Toplumların kendilerine yönelen bir davranış ve tutumu tehlike olarak algılamaları için o davranış ve tutumun sosyal yaşam alanında bu etkiyi göstermesiyle orantılıdır. Toplum böyle bir tehlikenin var olup olmadığına sosyal yaşam alanı içinde oluşan etkilerine bakarak karar verir. Söz konusu tehlikenin oluşturduğu boyutlar üzerinden kendisini koruma refleksi geliştirme eylemine yönelir. Şayet konuyla alakalı refleksleri yontulmuş ise durumu doğal olarak algılama eğilimine girer ve gelen tehlikenin farkına varamaz. Ancak son aşamaya varmış olan tehlikenin farkına varabilir. Buna karşı uykudan yeni uyanmış insan misali tepki geliştirmeye çalışır. Ancak iş işten çoktan geçmeye başlamıştır. Bundan sonra geliştirilen tepki yoğun bakımdaki insanı hayata döndürme çabasına benzer.
İsmail Beşikçi Hoca 22 Şubat 2019 tarihinde Ankara’da dünya ana dil günü çerçevesinde Kürdçe ile ilgili düzenlenen bir panelde şu tespitlerde bulunmuştur. “Cumhuriyet’ten beri devletin politikası Kürtçe yasakları olmuştur. Devlet bu konuda çok bilinçlidir. Ama Kürtlerin yasaklar konusunda bu kadar bilinci yoktur. Devlet Kürtçe’yi yasaklıyor. O zaman Kürtlerin 30, 40, 50’lerde ne yapması gerekiyor. Devlet okullarda, kışlada Kürtçe’yi yasaklayabilir. Sen evde çocuklarınla Kürtçe konuşursun. Çocuklar sokağa çıktığı zaman Kürtçe konuşur. Ailelerin böyle bir bilinci vermesi gerekiyor. Kürtlerde bu bilinç yok”
Kürdlerin dil konusunda yeterli bilinç düzeyine sahip olmadıklarına yönelik eleştirileri günümüz ve yaklaşık 40 yıl öncesi açısından haklılık payı taşıyan bir yaklaşımdır. Ancak söz konusu ettiği dönemler açısından konu ele alındığında Sosyolog olarak fark edemediği bir noktanın varlığını gözden kaçırmıştır. 1930, 40 ve 50 lilerde Kürtçenin yasak olmasına tepki gösterilmediğini ifade ediyor ve buna tepki olarak yaşam alanlarına Kürtçe hakimiyetinin sağlanmadığını ifade ediyor. Bunun temellendirmesini ise Polonya örneği üzerinden kıyaslama yoluyla ortaya koyuyor.
Öncelikle şunu ifade edelim. Devlet Kürdistan’da sosyal yaşam alanına 1970 ve sonrasında hakimiyetini gösterebilmiştir. Hatta daha net ifade edersek 1980’ne kadar devletin bu hakimiyeti yine net biçimde his edilmemiştir. Devlet hakimiyetinin sosyal yaşamın devamı açısından his edilmediği bir ortamda toplumun kendi sosyal yaşamına yönelik bir tehlikeyi görmesi pekâlâ mümkün olamamaktadır. Toplum yaşamını kendi sosyal kuralları üzerinden yürütürken herhangi bir tepki geliştirme durumunda olamaz.
Bu durumu en azından kendi çocukluğum üzerinden net biçimde ifade edebilirim. 1976 yılında on yaşında Yatılı Bölge Okuluna başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum. Köyümde normal sosyal hayat içerisinde Türkçenin herhangi bir şekilde kullanıldığına da şahit olmamıştım. Sadece köye Jandarma geldiğinde ve köy sınırları içerisinde yer alan tren istasyonundaki görevlilerle konuşulduğuna şahit olmuştum. Bu bize sosyal yaşam alanında toplum açısından dille alakalı bir tehlikenin toplum tarafından hissedildiğini gösteren bir verinin olmadığını belirlemektedir. Böyle bir ortamda toplumun koruma tepkisine yönelmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Sürecin toplumun sosyal yaşam alanı ve dil açısından doğal seyrinde devam etmesi anlamına gelir.
İsmail Hoca’nın dışardan biri olması bu verileri görmesini engellemektedir. Sosyoloji bilimi açısından da konuya bakıldığında, toplumun sosyal yaşam alanında böyle bir tepki geliştirmemiş olması doğaldır. Çünkü ortada tehlike olarak algılanacak bir durum yoktu. Şimdi Polonya örneğindeki kıyaslama hatasını ele alalım. “Polonyalı düşünür Madam Curie anılarında anlatıyor. O dönem 7-8 yaşlarında. ‘1870’li yıllar Polonya yine Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında 3’e bölünmüş. Ruslar Leh dilini yasakladılar. Lehçe konuşulduğu zaman öğrenciler ceza ile karşı karşıya kalıyordu. Ama evde her zaman Lehçe konuşuyorduk. Anneler babalar çocuklarını bu yönde eğitiyordu. Arkadaşlar kendi aramızda Lehçe konuşuyorduk. Okulda kendi aramızda Lehçe konuşuyorduk diyor.” Bu çok önemli bir bilinç ama bunu Kürtlerde göremiyoruz.
Sosyal bilimcilerin dikkate alması gereken en önemli noktalardan birinin de toplumların kendi özgül koşullarında değerlendirilmesi olacaktır. Polonya bir Avrupa ülkesidir. 18. Yüzyılın sonunda eğitim toplumun neredeyse tüm kesimlerine ulaşmıştır. Yine Polonya’nın daha önceki dönemlerde kendi içinde oluşturduğu eğitim sisteminin Ruslar tarafından devr alındığını görmek gerekir. Oysa Kürdistan söz konusu olduğunda oluşturulmuş eğitim sistemi medreselerdi. Toplumun tüm kesimlerine devlet eliyle ulaştırılan bir eğitim uygulaması söz konusu değildi. Medreseler her ne kadar yasaklanmış olsa da kısmen de olsa yürütülen eğitimde ders dili Kürdçe olmaya devam ediyordu. Bu nedenle Polonya ve Kürdler örneği doğru bir kıyaslama olamaz. Bir de vurgulanması gereken nokta; Kürd toplumunun yıllarca dışardan bakan gözlerle, bize anlatılmış olması doğru tahliller geliştirmemizi engellemektedir. Hatta Aktarma sosyal bilim kavramlarıyla Kürd toplumun tanılanması yoluna gidilmiş olması, kadim geçmişin yanlış değerlendirilmesine yol açmıştır.
Sosyal yaşamın devletle kesiştiği alanlarda Kürdçe’nin konuşulması yasaktı, bu doğrudur. Ancak 1920 ile 1938 arasında Kürdlerin devlete karşı gerçekleştirdiği ayaklanmaların akamete uğratılmış olması, sosyal yaşamın devletle kesiştiği noktalarda bir sessizliğin oluşmasına yol açtığın da görmek gerekir. Bu nedenlerle yasaklanmış Kürdçe lehine bir tepkinin olmadığını, tarih bilgisine sahip herkes kabul eder. Hatta bu konuda, 1964 yılında Said Elçi ile Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza arasında geçen bir anekdot önemlidir. “Şeyh Said başkaldırısının başarısızlık nedenini soran Said Elçi’ye Şeyh Ali Rıza eğer başarısız olsaydık şimdi hiçbirimiz kendi anadilimiz konuşmuyor olacaktık” der. Buda devletin sosyal yaşam alanında hâkim olmadığını ancak hakimiyetinin askeri güç üzerinden olduğunu ifade etmektedir.
Bu koşulların olduğu bir ortamda toplumun dil konusunda herhangi bir hassasiyet göstermesi mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla Polonya örneğinin Kürdlerle kıyas olarak kullanılması doğru bir sosyal bilim tutumu değildir. Ancak hassasiyet oluşturmak amacıyla kullanılmış olmasında herhangi bir sıkıntı olmaz. Aslında bence, vurgulanması gereken önemli nokta şudur. Bir toplumun kendi koşulları yerine bir başka toplumun koşulları üzerinden ele alınarak değerlendirmeye tabi tutulması o toplumun zihin dünyasını alt üst edecek veriler oluşturmaktadır. Öncelikle sakınılması gereken nokta budur. Çünkü toplumunun geçmiş durumun net biçimde kavramayan yeni nesiller suçu kendi toplumlarında görmeye başlarlar. Ki PKK bu dili önemli oranda kullanmaktadır. Toplumsal zihin bunun üzerinden deforme edilmektedir.
1970’lere kadar Kürd toplumu dil üzerinden kendisine yöneltilmiş bir tehlikeyi asla fark etmemiştir. Bunu toplumun geneli için kullanmaktayım. Belli eşraf kesiminin bu tehlikeyi görmediğini de ileri sürmek mümkün değildir. Bu konuda Bedirxani’ler iyi bir örnektir. 1938 sonrası Türkiye ‘de Kürdlerle ilgili sorunların neredeyse toplumsal çerçevede, ilk kez TİP çevresi içinde ele alınmış olması dil konusunda karşılaşılan bir çıkmaz oluşturmuştur. Kürd gençlerinin sol ideoloji çerçevesinde konuya eğilmeleri dili es geçmelerine yol açmıştır. Hatta 1970’li yılların Kürd örgütlerinde bile geçerli dil Türkçe olmuştur. Bu konuda Fuat Önen şöyle bir anekdot aktarmaktadır. “Biz Dêrik’te dergi dağıtmaya gittiğimizde Türkçe bilmediklerini bize söyleyenlere, Türkçe öğrenmeniz gerekiyor, gibi nasihatlerde bulunuyorduk…”
Türkçe Kürdlerin sosyal yaşam alanlarına öncelikle Kürd örgütleri aracılığıyla sokulmuştur. Bu tespiti bir kenara not etmek gerekir. Yine PKK’nin resmi dil olarak Türkçeyi kullanması son kırk yıl içindeki önemli bir etki olmuştur. İkincisi halkın 1938’e kadar bir şekilde sürdürdüğü mücadelenin akamete uğraması sonrasında içine düştüğü sessizlik ortamında, devletle yollarının kesiştiği noktalarda dil konusunda karşılaştığı sorunların da önemli bir etken olduğunu görmek gerekir. Çünkü yaklaşık 50 yılı bulan süre içerisinde devletin askeri hakimiyeti insanlarda resmi dilin çocukları tarafından öğrenilmesi gerektiği sonucuna yol açmıştır.
Bu iki durum, süreç içerisinde Türkçe konuşulmasına tepki yerine halkta kısmen de olsa Türkçe’nin öğrenilip konuşulmasına destek oluşturmuştur. Birincisi kendilerinin haklarını savunan Kürd gençleri Türkçe konuşuyorlardı. Bu rol model oluşturmuştur. İkincisi devletle yolların kesişmesi -askerlik ve resmi işlemler gibi- Türkçe konuşmayı bir şekilde zorunlu hale getirmişti. Buda toplumda çocuklarının Türkçe öğrenmesi gerektiği kanaatini oluşturmuştur. Burada üçüncü önemli nokta ise 1980 ve sonrasında devlet eliyle sosyal yaşam alanına oluşan müdahalededir. Bu müdahale daha çok sosyal hizmetler üzerinden olmuştur. Özelikle kırsal kesime elektriğin gitmesi beraberinde kitle iletişim araçları üzerinden devletin o güne kadar başarmak istediği Kürd dilini yok etme süreci, sanki gönüllü olarak Kürd halkı tarafından yok edilmesine sebebiyet vermiştir. Ben okula başladığımda köyde tek kelime Türkçe konuşulmazken bugün çocuklar anadillerini bilmez durumdadırlar. İsmail Hoca’nın tespitleri bunun için günümüze yönelik olmalıdır.
Sonuç.
Kürdlerin dillerine yönelik tehlikeyi fark etmeye başladıkları nokta, bu üç etkenin toplumsal yaşam alanında etkilerinin hissedilmesiyle başlamaktadır. Ki Kürdçe yazma konusunun öncelikle Diasporada -Avrupa’da- bulunan Kürdler tarafından başlatılmış olması tehlikenin nasıl algılanmaya başlandığının verisidir. Oysa Türkiye’deki Kürdler bu tehlikeyi en az Diaspora Kürdlerinden on yıl sonra fark etmiş olmaları hissedilen durumun önemini görmemiz açısından açık bir veridir. Hata bazıları hala fark etmiş değildirler. Giriş kısmında ifade edildiği gibi bir durum veya tutuma karşı eyleme geçmenin yolu öncelikle o durumu tehlike olarak görmek gerekir. Kürdler dil ile ilgili sıkıntıyı 1980’lere kadar net bicimde hiç yaşamadılar. Çünkü devlet onların köy veya kırsal kesimde hayatları ve dilleri üzerinde etkili olamamıştır. Buralarda doğal durum içerisinde dil normal seyri ile öğrenilmeye devam ediyordu.
Yukarıdaki nedenlerden dolayı Kürdler dillerinin tehlike altında olduğunu bir şekilde fark edemediler ve bu nedenle tepki geliştiremediler. İsmail Hoca’nın tarihsel süreç üzerinden geliştirdiği bilinçsizlik bakışı doğru bir bakış değildir. Aynı zamanda Sosyoloji biliminin ‘sosyal olaylar tek nedenle açıklanamaz’ ilkesine de uygun bir tutum ve bakış değildir. Ancak İsmail Hoca’nın tespitleri günümüzdeki görünüm açısından geçerlidir. Bu konuda haklı olduğunu kolaylıkla ileri sürebiliriz. Bu konuda her birimiz hatalarımızı görmek zorundayız.
Özellikle bu yazıyı Türkçe yazmak zorunda olan ben, öz eleştiriye hazır olmalıyım. Çünkü on yaşına kadar tek kelime Türkçe bilmeyen biri olarak bugün Türkçe yazıyor olmam benim açımdan utanç vesilesidir. İsmail Beşikçi hocanın yaptığı eleştiriyi 1970 ve sonrası açısından önemli görmek gerekir. Öncesi için bu eleştiriyi haklı çıkaran sosyolojik veriler yerinde değildir. İsmail Hoca’nın son olarak söylediği bu değerlendirme ise her Kürd tarafından titizlikle yerine getirilmesi gereken bir durumdur. “Devlet okulda, kışlada Kürtçeyi yasaklayabilir. Kürtçe sınıf açmayabilir ama evde çocukları Kürt diliyle eğitmek mümkündür. Bu ailelerin görevidir. Bu suç devlette midir? Devletin bu konudaki bilinci çok yüksektir. Ama Kürtlerin bu konuda yoğun ve yaygın bir bilinci yoktur.”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.