İnsanlık tarihine damga vuran mücadele serüveni göz önüne alındığında Hak, Hukuk ve Adaleti sağlamaya yönelik verilerle dolu olduğu görülecektir. Söz konusu mücadele toplumsal anlamda, heterojen yapıya sahip toplumlarda daha yoğun biçimde görülmesine rağmen nispeten homojen yapılı toplumlarda da varlığını hissettirmiştir. Hak, Hukuk ve Adaleti sağlama gayretine dayanan mücadelenin temel amacı ise sosyal yaşam alanında yer alan farklı toplumsal kesimlerin birliktelik içinde yaşamalarını sağlamaktır.
Hak, hukuk ve Adaletin sağlanmasında beklenti toplum içinde var olup, ancak varlığı görmezlikten gelinen kesimlerin varlıklarının görünür olmasını garantileyen sözleşmelerin hukuksal forma kavuşturulmasıdır. Hukuksal formlar ise yazılı olduğu gibi geleneksel değerler üzerine de oturtulmaları mümkün olabilecek sözleşmelerdir.
Günümüzde sıkça vurgulanan bin yıllık kardeşliğin dayandığı hukuksal formun realitesini tartışmak yerine, söz konusu toplumsal kesimlerin bundan ne anladığına bakmanın daha yararlı olacağı kesindir. Bir kesimin kendi varlığını önceleyip –mutlaklaştırarak- ötekini de yok sayıp hak hukuk ve adaleti gerçekleştireceğini ileri sürmesi hukuksal forma dayalı sözleşmenin gerçekleşemeyeceğinin izharıdır. Son yüzyıllık veriler dayatılan kardeşliğin hukuksal bir forma ihtiyaç olmaksızın ötekince benimsenmesinin ne kadar elzem olduğu çabasını göstermektedir.
Anadolu toprakları üzerinde yaşayan toplumların hemen hemen hepsine yönelik muktedirliği elinde bulunduran tekçi Türklük anlayışına dayalı kardeşlik hukukunun hâkim kılınmak istendiği görülmektedir. Türklük üzerinden dayatılan kardeşliğin aslında diğerlerine varlıklarından vazgeçmeleri şartıyla mümkün olacağı ifade edilmektedir. Yani heterojen yapıya ancak homojen bir yapı anlayışıyla hak, hukuk ve adaletin sağlanacağı dayatılmaktadır.
Somutlaştıralım,
Son yüz yıl içinde varlıklarını koruma derdiyle mücadeleye devam eden Kürdler hukuksal forma dayalı sözleşmenin gerçekleşmesi şartıyla kardeşliğin/birlikteliğin mümkün olabileceğini ileri sürmektedirler. Ancak muktedir tekçi Türklük anlayışı hukuksal form olmaksızın ve Kürd varlığı görünür olmadan kardeşlik /birliktelik dayatmasında bulunmaktadır. Kürdler bunun kendi varlıklarının süreç içerisinde yok olması anlamına geldiğini bildiklerinden mücadeleye devam etmektedirler. Kürdler bu mücadelede öncelikle sivil ve siyasal taleplerle kendilerini ortaya koymaya çalıştığı halde muktedir Türklük anlayışı ise her seferinde onları çatışma ortamına çekerek itibarsızlaştırma yoluna başvurmuştur.
Şeyh Abdüsselam Barzani, Mele Selim-î Dimili, Kürd Teali Cemiyeti ve Azadi Cemiyeti’nin taleplerine bakıldığında hepsinde önceliğin sivil ve siyasal taleplere verildiği görülür. Hatta daha dikkatli incelemeler yapıldığında Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın da mücadeleye başlamadan önce sivil ve siyasal taleplerde bulundukları görülecektir. Ancak bu mücadelelerin tümüne karşı alınan tavır, onları zorunlu çatışma ortamı içine çekerek hem dünya kamuoyunda hem de içeride itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını göstermektedir.
Yine 1960 ve 1970’lerde sol içinde gelişen Kürd fraksiyonlarının mücadele önceliğini sivil ve siyasal taleplere verdiğine yönelik en önemli göstergelerden biri ‘Doğu Mitingleri’dir. Tekçi Türklük anlayışı bu talepleri de itibarsız kılmak için var gücüyle şiddete yöneldi. 1980 darbesi ve sonrası bu şiddetin zirve yapması Kürdler açısından çatışmayı zorunlu hale getirdi. Çatışma ortamının başlamasıyla Türk devletinin itibarsızlaştırmaya yönelik propaganda dili hak, hukuk ve adaletin sağlanmasını istemediğine yönelik binlerce veri ile doludur.
1990’lara gelindiğinde şiddet sarmalının vardığı boyutlar Kürdler açısından yeni arayışları doğurdu. Bu arayışta öncelik sivil siyaset aracılığıyla çözüm çabasıydı. Kürdlerin 1991 de ittifak aracılığıyla meclise girmeleri tekçi Türklük anlayışına dayalı devletin şiddeti en üst perdeye taşımasına yol açtı. Amaç sivil siyasal taleplerin önünü tıkayarak Kürdlerin varlık mücadelesini kamuoyunda itibarsızlaştırmaktı. Kürd Hareketi Dünya kamuoyunda yalnızlaştırıldı ve itibarsızlaştırılarak yok edilme noktasına getirilmek istendi. Bunda kısmen başarılı da olundu.
2000’li yıllara gelindiğinde Tekçi Türklük anlayışında kırılma oluşturacağı varsayımıyla ortaya çıkan yeni siyasal yapıya toplumun hemen hemen her kesimden destek verilmesine neden olundu. 2013 Nevrozu ise bu umut dalgasını zirveye çıkardı. Böyle bir ortamda gelişen umut dalgası aynı zamanda Kürdlerin sivil siyasal taleplerinin karşılanacağına dair veriler üretti. Ancak bu dalga 7 Haziran seçimlerinde elde edilen başarının tekçi Türklük anlayışında doğurduğu korku nedeniyle tekrardan çatışma ortamına sürüklendi.
Sonuç,
Kürdlerin tarihsel mücadelesinde karşılaşılan problemlerin başında ideolojik tutum yer almaktadır. Bu tutum aynı zamanda Kürd halkının haklı davasını boğan veriler barındırmaktadır. Ister sol ideolojiyi isterse ümmet ideolojisini öncelesin sonuçta bu ideolojik tutumlar Kürdleri Kürd olmaktan çıkartarak hak, hukuk ve adalet arayışına dayalı varlık mücadelesini sekteye uğratan veriler barındırmaktadır. Bu nedenle heterojen olan Kürd toplumunun milli bir duruş etrafında bütünleşmesi engellenmektedir. Yapılması gereken bu ideolojik tutumların ikinci önceliğe bırakılarak milli duruşun sergilenmesidir. İdeolojik tutumlara dayalı mücadeleler toplumun bir kesiminde ister istemez yürütülen mücadelenin itibarsızlaştırılma aracı olarak kullanılmasına yol açacağı unutulmamalıdır.
Kürdlerin siyasal ve sivil taleplerde bulunduğu her dönemde Türk siyasal aklı, sahaya savaş seçeneğini sürerek bu taleplerin hem genel kamuoyunda hem de Kürd halkı nezdinde itibarsızlaştırma seçeneğini devreye sokmuştur. Bunu ise her zaman dönemin baskın olan mücadelesinin dayandığı ideolojik veriler üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı görülmelidir. Kürdler ise tarihsel mücadele sürecini iyi okuyamadıkları için kendilerine karşı geliştirilen savaş seçeneğini ideolojik tutumları nedeniyle boşa düşürecek hamle yapmakta zorlanmışlardır. Bugün de öne çıkan Kürd hareketi varlığının devamını düşünsel bakışıyla toplum geneline yayma problemiyle karşı karşıyadır. Milli bir duruşu düşünsel yapısıyla sürdüremediği için çatışma ortamını varlığının devamı açısından olmazsa olmaz şart olarak görüp oluşturulan çatışma ortamına çanak tutmaktadır.
Mücadele dinamiklerini yanlış bağlamlar üzerinden okuyanlar kazanma yerine kaybetme tehlikesi altında olurlar. 7 Haziran seçimlerinde sonra ortaya çıkan tabloyu Erdoğan ve AKP kendilerine ait zihinsel dünya dinamikleriyle iyi okudular ve hamlelerini bunun üzerine oturtarak eyleme geçtiler. Ancak Kürd siyasal hareketi ve Kandil kendilerine yönelen halk dinamiklerini doğru okuyamadıkları ortadadır. Çünkü süreçte gerçekleştirmeye çalıştıkları eylem tarzları bunu açıkça göstermektedir. Hatta bu dinamiği doğru okuyanları ise ideolojik tepkiler üzerinden yalnızlaştırma gayretine girdiler. Sonuçta bedel siyaseti ile sesi çıkan her kesimin sesini boğazlarına düğümlediler. Bugün ortaya konulanlar ise henüz bu dinamiğin doğru veriler üzerinden okumadığını da göstermektedir.
1 Kasım seçimlerinde ortaya çıkan sonucu seçim hileleri üzerinden okuyarak kafa yormak bence sorunu ve dinamikleri gizleme problemine yol açan bir duruma vesile olmaktadır. Elbette seçimde imkânı ele geçiren hileye başvurur. Bunu inkâr etmekte mümkün değil. Ama buraya odaklanmak toplum üzerinde etkili olan tarihsel veriye dayalı sosyolojik ve psikolojik etkileri göz ardı etme anlamına gelir. Çünkü seçmen davranışını yönlendiren eğilimi günlük veriler üzerinden de okuma imkânı yok. Bunların altında yatan tarihsel verilere dokunmadan geleceğe ışık tutacak anlaşılır sonuçlara varılamaz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.