İnsanlık tarihi boyunca insan kişiliğinin bir noktada belirleyici ölçütü olan ahlaki ilkelerin doğuştan mı yoksa sonradan mı kazanıldığı şeklinde felsefi dayanaklar üzerinden yürüyen bir tartışma söz konusudur. Doğal olarak bu tartışma insana biçim veren asıl şeyin zihinsel verilere mi yoksa algısal verilere mi dayanmaktadır, sorusunu gündeme sokarak bunun etrafında dönen tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Konunun felsefi alt yapısının tarihsel olduğunu gözden kaçırmadan 19. yüzyılda şekillenmeye başlayan Sosyoloji ve Psikoloji bilimleri bu konu hakkında bilimsel temellere dayanan üretmeye başladılar.
Özellikle Psikoloji Biliminin insan tipolojileri hakkında ortaya attığı görüşler insanın tanıması açısından önemli veriler üretti. Bunun sonucunda felsefi temeller üzerinden şekillenen bir bütün olarak insan yaklaşımı yerine farklı faktörlerin etkisi altında kalarak biçimlenen insan yaklaşımı önem kazandı. Günümüzde ise konu daha çok Genetik Bilimi çerçevesinde ele alınarak yeni veriler üretilmektedir. Ancak biz konuyu kadim tartışma üzerinden ele alarak devam edeceğiz.
İnsanın kişiliği konusunda birçok Psikoloji ekolü farklı görüşe sahip olmalarına rağmen, insan kişiliğini şekillendiren ahlaksal gelişim söz konusu olduğunda zihin ve çevrenin başat faktörler olarak alındığına şahitlik etmekteyiz. Bu durum ise insanın çevresinin mi yoksa zihninin mi ürünü olduğuna dair bir sorunla karşılaşmamıza neden olmaktadır. Bizde konumuzu bunun üzerinden şekillendirerek biraz da Kürd toplumunun Sosyolojisinden beslenip bugünkü Kürd yapı ve örgütlerinin öne çıkan tepkilerini anlamlandırmaya çalışacağız.
İnsan zihninin ürünü bir varlık ise, özgür iradesine dayanan seçimler gerçekleştirerek eylemde bulunmaktadır sonucuna varırız. Dolayısıyla iradesiyle hareket eden insanların çevreyi okuma gücüne sahip oldukları ve tepkilerini çevreden gelen uyarıcıları rafine ederek belirlediğini ileri sürebiliriz. Bu insanların çevreden gelen uyarıcıları zihinde anlamlandırdıktan sonra buna karşı zihnin belirlediği en makul tepki biçimini geliştirdiklerini ifade etmek mümkün.
İnsan çevresinin ürünü bir varlık ise, çevrece kendisine algılatılan mantıkla olup bitenler konusunda seçimlerde bulunmaktadır sonuçlarına varırız. Dolayısıyla çevrenin etkisiyle hareket eden insanların çevrece belirlenmişanlık tepkilerle hareket etmekte olduğu ve gelen uyarıcıları test etme ihtiyacına sahip olmadığını ileri sürebiliriz. Çevrenin insanda koşullanmalar yaratarak istenilen koşullarda hangi tepkileri ortaya koyması gerektiğini belirlendiği için düşünme eylemine ihtiyaç duymadan öğretilmiş olanla yetinerek tepkiler geliştirdiğini ifade etmek mümkün.
Toplumsal yaşam alanında ise bu iki durum, karşımıza farklı iki insan tipini çıkarmaktadır. Özgür olanlar ve Mutiolanlar. İnsanının doğuştan özgür seçimler yapma kapasitesine sahip olduğuna yönelik felsefi tartışmaya girmeden Yale Üniversitesi Çocuk Bilişsel Kavrama Merkezi\'nde Dr. Karen Wynn’in “3 ve 6 aylık bebekler üzerinde yaptığı araştırmada tepkilerinde %75 oranında iyi figürüne yönelerek tercihte bulunduklarını belirlemiştir”. Bu durum zihnin iyi ve doğru olan temelinde bir şekillenmeye sahip olduğunu da göstermektedir. Ancak iyilik üzerine kurulu zihin ilk önce aile sonra ise içinde yaşanan toplumca kötülüğe sevk ediliyor.
Bu durum insanın toplumsal yaşama dâhil olduktan sonra çevresi tarafından belirlenen ölçütlerle muti/tabiolmaya yönetildiği sonucunu karşımıza çıkartmaktadır. Yani insanın tepkilerinde çevreyi dikkate alma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu ve çevreye göre davranışta bulunduğu anlamı çıkmaktadır. Bu insanlarıniradeleri yerine kitle psikolojisine teslim olmaya zorlanmakta oldukları sonucuna bizi vardırır. Gerçi bunun aksini iddia eden pek çok görüş mevcut. Günümüzde çevreden önce insan donanımının temelini oluşturan gensel yapının dahi etkili olduğu iddia edilir.
Konuyu “Eğitim sistemleri” ve “toplumsal yapılanma biçimleri” üzerinden ele aldığımızda ise çoğunlukla insanların standartlaştırılmış davranış kalıpları çerçevesinde yerleştirilmek istendiğine/ amaçlandığına şahit olmaktayız. Bu anlayışla insanların kendilerine benimsetilen bakış ve düşünüş biçimi dışında herhangi bir tutum ve davranışta bulunmamalarına azami gayret sarf edilmektedir. İster resmi olsun veya gayri resmi olsun her yapı kendisine bağlı bir toplumsal çevre ve taban oluşturma derdindedir. Dolayısıyla sadece kendi belirlenimleri çerçevesinde algılara sahip bireyler yetiştirmektedirler/aramaktadırlar. Toplumlardaki egemen ideolojiler bunuresmi eğitim formuyla gerçekleştirirken, gayrı resmi yapılar ise bunu benimsedikleri kültürel değerler veyaideolojik bakışlar çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışırlar.
Somutlaştıralım.
Bu psikososyal belirlemelerden konuyu Kürdlerin Sosyolojik davranışları üzerinden ele almanın zorunluluğuna inandığımdan bugün içinde bulunduğumuz çıkmazlara çözüm üreteceği umudunu taşıyarak bazı noktalara değinmeye çalışacağız.
Aşiretsel yapıya dayanan Kürtlerin toplum yapısı elbette Kürd bireylerinin davranış biçimleri üzerinde de etkili olmuştur. Sosyal yaşam açısından alan korumaya dayanan toplumsal yapı elinde bulundurduğu alanın kaybedilmesi halinde kendisinin de yok olacağını bildiğinden bireylerini bu bilinçle biçimlendirmeyi temel görev edinmiştir. Bu işleyiş biçimi bir anlamda aşiret bireylerinin kendi iradelerini aşiretlerine havale etmeleri anlamına gelir. Bunun sonucu olarak da aşiret bireyleri kendi iradeleriyle hareket etme yerine aşiret mantığından ortaya çıkan tepki ve direktiflere göre şekillendirilerek davranmaya yöneltilmektedirler [1] sonucuna varılır.
Bu anlayışla yetişen bireylerin özgür irade ile hareket etmelerini beklemek yukarıdaki teorik tartışmanın anlamsızlığını ortaya koyar. Oysa Kürd toplumunun bu Sosyolojisi bunun aksini ortaya koymaktadır. Aşiret mantığı temelde toplumsal katmanlara dayanır. Bireyler her ne kadar bu mantık çerçevesinde iyi ve doğru olanın ne olduğunu belirleyip buna göre davransalar da temelde bu mantık iyi doğrunun da temeli olarak karşımıza çıkar. Doğal olarak bireylerde bu mantık çerçevesinde yer aldıkları toplumsal katmana göre şekillenerek davranma durumunda kalırlar sonucu çıkar. Bu mantıkla toplumsal dokunun korunduğu ileri sürülebilir. Bire bir aynı olmasa da benzeri bir mantığı kast sisteminde görmekteyiz.
Hemen şunu ilave edelim. Kast Sisteminde toplumsal doku din üzerinden geçişkenliği yasaklayarak korunur. Oysa Kürd aşiretlerinde bu doku alan korumaya dayanan mantıkla korunmuştur. Yani birey alan korumada üzerine düşeni yerine getirirken bunu aynı zamanda kendisini korumayla eşdeğer tutmaktadır. Böylece alan koruma mantığı bireylerin konumlarına razı olmaları sonucunu ortaya çıkarmıştır. Buna ilaveten toplumsal katmanlarda kısmi geçiş imkânlarının olması da diğer bir etki unsurudur. Dolayısıyla aşiret bireylerinin toplumsal konumlarına yönelik itirazlarının önemli bir sorun oluşturmadığı sonucuna varılır ki bu toplumsal dinamiğin canlı kalmasında asıl işlevi ifade etmektedir.
Yüzyıllarca bu mantıkla korunan Kürd toplumsal yapısının dayandığı sosyoloji 19. ve 20. yüzyılda Kürdistan’ın parçalanmasıyla yavaş yavaş sömürgecilerin de etkisiyle dağılmayla yüz yüze geldi. Tam bu noktada Kürd bireylerinin başıboş kalması ve eski çevre etkisinin de önemini yitirmesi sonucu günümüz Kürd toplumunun karşı karşıya kaldığı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sorunun temelinde yatan asıl unsur aşiretsel yapıya dayanan toplumsal katmanlardaki bireylerin sahip oldukları yerin ve içselleştirdikleri statülerin işlevsizleştirilmesidir. Özellikle 1808 den itibaren Osmanlının Kürdistan da uygulamaya koyduğu Merkeziyetçi yapı ile bu çöküş başladı ve TC’nin kurulmasıyla Kuzey Kürdistan’da da bilinçli ve adım adım ilerleyen bir uygulamaya dönüştürüldü.
Bir noktaya değinerek konuya devam edelim. Alan korumaya dayalı aşiret yapılanması “ben değil biz anlayışının” toplumsal yapıda egemen olmasıdır. Yani F. Tönnies’in söz konusu ettiği Cemiyet anlayışına örneklik oluşturmaktaydı. Bu durum hangi toplumsal katmandan olursa olsun bireylerin ben duygusunu öne çıkartmalarının aynı zamanda kendi varlıklarını tehlikeye atmaları anlamına geleceği bilinciyle hareket etmelerine neden olmuştur. Doğal olarak beraberinde şu anlayışın oluşuna neden olmuştur. Aşiret reisinin yaşaması aynı zamanda en alt tabakadaki bireyin de yaşamasına da bağlıdır. Dolayısıyla her birey bu bilinçle hareket ettiğinden toplumsal dokunun korunması kolaylaşmıştır.
Kürd aşiret yapısı dikkatle ele alındığında görülecektir ki söz konusu katmanlar üstünlük aracı değil, Yaşam içerisinde sosyal dokunun sarsılmadan sağlam yürümesine yöneliktir. Dolayısıyla Kürd aşiret yapılanmasında yer alan eşraf emrindekileri Avrupa derebeyleri gibi malı/işçisi değil şeriki olarak görür. Bu nedenle Kürd aşiret yapısı feodal bir yapılanma olmayıp ortaklaşmayı gerektiren bir ortak yaşam alanına da dayanmaktaydı.
19.ve 20. Yüzyılda Kürdistan sömürgecileri tarafından aşiret yapılanması dinamitlenmeye başlandığı için Kürd toplumsal yapısının dayandığı sosyoloji de varlığını yitirmeye başladı. Bunun yerine ait olduğu toplumsal katmanı dikkate almayan ve kendisini la yesul kabul eden anlayışla olup biteni değerlendiren bireylerin merkeze oturmalarına neden oldu. Bu durum özellikle Kuzey Kurdistan da daha yoğun biçimde görülmektedir. Şimdi konumuzu bu noktaya bağlayarak devam ettirelim.
Toplumsal köklerden kopartılarak şehir, kasaba veya köylerde yaşayan Kürdlerin davranışlarında ve örgütlenmelerine bakıldığında aşiretten bireyselliğe giden anlayış yerine toplumsal yapının dinamitlenmesi sonucunda oluşan travmatik duygularla hareket eden kitlerin varlığına yol açtığını ileri sürüyorum. Bunun kuzey Kürdistan da özellikle 1970’lerden sonra merkeze oturan iki yapı üzerinden tahlili mümkündür. Bunlardan biri PKK diğeri ise Hizbullah yapılanmasıdır.
Sonuç.
20 yüzyılda gördüğümüz tüm Kürd örgütlenmelerine baktığımızda aşiretsel veya katmansal yapının önünde yer alanların öncülüğünü görmekteyiz. Hatta bu durum 1980\'e kadar sol, geleneksel veya İslami tandanslı olsa bile ortaya çıkan tüm Kürd örgütlerinin ön saflarında mutlaka eşrafın etkisini görürsünüz. Ancak 1980 ve sonrasındaki örgütlenme veya partilere bakıldığında bunu görmek ne kadar mümkün. Bence Kürdlerin deforme edilerek kaybettirilen sosyolojisinden kaynaklanan sorun buradan başlıyor. Ama günümüz sosyolojisi çözüm üretebilir mi onu tam bilmiyorum.
Kürd toplumunun sömürgecileri tarafından deforme edilen sosyolojisi toplumsal konumunu ve statüsünü içselleştiremeyen başıboş bireylerin öne çıkmasına neden olduğunu görmekteyiz. Önce şunu ifade edeyim. Bu çıkarımı insanın kendisini geliştiremeyeceği ve kast sistemindeki gibi her zaman konum ve statüsünü benimsemek anlamında kullanmıyorum. Ancak tarihsel asaletin birey üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Yani bireyin birey yapan asıl unsurun sosyal genetik olduğunu düşünüyorum. Ki toplumların anlamı da bu tarihsel niteliğe sahip sosyal genetiktir.
Son zamanlara kadar Kürd toplumu açısından baktığımızda yapılanma ve örgütlenmelerde bu sosyal genetiğin işlediğini ileri sürebilirim. Ancak günümüzde bu artık her yerde net biçimde işlevsel olamamaktadır. Özellikle kuzey Kurdistan’da bunu daha net görmekteyiz. Burada aşiret mantığının çözülmesiyle ve yüzyıldır aralıksız süren red ve imha nedeniyle bireyler kendilerini koruma derdini öne çıkartmışlardır. Koruma derdi bireyin ait olduğu sosyal gerçeklik yerine similasyon niteliğindeki gerçekliğe yönelmesinde etkili olur.
Bu durum Kürd bireylerinde aynı zamanda “öğrenilmiş çaresizlik” duygusunu yaratmıştır. Aidiyet duygusunun farklı alanlara kanalize edilmesi de sorunun çarpıtılmasına hizmet etmiştir. Böylece bireylerde zamanla yapılabilecek herhangi bir şeyin olamayacağı kanaati yerleştirilerek tek çıkar yolun var olana intisap etme ve onu korunması olacağı inancının yerleştirilmesine neden olmuştur. Bireyin iradi belirlenimi böylece elinden alınarak onun yerine çevre telkiniyle oluşturulmuş belirlenimi benimseme zorunluluğu var edilmiştir.
Toplumsal dinamiğinden [2] kopartılan Kürdler yaşadıkları travmatik duygunun etkisiyle avare biçimde üç ana kola ayrıldılar. Sol ideolojik argümanları temel felsefe haline getirerek toplumsal dinamiği dinlemeyeceğini [3] deklere eden PKK, Yüzyılın başından bari adım adım işletilen ve klasik medrese âlimlerini tekfir ile işe başlayan İslamcı ideolojiden beslenen HUDA PAR. Bunların dışında kalanlar ise resmi ideolojinin soslanmış tonu olan Türk İslamcılığına sarılanlar şeklinde bölündüler. Buna sebep olan unsurların çokluğu konuyu dağıtacağından sadece şunu vurgulayarak bitirelim. Kadim sosyolojinin yerini dolduramayan toplumun kendisinden olan bireylerinin kadim sosyolojiye düşman kılınması asıl etkendir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.