İnsanlık tarihinin beşiği olan Mezopotamya da düşüncenin yaşamın arkasından geldiğini ortaya koyan veriler bilim tarihinde açıkça belirlenmiştir. Mezopotamya’nın sosyal yaşam verileri bizlere bu bölgede öncelikle yaşanan sorunların dayatmasına bağlı olarak bilimsel ve düşünsel eylemlerin ortaya konulduğunu gösterir. Benzeri durumun Mısır medeniyetinin ortaya koyduğu bilimsel verilerde olduğuna dair pek çok bulgu söz konusudur. Dolayısıyla bu durumun genel anlamda insanlığın toplumsal yaşamı açısından bir zorunluluk olup olmadığına yönelik açıklamalara ihtiyaç vardır.
- Âdem ve yasak meyve ilişkisi bu anlamda ele alınabilecek bir veri olarak önümüzde durmaktadır. Yaşanmışlık üzerinden düşünce üretmenin insani ve toplumsal bir durum olup olmadığı hakkında biraz zihinsel egzersize yönelen herkes bu sonucun zorunlu olup olmadığını fark eder. Âdemin yasak meyveye tüm bilgisine rağmen (Âdeme isimleri öğrettik) yaklaşıp deneyimleme sonucunda yasağın ne anlama geldiğini kavraması konu açısından manidardır. Aslında bu konu bir yönüyle varoluşun temel dayanağı iken diğer yönüyle varoluşa ve varoluşu mümkün kılan yaşamsal ortama yönelik sorgulamayı içerir. Ki Âdem, bilgiyle donatılmış olmasına rağmen yasaklanan şeyin mahiyetini anlamak için deneyimleme ihtiyacı duymuştur.
Konuyu tarihsel veriler üzerinden detaylandırmak durumundayız. İçinde yaşamakta olduğumuz Ön Asya toplumlarının yakın dönem (İslam) tarihi, buna yönelik verilerle doludur. Hz peygamber hayatta iken kendisinden sonra yönetici olacak kişi veya kişiler hakkında bir bilgi vermemiştir. Ancak vefatıyla birlikte toplum böyle bir sorunu kucağında bularak bunun dayatması altında kalmıştır. Buna çözüm üretilmeye çalışılmış kısa süreliğine de olsa (dört Halife) üretilen çözüm kısmi anlamda başarılı olmuştur. Ancak üretilen çözümün uzun vadedeki başarısızlığı yaşantıdan düşünceye gitme yönündeki kıvılcımlara yol açmıştır.
İslam dünyasının birincil sorunu niteliğine bürünen yaşantının düşünceye yön vermesi buradan beslenmiştir. Soruna yönelik geliştirilen düşünceler/fikirler aynı zamanda günümüze dek İslam dünyasında yaşanmakta olan toplumsal çatırdamalarında kaynağını oluşturmaktadır. Ki bu durum göstermektedir ki önce sorun bariz şekilde ortaya çıkmış ve sonra buna çözüm üretme adına zihinsel faaliyetlere girişilmiştir. Orta Doğunun tarihsel çıkmazı da bu durumdan kaynaklanmaktadır.
İslam dünyasında ki mezheplerin temel dayanağı toplumsal sorunların dayatmasına bağlı olarak geliştiği için de zorunlu biçimde toplumda da bloklaşmalara yol açmışlar. Tarihsel süreçteki Şii ve Sünni ayrışmasının da sebebi yine toplumsal dayatmaların düşünsel durum üzerindeki baskılarıyla geliştirilen zihinsel çözümlerdir. Ki günümüz sorunları da benzer niteliği aşmayan verilerle doludur. Örneğin yüzyılın başında gelişen Siyasal İslam düşüncesine ait teorilerin de dayanağı İslam toplumunun Batı toplumları karşısında uğramış olduğu yenilgiyi ortadan kaldırmak için girişilen zihinsel çabalar olduğunu unutmamak gerekir.
Sorundan çözüme gitme biçiminde geliştirilen bu fikirler önceleri masum bir isteğin gölgesinde filizlendi. Ancak bu istek zaman içinde Batı emperyalizminin yapıp ettiklerinin etkisiyle şiddet içeren söylemlere dönüşmeye başladı. İslam dünyasında Batının himmetiyle kendilerine İktidar bahş edilenler toplumda gelişme seyri gösteren bu fikirlere karşı acımasız bir savaş açtılar. Bu tutum zamanla o fikriyatı benimseyenler üzerinde korunma reflekslerinin geliştirilmesinde etkili oldu.
Ancak bazı iktidarlar hem bu fikirlere hem de içlerinde bulunan farklı etnik kökene (Kürdler ve Bengaliler) ait istekleri bastırmanın daha doğru olacağına kanaat getirerek davrandılar. Ama çözüme gitme isteğindeki yeni fikir sahipleri bu istekleri görme yerine onları ötekileştirmenin daha doğru olacağı düşüncesiyle kısmen de olsa yerel iktidarlarına göz kırpma vesilesi kıldılar. Dolayısıyla yerel iktidarlarının hışmına uğramamak için geliştirdikleri fikirlerle etkiledikleri kitlelerin algılarını kendi toplumlarının dışına çevirdiler.
Yüzyılın son yarısı bu mücadelenin birçok örneğiyle doludur. Ancak işin tuzu biberi SSCB’nin Afganistan’ı işgali oldu. Algıları uzağa çevrilmiş gençler heyecanla imdada yetişmenin derdiyle soluğu Afganistan da almaya başladılar. Başlangıçta masum bir duygu ile İslam dünyasının birçok yerinden buraya akın edenler savaş ortamı içerisindeki dayatmalar nedeniyle yeni çözümler ve eylem biçimlerini aramaya giriştiler. Sonrasında Bosna ve Çeçenistan da olanlar bunlardan çoğunda hem zihinsel hem de psikolojik deformasyon yaşamalarında etkili oldu. Ki eylemlerinin İslam hukukunun izin verdiği savaş hukukunu aşan nitelikleri bürünmesi ancak bununla anlaşılabilir. Örneğin savaşa dâhil olmayan sivil halka yönelik eylemler süreç içerisinde meşru olarak algılandı.
İşte bugün Daiş çeteleri olarak karşımıza çıkan güruh aslında bu mantığın günümüze yansımasıdır. Doğrusu Müslüman olarak Afganistan, Bosna ve Çeçnistan’ı tölere edecek bazı veriler üretilebilir. Ancak bu ortamlarda bile sivillerin hedef alınması hiçbir şekilde tölere edilecek bir durum değildir. Ki Suriye ve Irak’ta silahsız sivillere karşı geliştirilen tedhiş ortamı da kaynağını yine yukarıda ifade edilen yerlerden almaktadır.
Sonuç:
Bugün Daiş çeteleri eylemlerine kılıf bulmak amacıyla Kürd halkını mürtet sınıfına koyarak yandaşlarına haklılıklarını vurgulamaktadırlar. Ancak bunun alt yapısının Arap, Fars ve Türk devletlerinin yüzyıl içinde zihinlere enjekte ettiği düşmanlık algısı olduğu unutulmamalıdır. Oluşturulan hayali ümmet bilincine Kürdlerin zarar verdiği saikiyle oluşan bu alt yapı Daiş çeteleriyle eylem alanına sokulmuştur.
Tüm bu yaşananlar hala düşüncenin toplumsal dayatmaların sonucunda geliştiğini göstermektedir. Son dönemin cihadistleri de bundan nasiplenen bir güruh olarak karşımıza çıkmıştır.
EZCÜMLE: Eğer inandığınız şekilde yaşamazsanız yaşadığınız şekilde inanmaya başlarsınız.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.