyla onları terbiye etme ve cezalandırma amacıyla Şeyh Said Başkaldırısını bilinçli olarak bu yörede patlak vermesi için azami gayret sgöstermiştir. Bu gayretin temel sebebi yörenin askeri disiplin ve askeri teçhizat açısından zayıf olmasıydı.
b)Yörede Hamidiye ve Aşiret Alaylarının daha önce oluşturulmamış olması bir başka etken idi. Bu etken nedeniyle yörede hem başkaldırı sürecinde hem de başkaldırı sonrasındaki birliklerinde silah ve teçhizat eksikliğine yol açtığının devlet tarafından bilinmesi. Doğal olarak devletin yöre insanının elinde bulunan yetersiz teçhizat ve küçük silahlarla kolaylıkla baş edebileceğini en ince detaylarına kadar hesapladığını düşünmekteyiz.
Başkaldırı süreci ve sonrasında Türk ordusundan gasp edilen silah ve cephane envanterinin devletin bilgisi dâhilinde olması da yöreye yönelik harekât gerçekleştirilmesinde önemli bir etken olmuştur. Örneğin devletin, 1926 Lis Dağı Çatışması’nda Kürdlerin eline geçen askeri cephanenin erimesi için, Pêçar Tenkil harekâtının yapılmasına kadar geçen bir yıllık sürede tacizler dışında önemli eyleme girişmemesi bu tezi önemli oranda doğrulamaktadır. Devletin bu tutumu Kıyama yol açan süreci ve sonrasını bilerek planladığı tezini ileri sürmemize neden olan önemli bir veriyi oluşturmaktadır.
c)Yörenin disipline alışkın olmaması başına buyruk hareket etmesi ise bir başka etken idi. Kırd/Zaza toplumsal yapılanma biçim ve anlayışından kaynaklanan aralarında organik yapılanmaya dayanan örgütlü ilişkiler geliştirememeleri devletin dikkatinden kaçmamıştır. Devletin bu öngörü üzerinden başına buyruk yaşayan bu yörenin kolay alt edilebileceğini hesapladığını ileri sürmek mümkündür. Kıyam sonrası bakiyelerin bir anlamda birbirlerinden bağımsız ve başına buyruk hareket etmeleri devlet nezdinde onlarla kolay baş edilebileceği varsayımını ön plana çıkartmıştır.
Nitekim 1926 yılında gerçekleşen Lis Dağı Çatışması’nda Ömerê Faro ve Şeyh Fahri birliklerinin dayanışmasında devletin hesapları alt üst edilmişti. Ancak bu birlikte hareket etme ve dayanışma diğer süreçlerde kendisini gösterememiştir. Dolayısıyla devletin yöreye operasyonlar düzenlemesi kolay olmuştur. Eğer başkaldırı ve sonrasında organizasyona ve iş birliğine dayanan yardımlaşma ve birlikte hareket etme mantığı her alanda üretilseydi devlet, yörede bu katliamları yapmayı kolay kolay göze alamayacaktı.
d)Yörede 1927 yılında gerçekleştirilen Peçar Tenkil Harekâtı öncesinde alana gönderilen ve rapor hazırlayan Mustafa Muğlalı’nın yöredeki kıyam bakiyeleri ve aşirler arasında bu koordinasyon eksikliğini gördüğü ve harekât planlanmasını buna göre ayarlaması da bir başka etkendir. Devlet tarafından 1927 yılında gerçekleştirilen Pêçar Tenkil Harekâtının üç safhaya ayrıştırılarak gerçekleştirilmesi de bunun açık delilidir. Ki devletin bunu öngörmesi yörede iletişim ve etkileşimi önlemeye matuf olduğu da açıkça görülmektedir. Hatta her safhada hedef alınan kısmi alan kendi derdine düşerken diğer alanların kendilerine yönelik bir harekât olmayacağı kanaatine varmalarına neden olmuştur.
Pêçar Tenkil harekâtının bu tertibat üzerinden gerçekleştirmesi bu varsayımı kuvvetlendirmektedir. Örneğin: Diyarbakır Kuşatmasının sonuçsuz kalması ve durum değerlendirmesi için Kaxkig köyünde yapılan toplantıda alınan alanı terk etme kararı olmasaydı, yörede güçlü bir organizasyonun ve iş birliğinin oluşturulabileceğini öngörmek mümkün. Başta Şeyh Abdurrahim ve Ömere bu alanı terk düşüncesine şiddetle karşı çıkmıştılar. Ki alanı terk etmediler. Bu kararın aksine toplu olarak alanda kalınsaydı ve alan savunması biçiminde bir organizasyon geliştirilseydi belki de devlet yöreye yönelik katliamlarda bu kadar cesurca davranamayacaktı.
e)Pêçar Tenkil Harekâtı sırasında devlet tarafından alınan tertibat dikkate alındığında bir başka etken devreye giriyor. Bu etken, Kurmanç ve Kırd/Zaza bölgeleri arasına perdeleme görevi gören askeri birlikler yerleştirilerek yardımlaşma ve haberleşme imkanının ortadan kaldırılmasıydı. Bu tutum aynı zamanda devlet aklının Kürdleri ikiye ayırmayı hedeflediği ve Kurmanç Aşiretlerine gözdağı vererek bakın size karışmıyoruz imajıyla davrandığını da ifade etmektedir. Bir diğer anlam ise dışarıdan Harekât Alanına eleman, teçhizat ve mühimmat girişini engellemeye de matuf bir tertibat olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla bu durum güçlü organizasyonlara sahip olmayan Kırd/Zazalara operasyon yapılmasını kolaylaştırmış ve diğer Kürtlere de gözdağı verilmesine yol açmıştır. Benzeri bir mantığı, 1938 Dersim Katliamları’nda da görmek mümkündür. Ki devlet orada özellikle inanç boyutu ile yöreyi diğer kesimlerden soyutlayarak operasyon düzenlemişti. Pêçar Tenkil Harekâtı’nda devlet aklının ırk/dil boyutlu” hatta daha da özel davranarak lehçe boyutlu alan daraltması üzerinden bu farklılığı esas alarak hareket ettiği varsayımını ileri sürme imkânı vardır. Bunun açık göstergesi yapılan harekatın uygulama biçimidir.
f)Yörede kadın ve çocukların yakılarak hedef alınması diğer kesimleri (Kurmançları) en duygusal nokta ile etkisiz kılma girişimi idi. Aynı zamanda bu yörenin Şark Islahat Programı çerçevesinde düşünülen toprak reformuyla hiçbir şekilde ilişkili olmaması da manidardır. Devlet o dönemde Kürtleri asimile etmenin yollarından biri olarak toprak reformunu uygulama isteğindeydi. Şark islahat programı çerçevesindeki toprak reformu ile alakalı olmadığı halde sarp ve dağlık bir olup Şeyh Said kıyamının ana gövdesini oluşturan bu alanın hedef seçilmesi diğer yerlere bir uyarı olması istenmiştir. Özellikle de kadın ve çocukların evlere doldurularak yakılması diğer yörelerin bu türden bir kalkışmada çaresiz kalmalarına sebep olacaktı. Doğal olarak kadın ve çocuklarının uğrayabileceği katliama yol açacak kalkışmaları kimse kolay kolay göze alamazdı.
g)Yörenin eşraftan temizlenmesinin hedeflenmesi bir başka etken idi. Yörenin ileri gelen ailelerine ait fertlerin ya Kıyam sürecinde idam edilmeleri ya da Kıyam sonrasında sürgüne gönderilmeleri buna matuf bir eylemdi. Başkaldırının gidişatına göre pozisyon belirlemek için bekleyen eşrafın da başarısızlık sonrası sürgüne gönderilmeleri, yörenin başsız kalmasına neden olmuştu. Eşraftan kalanlarda dağlara çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu durum devletin aleyhte olumsuz propaganda yapmasına da kolaylık sağlamıştı. Daha sonraları, eşraftan bir kısmının da 1926 yürüyüşüne katılarak “Binxêt’e” geçmeleri yörenin tamamen eşraftan arındırılmış olduğunu gösteriyor. Ki bunlar sonuçta yörenin eşrafsız ve başsız kalmasına yol açmıştı. Eşraftan arındırılmış bir bölgeye devletin operasyon veya harekât düzenlemesi elbette daha kolay olacaktı.
Tarihsel süreçte dönemsel egemenlerle hep sorun yaşayan Zazalar üzerinden uygulanmak istenilen entegrasyona karşı çıkılması halinde nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı hem yöreye hem de diğer kesimlere Pêçar Tenkil Harekâtıyla açık biçimde gösterilmek istenmiştir. Devletin toplumu lider ve eşraftan yoksun bırakan bu tutumla neyi amaçladığını anlayabilmek süreç içerisinde güçlendirmeye çalıştığı siyasal veya cemaatsel yapılara nasıl etkinlik kazandırdığına da sosyolojik olarak bakmakta fayda var.
Devlet; nihayetinde ortadan kaldırmak istediği bir grup veya yapının hangi şartlar altında güçlenmesine izin vereceğine elbette kendisi karar verir! Devlet hangi şartlar altında böyle bir yapılanmayı güçlendirir. Veya bu yapıların hangi şartlar altında devletin otorite kurma çabalarını baltalayabileceğine[1] inanarak onları ortadan kaldırma girişiminde bulunur?
Bu sorulara verilebilecek doğru cevabın ne olduğu veya ne olması gerektiğini belirleyebilirsek devletin Şeyh Said olayıyla ve 1927 yılında yöreye gerçekleştirdiği Pêçar Tenkil Harekatındaki anlayışını çözme imkânı bulabiliriz. Örneğin Devletin Kıyam’dan hemen sonra, Kıyam sonrası güçlere karşı, tüm gücü elinde bulundurduğu halde ve aynı zamanda yörede demoralizasyonun en yüksek olduğu noktada herhangi bir operasyon yapmaması manidardır. Daha sonra -1927 yılında- Pêçar Tenkil Harekatıyla yöreye karşı geniş çaplı bir katliama girişmesi zihinlerde cevaplanması gereken bir soru değil midir?
İster bu soruları Cumhuriyet tarihinde dönemsel genel kabulle dayanan iç düşman algısıyla değerlendirin, isterseniz günümüzdeki anlayışlar üzerinden değerlendirin. Sonuçta devletin her hamlesinde amaçladığı durumun olgunlaşmasını beklediği görülür. Devlet bu olgunlaştırma hamlesiyle hem toplumu manipüle etmeye çalışmakta hem de toplum desteğini bu manipülasyon üzerinden almaya çalıştığını görmekteyiz[2]. Örneğin Türk Devletinin kuruluş ve tek parti dönemi ile kısmen de sonrasında içeride İslami yapılanmalara göz açtırmadığını biliyoruz[3]. Lakin 1960 darbesinden sonra Türk İslamcı anlayışı toplumda yerleştirmek amacıyla bu yönde oluşan yapılanmalara da göz yumduğunu biliyoruz.
Demokrat Parti İktidarıyla birlikte yavaş yavaş İslamcılık unsurunu öne alan yapılanmalara dönemsel ruh üzerinden göz yumduğu da hepimizin malumudur. Özellikle Kürd toplumunda öne çıkan dini simaların öncelikle siyasi alana çekilerek denetime alınması bunun bariz örneğidir[4]. Daha sonraları ise toplumu denetimde tutmak amacıyla cemaatsel çalışmalara göz yummaya başlaması da bu çerçeve içerisinde ele alınmalıdır. İsterseniz bunu günümüzün lanatlenen cemaati olan “Gülen Cemaati” için değerlendirin. İsterseniz Muhafazakâr-İslamcı olmakla tanımlanan 1970 ve sonrasında gelişen Siyasi yapılandırmalar için değerlendirin sonuçta devletin onlar üzerinde denetimi hedeflediği görülecektir. Ancak durumun olgunlaşmasını beklediği bariz biçimde görülecektir.
Hatta isterseniz günümüzde Kürt sorunu çerçevesinde ortaya çıkan yapılanmalara göre durumu değerlendirin. Önceleri görmezden gelen bir tutumla davranılırken sonra oluşan olgunlaşma ile onları iç düşman ve terör kategorisine konularak topluma sunulduğuna şahitlik etmekteyiz. Dolayışıyla devlet nezdinde farklı bir tutumun tarihte olacağına ihtimal vermiyorum. Kısaca önce filizlenmesine göz yumulan sonra ise rejim için tehlike oluşturduğu ileri sürülerek ortadan kaldırılmaya çalışılan yapıların hepsini bu kategori içerisinde değerlendirmek mümkündür. Ve şimdi isterseniz bu yapılara yönelik devlet içindeki algıları değerlendirin. Her yapının belli bir soruna yönelik oluşturulduğuna ve zamanı gelince de ortadan kaldırıldığına/kaldırılacağına şahit olacaksınız.
İşte o dönemde de devletin başkaldırı bakiyelerini ilk elde etkisizleştirmek istemeyişinin altında bu mantığın yattığını düşünüyorum. Eğer hemen başkaldırı sonrası bu katliamlara girişilseydi kıyama hem içeride destek vermeyen kesimlerin tepkisine maruz kalınacaktı hem de dünya kamuoyu önünde açıklayamayacağı bir durumla karşılaşacaktı. Ancak kıyam sonrası güçlere –bence isteyerek- hareket etme alanı açması, ileride uygulamaya sokacağı önlemlere meşruiyet kazandırma arayışının temel sebebi olarak alınabilir. Unutmamak lazım ki Türk Devleti bunları uygularken hiçbir dönemde geniş bir kesimi hedef almamış, her seferinde lokal denilebilecek alanlar seçerek yörenin eylem ve düşünüşü üzerinden soyutlama yaparak istediğini elde etmeye çalıştığını da görmekteyiz.
Tüm bu şart ve uygulamalardan dolayı bir ülkedeki otorite ve egemen düşüncenin belirlediği resmi tarihin haricinde, resmi tarihin arka planını ve karanlık yüzünü oluşturan yerel tarihin bilinmesi toplum için bu açıdan gerekli, zorunlu ve önemlidir. Bizde kısmi olarak ele aldığımız bu çalışmada dikkatleri bu noktaya çekmeyi hedeflemekteyiz.
Egemen düşünce; resmi tarihe dayalı olarak oluşturduğu tarih anlayışıyla kendisini toplum nezdinde zorla olsa da meşrulaştırmaktadır. Halkın acılarını ve ezilmişliğini ortaya çıkaran yerel tarihe ait düşünce ve anlayışlarla ortaya konulanlar üzerinden de onlara yönelik ötekileştirme oluşturarak kendisine haklılık payı kazandırmayı istemektedir. Ancak buna karşın yerel tarihin doğru biçimde anlatılması ve ortaya konulması da halkın kendisini ifade etmesi açısından önemlidir. Aynı zamanda evrensel anlayışa dayalı insani bir haktır. Bu haklılık ise toplumda daha önce yaşanan travmatik acıların paylaşılmasına neden olacak ve toplumsal bilinçaltının bir nebze de olsa boşalmasına katkı sunacaktır.
Yerel tarih; toplumun içinde bulunduğu dönemsel an açısından oluşabilecek nefret suçlarının minimize edilmesinde rol oynar. Doğru ifade edilmesi aynı zamana bu suçların onların ortadan kaldırılması için de kritik bir öneme sahiptir. Toplumun bir kesimine ait olan bu yerel tarih, devletin onlara yaşattıklarını ortaya koyarken, dönemsel devlet temsilcilerinin halka yaklaşım ve bakış tarzları adına önemli bir veri kaynağı olarak da görev görmektedir. Ki travmatik acılara maruz kalanların yeni nesillere yönelmeleri gereken doğru hedefi göstererek yaşanılanlarda etkisi olmayan kesimlerin de ayrıştırılmasına katkı sunma imkânı sağlamaktadır.
Bir toplumun, tarihin herhangi bir evresinde yaşamış olduğu bir trajediyi unutması elbette kolay değildir. Ancak sonraki kuşaklar, onlardan önce yaşanmışların etkilerini minimize etmek bilmeleri gerekli olan bir durumdur. Bunun üzerinden kendilerine göre çıkış noktaları üreterek bir nebze de olsa rahatlamaya ve normalleşmeye çalışırlar. Tabii ki bu durum insani olarak karşılandığı sürece iyidir. Aksi takdirde sonu gelmez nefret suçlarının yaşanmasına katkı sunmaktan başka bir sonuç doğuramaz.
Yazının yarın yayınlanacak ikinci bölümünde yukarıda ifade edilen yerel ve resmi tarih anlayışlarının yaşanmışlıklar üzerinden toplumda oluşturduğu etkileri ele almaya çalışacağız.
[1] Janet Klein, Hamidiye alayları, İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s.
[2] Şeyh Said Başkaldırısının Anadolunun önemli bir kesiminde dinsiz ve inançsız bir kesimin ayaklanması olarak topluma lanse edilerek destek alınması bunun açık göstergesidir. Tanık askerlerin hatıralarında bu açıkça görülmektedir.
[3] “Bir devlet aslında bastırmak istediği bir grubu güçlendirirse ne olur? Sorusuna verilecek cevaba bakıldığında mantığın ana çerçevesini çizdiği görülecektir.” İrtica tanımlamasını bu çerçevede dikkate alın ya da Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Komünizm gerekiyorsa biz getiririz” ifadesi bunu açıklamak için yeterli bir veridir.”
[4] 1950 ile 1960 arasındaki seçimlerde yörenin Şeyh ve Alimlerine Meclis yolunun açılmasını dikkate alınız.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.