Erdoğan’ın Fransa ziyareti öncesinde yaptığı açıklamada "karıştırılan ülkeler hep Müslüman ülkeler oluyor" diyordu. Yaptığı bu açıklama doğrudur ama ne yazık ki eksiktir. Bunu şöyle dillendirmesi daha gerçekçi olurdu. “Neden karışıklıklar hep İslam ülkelerinde oluyor.” Soruyu bu forma evirmedikçe ve bu evirmeye doğru cevap bulunmadıkça, adına İslam ülkeleri denilen yapıların çözüm konusunda bir adım bile atmaları mümkün olmayacaktır.
Dünya üzerinde var olmuş eski veya yeni her dinsel ve düşünsel anlayışın dayandığı bir felsefi alt yapı hep mevcut olmuştur. Bu felsefi alt yapının da dinin veya ideolojik düşüncenin eylemsel yapısının belirlenmesinde başat rol oynamış olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Oluşturulan bu felsefi bakış ve anlayışla Dünya hayatına ait algının oluşumu yanında, kendisi gibi olmayanlara yönelik bakış ve algılayışı da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla her dinsel veya düşünsel anlayışın biz ve ötekilerinin olması da kaçınılmaz olmuştur.
Konumuzu İslam dünyasının neredeyse bin dört yüzyıldır yaşadığı karmaşa üzerinden ele alarak, İslam dinine mensup olanların felsefi algılarının oluşumunda yer alan önemli noktalara değineceğiz.
Daha ilk adım da Cennette keyif sürdürürken Şeytan tarafından kandırılmış ve cenneti elinden alınmış bir felsefi bakışla dünya algısı oluşturan bir toplumsal ve dinsel anlayışla karşı karşıyayız. Bu tür bir algının doğal olarak insan zihninde oluşturacağı ilk negatif düşünce her an kendisine komplo kurmakta olan bir düşmanın varlığını zorunlu kılmaktadır. Yapılması gereken ilk şey de bu düşmanın şerrinden korunmaktır. Ancak korunmanın nasıl gerçekleştirileceği konusu önemli bir parametredir. Çünkü, sadece komplocu şeytana yönelmek, bu anlayışıyla bezenmiş bireyin kendisinde oluşması muhtemel olan olumsuzlukları görmezden gelinmesini de beraberinde getirtmektedir.
Komplocu düşmanın nasıl ve nerede devreye gireceğini belirlemek belki de söz konusu komploların boşa çıkarılması için önemli olacaktı. Ancak komplocu düşmanın komplo tuzaklarını, anlayışın kendi içinde aramaksızın kendi dışındaki dış koşullarda aranma anlayışının başat olduğunu görmekteyiz. Bu anlayışın hâkim kılınmasından kaynaklanan kendisini her zaman “piru pak” gören bir felsefi dayanak oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu durum, komplo tuzaklarının içeriden değil dışarıdan kaynaklandığını özümseyen bir anlayış ortaya çıkartmaktadır.
Dolayısıyla içerideki her olumsuzluk dışarıdan planlanan düşmani bir plan olarak algılanarak, içerideki olumsuzlukların çözümlenmesi düşünülmemiştir. Tabi ki bu durum içeriden değil dışarıdan kaynaklandığına göre, içerideki işbirlikçilerin yok edilmesi üzerine kurulan bir felsefi dayanak oluşturulmuştur. Mesele sadece içerideki taraftar kitlenin bu konuda ikna edilmesi olacaktır. Bu da şeytani hileler üzerinden formülüze edilerek çözümlenmiştir.
Komplocu şeytanın bertaraf edilmesi için geliştirilen diğer önemli bir algılayış ise içerideki kitlenin iknası için, işin diğer önemli ayağını oluşturmaktadır. Oluşturulan bu ayakla komplocu şeytani planların bertaraf edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla onun hileleriyle uğraşmak yerine o hilelere başvuran içerideki işbirlikçileri bertaraf etmek daha doğru tutum olacağı benimsenmiştir/olagelmiştir.
Şeytani komploların bertaraf edilmesi imkân dahilinde olmayınca, onun yerine ilahi yardımın geleceği o kutlu günün beklenilmesine odaklanılmıştır. O gün gelecektir kutlu dava her tarafa hâkim kılınacaktır. İşte o gün ancak şeytanın sinsi komploları bertaraf edilebilecektir. Söz konusu algının felsefi dayanağı olan bu anlayış Mehdilik denilen kurtuluş mucizesinin gerçekleşeceği vehmini ortaya çıkartmıştır.
Bu anlayışın hâkim kılındığı toplumsal yapı, ister istemez kaderciliğe yönelerek o kutlu kurtarıcının gelişini bekleyecektir. Dolayısıyla karşılaştığı sorunların çözümüne odaklanmak yerine soruna yol açtığı düşünülen içerideki işbirlikçilere yönelerek geçici çözüm üretme mantığı geliştirecektir.
Bu tür bir dinsel veya felsefi dayanakla yetiştirilen bireyler, kendilerinden kaynaklanan olumsuzlukları ortadan kaldırmaya yönelmeyeceği gibi onları kadere razı olan bir mantığa yöneltmektedir. Olup bitenin mutlak yaşanması gereken bir zorunluluk olarak algılanacaktır. Çünkü kutlu kurtarıcının gelmesi için söz konusu olumsuzlukların yaşanması gerekmektedir. Yani ortada olumsuzluk olmayacaksa kutlu kurtarıcı mesih/mehdi neden gelsin ki. O halde yapılması gereken kaderin değiştirilmesine odaklanmak değil kaderin yaşanmasıdır. Sonuçta kutlu mucizenin gerçekleşeceği günü beklemenin daha doğru bir anlayış olacağı inancı felsefi düşüncesi kolaylıkla yerleşmiş olacaktır.
Sonuç:
Bu tür felsefi dayanaklarla yetiştirilen bir topluma ait bireylerin ve yöneticilerinin, elbette kendilerinin iç işlerini karıştırmak üzere hazır kıta bekleyen dünyalı şeytanlarının olduğu vehmiyle yaşamaları çok doğaldır. Dünyevi şeytanların iş başında olduklarını ve kendilerine yönelik komplolarla meşgul olduklarını düşünmeleri söz konusu reel gerçekliği değil, gerçekliğe büründürülen simülatik gerçekliği ifade eder. Dolayısıyla reel sorunun çözümü de simulatik çözüme bırakılacaktır.
İslam dünyasının bin dört yüzyıldır yaşamakta olduğu karmaşanın temelde bu iki etkiden kaynaklandığı inancını taşımaktayım. Toplumsal eğitim formu bu iki etki üzerine kurulmuş toplumların içlerinde oluşan her olumsuzluğu dışarıdan kurulan komplo olarak düşünmeleri doğaldır. İslam tarihinde oluşturulan Yahudi algısı bu şeytani komplonun baş aktörü olagelmiştir. Hatta Mehdi/mesih geldiğinde onlar arkalarında saklandıkları ağaçlar tarafından bile ifşa edileceklerdir. Bu anlayış bile doğrudan doğruya komplolarla her an yüz yüze olunacağı vehminin oluşumu için yeterlidir.
İslam dünyasının antisemitik bakışı ve Batı karşısındaki tarihsel yenilgisinden sonra, içeride oluşan her olumsuzluk tamamıyla bu iki yapının etkilemeleri olarak kabul edilme sonucunu doğurmuştur. Böyle düşünmeye başlamak, sonuçta içerideki sorun dinamiklerini tamamıyla göz ardı etmeye yol açmıştır. Özellikle yirminci yüz yılda yapısal olarak İslam referansına sahip olsun veya olmasın her devlet yapılanmasının bu tür komplolarla her daima yüz yüze olduklarının kitlelerin beynine işlenmesi sorunları derinleştirmiştir. Çözüm odaklı olma yerine komplolara odaklanan korunmacı bir yaklaşıma yol açmıştır. Yüzlerce örnek vermek mümkün. Zaten haber metinlerinde bunlarla yetinilmesi bile işin vahameti için yeterlidir.
Son Cümle.
Bu felsefi yaklaşım sonuçta yaşanılan ve var olan sorunların çözümünü üretme yerine soruna yol açan şeytanların işbirlikçilerini bulma gibi bir derde yol açacaktır. Oysa şeytanın işbirlikçilerini bilmek ve yok etmek sorunu çözmez. Şeytanın nerede nasıl müdahil olacağını belirleyip bu belirlenimlere göre içeride oluşan sorun veya sorunları ortadan kaldırmak ancak çözüm olabilir.
İslam ülkeleri karıştırılıyormuş. Erbakan deyimiyle, hadi ordan hadi…. Sizler sorunların altında çapanoğlu aramaya devam edin ama asla kendinizdeki sorunu görmeyin. Nasıl olsa MEHDİ gelip her şeyi çözecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.