İslam’ın ilk emri “oku” ile başlamaktadır. Okuma eylemi bireyin salt metin üzerinden gerçekleştirdiği bir eylem olmayıp, verilen metin içerisine yerleştirilen mananın kavratılmasını amaçlamaktadır. Bu durumda okuma eyleminin temelinde, bireyin anlama ve kavrama düzeyini bulunduğu noktadan daha üst bir noktaya evirilmesini sağlamaya yönelen bir eylemden söz edilebilir.
Peki, İslam bu emirle bireyin neyi okumasını ve nasıl bir okuma eyleminde bulunmasını önermektedir?
Önerilen okumanın temelinde bireyin öncelikle kendisini tanımasını önceleyen bir amaçlama vardır. Kendisini tanıyanın kendisi dışında kalanları daha kolay tanıyabileceği iması ile bireyin dikkatini en basitten en karmaşığa doğru giden bir yöntemle okuma eylemine çekmektedir. Çünkü insan farkında olabildiği bu evrendeki varlıklar arasında bedensel fonksiyonlar bakımından en kompleks/karmaşık yapıya sahip olanıdır. Evrendeki bu kompleks varlığın başlangıç noktasına dikkatler çekilerek basitten karmaşıklığa doğru izlenilen seyrin nasıl geliştiği göz önüne serilmektedir.
Öyleyse önerilen okuma bireyi öncelikle kendisini tanımaya yönelterek basitten karmaşıklığa doğru nasıl bir okumanın yapılması gerektiğini de vurgulanmaktadır. Ki bu yöntemle kendisini tanıyan birey aynı zamanda çevresindeki diğer insanları, doğayı ve mutlak yaratıcıyı tanıma olanağı bulacağı ifade edilmektedir. Burada dikkatten kaçırılmaması gereken nokta, insanın tümevarımsal -parçadan bütüne giderek anlama- bir yöntemle okuma ve bu okumanın getireceği kavrayışa yönlendirilmesidir.
İnsan bedensel karmaşıklığının taşıdığı fonksiyonel durumun farkına vardığı zaman doğal olarak zihinsel manada sahip olduğu karmaşıklığın da farkına varmış olur. Yani kendisini tanıma imkânı bulmuş olur. Kendi bedenini tanıyan, zihnini tanır, zihnini tanıyan diğer insanları -toplumu- tanır, diğer insanları tanıyan doğayı tanır, doğayı tanıyan ise mutlak yaratıcıyı tanıma imkânı bulur.
İslam’ın ilk emri olan, “oku” emrini Müslümanlar retorik olarak çok iyi biliyorlar ancak eylemsel olarak bu emrin neye karşılık geldiği üzerinde kafa yorma ihtiyacı duymadıkları tarihsel gerçeklikle -belli bir zaman dilimini kapsayan Felsefi/Kelami tartışmalar dışarıda bırakılırsa- ortadadır. Bu emir Müslümanlar tarafından retorik içerikle fıkhi boyuta indirgenerek fiziki âlemin dışına çıkarılmıştır. Fiziki âlemle bağı kesilen okuma emri doğal olarak toplumsal içerikten mahrumlaştırılarak uhrevi bir niteliğe bürününce, toplumsal sorunları çözme niteliğini kaybeder. Yine toplumsal niteliği olmayanın fiziksel âlemi okuması mümkün görünmemektedir.
Dolayısıyla İslam\'ın bu emrinin doğru anlaşılmasını engelleyen ve buna uygun eylem biçimlerinin ortaya konulmasının önüne bizzat Müslümanlar set olmuştur. Oku emrinin verildiği ilk ayetler yöntemsel olarak tümevarımsal bir mantık önermesine rağmen, İslam dünyasının fıkıh ulemasınca oluşturulan retorikle tümdengelimsel mantıkla okunması yeğlenmiştir. Bu durum ise İslam Dünyasında sonuçta bireysel kavrayış yerine cemaatsel kavrayışın öne çıkmasına yol açmıştır. Cemaatsel kavrayışın temelinde yer alan anlayış ise bireyi düzenleyen ve biçimlendiren bir mantıktır.
Dolayısıyla Cemaatsel mantık kendisine işlev olarak insanı/bireyi ve toplumu biçimlendirme görevi yüklemektedir. Biçimlendirici ve düzenleyici anlayış ise doğal olarak kendisi ve öteki bilincine dayanan ayrıştırmayı öne çıkartır. Ben ve öteki anlayışı ister istemez zihinsel olarak düşman algısını yaratmaya meyilli insanların oluşturduğu toplumsal yapıya yol açar. Bu toplumsal anlayışın temelinde istediği biçimlendirmeye uymayan veya uymak istemeyenler için de Mürtet kılıcını -Hıristiyanların Aforoz kılıcı- kullanan mantık türetmeye başlar. Bu durumla cemaatler ellerine geçirdikleri uhrevi avantaj üzerinden bireysel kavrayışı engellemeye dönük düşünsel ana kodlarını inşa ederler.
Fıkıh üzerinden uhrevileşen okuma eylemi bireysel düşünüşün önüne set koyarak birey ve toplumu sürüleşmeye götürür. Bu sürüleşme anlayışının dayanağı tümdengelimsel mantıktır. Çünkü tümdengelim anlayışı ürettiği itaat kültürüyle biçimlendirilmiş, formatlanmış şekilde hareket eden ve kendisini önemsizleştiren zihinsel kurgu oluşturur. Kendisini önemsizleştiren mantık var olmak için diğerleriyle birlikte olma zorunluluğu duyar. Kendisini el atılması gereken düşkün konumuna düşürür ki bu onun kendisine güvensiz duygu durumuyla yüklenmesine yol açar. Sonuçta içinde olması gereken cemaatsel yapısı olmayınca kendisini hiç olarak düşünür. Cemaatinin himmeti ile ayakta durduğunu düşünür.
Oysa tümevarım bireyin kendisini öncelemesine ve kavrayışını temel alarak özgürce düşünebilme yolunu açar. Özgür biçimde düşünmeye başlayan birey doğal olarak kendisiyle birlikte bakışını kendisi dışında kalanlara da yöneltmek zorunda kalır. Böylece özgür düşünme seviyesine yükselen birey hem toplumsal yapının dayandığı temellere odaklanmak zorunda kalır, hem de fiziki dünyayı anlama zorunluluğunu hisseder. Bu durum bireye fiziki âlemin sırrına vakıf olabilme imkânı sağlar. Fiziki âlemin işleyişini kavrayan birey doğada olup bitenin sünnettullah’ın gereği olduğu bilincine varır. Sünnettullahı kavrayınca mutlak kudrete ve güce -Allaha- teslim olmanın mantıksal zorunluluğunu keşfeder.
Sonuç:
Bu gün İslamcıların içine düştüğü en büyük yanılgı doğanın işleyişinde var olan sünnettullahı görme yerine, kendilerini -cemaatlerini- onun yerine koyarak toplum ve bireyi mutlak manada düzenleyici ve biçimlendirici role soyunmalarıdır. Bu rol ister istemez oluşturulan itaat kültürüyle bezenmiş zihinsel koda uygun işlemek zorundadır. İşte bu nedenle İslam dünyasında ötekine yönelik tahammülsüzlük hep ön plana çıkmıştır. Çünkü biçimlendirici ve düzenleyici mantık aslında tekçi -monist- bir yapıyı öngördüğünden İslamcılar kendileri dışında kalanlara hayat hakkı tanımayan bir anlayışa evirilmişlerdir.
Oysa bu dinin peygamberi Medine vesikası üzerinden toplumsal anlamda birlikte yaşamanın temel taşlarını örmüştü. Ama bu taşlar karşılıklı iradeye dayanıyordu. Hatta ortaya çıkan problemler bile öteki iradenin dayandığı mantık -şeriat- üzerinden çözülüyordu.
Peki, Peygamberden hemen sonra neden hep aksi bir durum süregelmiştir?
Bu sorunun cevabı yukarıda açıklanmaya çalışılan fıkıh üzerinden geliştirilen uhrevi okuma retoriğinde aranmalıdır. Tekrarlayalım. Bu durum onların kendileri dışındaki, her bireyin kendilerine ait algıyı benimsemek zorunda olan bir varlık olduğunu kabul etmelerine sebebiyet vermiştir. Bu nedenle öncelikli görev olarak onu -ötekini- kendilerine benzetme göreviyle yükümlü oldukları anlayışına yönelmişlerdir. Bu yükümlülüğü icra etme zorunluluğu duyarak ona uygun eylemlere girişmelerdir. Ki bu eylemleriyle toplumsal yapıda her zaman çatırdamanın olmasına vesile olmuşlardır.
*******
Oysa kendilerini kavrayıcı ve anlamakla yükümlü bir varlık olarak algılasalardı bu kadar kan ve revan üretmemiş olurlardı. Çünkü İslamcılar/Müslümanlar temelde yanlış bir yöntemle hareket etmeye başladıkları için hep mutlak yaratıcının -Allah\'ın- önerdiğinin aksini yapa gelmektedirler. Örneğin Kuran\'ın indirilişi ve ayetlerin birbirini açıklayıcı nitelikleri bile tümevarımsal bir mantığı önermektedir.
Bundan dolayı, ne doğayı ne de insanı okuyabiliyorlar. Bunun sonucu olarak da karşılarında yer alanlar ve kendilerinden olanlar ayrımına giderek toplumsal karmaşaya sebebiyet vermektedirler.
Okumayı anlamak ve kavramak yerine muti olma olarak anlayanlara önerimiz. Muhammed okuyordu oysa siz mutiler arıyorsunuz ve muti olmayanların yaşam hakkının olmadığını ima ediyorsunuz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.