Bozkır toplumlarında temel uğraş biçimine -hayvancılığa- dayanan toplumsal yapılanmaların oluşması, dünyadaki diğer coğrafi alanlar gibi -kendilerine has yapılanmalar- doğal bir durumdur. Bozkırın hayvancılığa dayalı olan ekonomik faaliyeti zorunlu olarak o toplumun sosyal genetiğin biçimlenmesinde etkili olacağını kabul etmek gerekir. Bozkırın temel uğraş biçimine dayalı -zorunluluktan kaynaklanan- sosyal genetiği, bozkır toplumlarının tarihsel serüvenlerine yön vermesi de doğaldır. Ki bu genetik onların tarih içindeki eylemlerinin belirleyicisi olma niteliğine bürünecektir.
Geniş plato arazileri üzerinde sürdürülen ve toplumsal yaşamı biçimlendiren hayvancılığa dayalı bozkır üretimi,verimliliği de insan gücüne bağımlı kılmaktadır. Hayvan sürülerinin bakımı ve hayvansal ürünlerin ekonomik değere dönüştürülmesi için ihtiyaç duyulan temel öğe insan gücü olacaktır. Ancak Hayvan otlaklarının korunması da bir başka zorunluluktur zorunluluk olacaktır. Bozkırın ekonomik faaliyeti olan hayvancılığın sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyulan otlak alanlarının korunması gereklidir. Hem üretim hem de alan korunması için ihtiyaç duyulan temel öge insan gücü olacaktır.
Bu durum doğal olarak bozkır toplumlarında ekonomik üretimin devam ettirilebilmesi için beraberinde askeri yapılanmayı da zorunlu kılmıştır. Hem ekonomik üretim hem de askeri yapılanma doğrudan doğruya insan gücüne dayalı olarak gerçekleşebilen faaliyetlerdir. Her iki durum da bozkır toplumlarında nüfusun hızlı biçimde artmasını zorunlu kılmıştır. Bozkır da ekonomik faaliyetlerin verimlilik üretmesi aynı zamanda özel mülkiyet anlayışının da gelişmesini gereklilik haline getirmiştir. Hayvan otlaklarının özel mülkiyet olarak algılanması diğer insanlara karşı korunması anlayışını beraberinde getirmiştir. Bozkır toplumları bu iki gerekçeden dolayı aynı zamanda İstilacı bir duyguya sahip olmuşlardır.
Tarihsel veriler Orta Asya’da yaşanan iklim değişikliklerinin beraberinde diğer yerlere yönelen zorunlu göçleri doğurduğundan söz etmektedir. İklim değişikliğinin bozkır alanında yaşam olanaklarını kısıtlaması bu bölgeden diğer alanlara doğru göç dalgalarına sebebiyet verdiği ileri sürülmektedir. Aslında bunun mümkün bir durum olmasına rağmen, asıl etkinin hem üretim verimliliği hem de alan korumaya dayanan anlayışın getirdiği aşırı nüfus artışından kaynaklandığını göz ardı etmemek gerekir.
Türkler köken itibarıyla bozkır toplumlarıdır. Bozkırın kısıtlı koşullarında sahip olunan alanı koruma düşüncesi Türklerde kaybetme korkusunu doğuran temel Psikolojik gerekçedir. Bu nedenle göç ettikleri yerlerde de bu duygunun etkisiyle yerleşik toplumları baskı altında tutmayı temel hedefleri haline getirmişlerdir. Vatanlarını ister iklimsel, isterse aşırı nüfus nedeniyle terk eden Türkler ulaştıkları yerleri istila ederken aynı zamanda orayıkorumayı öncelikli hedef haline getirmişlerdir.
Ancak tarih bunu başarma imkânına sahip olmadıklarına dair verilerle yüklüdür. Avrupa, Afrika ve Kafkaslarda elde etikleri her yeri kaybetmeleri bunun açık göstergesidir. Anatolia’da tutunmaları ise kendilerinin gücünden değil Batının onlara sunduğu imkânlardan kaynaklanmaktadır. Yine Rusların himmetiyle Anayurtlarında peyk devletlere sahip olabildiler. Avrupalıların Kürd ve Ermeni vatanları üzerinde bozkır Türklerine devlet başh etmeleri ise bozkır Türklerinde sanki kendi güçleriymiş gibi bir yanılgıya yol açmış ve bu yanılgı üzerinden imha ve inkâra yönelerek toprağın asıl sahiplerini yok saymalarına neden olmuştur.
Somutlaştıralım:
Kürdistan ülkesinin sınırlarına gelen bozkırlı Türkler asıl vatanlarına geri dönme koşullarına hiçbir zaman sahip olamadıklarını iyi bildikleri için Kürdlerle ortaklaşabilecekleri bir veri üretmek zorunda kaldılar. -Bu veriyi daha önce karşılaştıkları İrani Müslümanlardan dolayı üretmişlerdi.- Kürdler bozkırlı Türklerle ortak din anlayışı nedeniyle birlikte hareket etmenin daha doğru olacağı kanaatiyle davrandılar. Onları -bozkır Türklerini- kendilerinden kabul edip Anatolia’ya yerleşmelerinde başat rol oynadılar. Ancak bozkır Türklerinin ayakları yeri tutar tutmaz ilk yöneldikleri toplum da yine Kürdler oldu.
Anatolia üzerinden Avrupa’ya ulaşan Türkler zamanla geri çekilmek zorunda kaldılar. Geri çekilirken Balkanlar ve Kafkasya’dan gelenlerin daha fazla Türklüğe sarılmaları ise tarihsel sosyal genetiğin bir yansımasıydı. Tutundukları yeri kaybetme korkusunun tavan yaptığı geri dönen kitlelerin aşırı Türk milliyetçiliğine sarılmaları da ancak bununla açıklanabilir. Bu kitleler Anatolia’ya sığınınca bu alanı kendileri için son kale olarak görmeye başladılar. Dolayısıyla kendi farklılıklarını bir tarafa bırakarak kendilerini asıl Türk konumuna yükselterek Kürdlerin kendi farklılıklarını gündeme getirmelerini de kendilerine yöneltilmiş bir tehdit olarak algıladılar. Kısacası yeni alanlarını koruma düşüncesiyle kendi varlıklarını yok sayarken, farklılığı olan her kesimi düşman kategorisinde değerlendirmeye başladılar.
Çünkü sosyal genetiklerinde istila anlayışı olan bu Türk bozkır toplumu kendilerine kucak açanlara karşı da istilacı anlayışla davranmayı temel hedef haline getirmiştir. Dinsel veri üzerinden geliştirilen birlikteliğe hiçbir zaman hak, hukuk ve adalet ölçüleriyle bakmadılar. Sosyal genetiklerindeki kaybetme duygusuyla Kürdlerin vatanlarına istilacı bir mantıkla yaklaştılar.
Orta Asya bozkır kökenli Türklerin bugün bile yerleştikleri yerlerde etkinlik kurdukları alanı kaybetme duygusuna sahip bir psikolojiyle hareket ederek buna yol açacaklarını varsaydıkları toplumlara yaşam hakkı tanımamaları ancak bu mantıkla okunabilir.
Sonuç:
Kürdler tarihsel süreçte varlıklarını alan koruma düşüncesiyle bugüne ulaştıran bir toplumdur. Ancak Bozkır Türkleri için alan koruma düşüncesinde Kürdlerin aksine başkalarına ait olanı istila etmek ve onları yok etme anlayışı vardır. Günümüzde Kürdlere yöneltilen imha ve inkarın temel dayanağı bozkır Türklerinin sosyal genetiğine işleyen bu mantıktır. Oysa Kürd aşiretlerinde var olan alan koruma kendisini geleceğe taşımaanlayışına dayanmaktadır. Bu nedenle Bozkır Türkleri kaybetme korkusuyla hareket ederken Kürdlervarlıklarını daim kılmanın derdiyle hareket etmektedirler.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.