Tarih sahnesinde yer bularak toplumlar üzerinde egemenlik gücü oluşturabilen siyasal veya askeri yapılanmaların kendi dönemsel koşullardan soyutlanarak günümüz değerlendirme ve tahlil biçimleriyle açıklanması mümkün değildir. Egemenlik oluşturabilen her yapı döneminin sosyo-kültürel ve politik verileriyle birlikte ele alınmalıdır. Ancak tarih sahnesinde neşvünema bulan medeniyetlerin ve yapıların dayandığı tarihsel arka plan ise sadece çevre ile oluşturdukları ilişki koşullarıyla açıklanamaz.
Ekonomik, coğrafik, siyasal, askeri vb. koşulların tarih sürecinde oluşan bu medeniyetlerin geliştirdikleri egemenliğe yön vererek oluşturulan yapılanma biçimine etki ettikleri yadsınamaz. Tarih sahnesinde yaşam bulan ve toplumlar üzerinde egemenlik gücü oluşturabilen bu yapıların dönemsel koşulları dikkate alınmalıdır. Bu yapıların dönemin koşullarından soyutlanarak günümüz değerlendirme ve tahlil biçimleriyle açıklanması ise hiçbir şekilde mümkün değildir.
Tarihi süreçte dünya üzerinde karşıtlık içeren iki başat medeniyetten ve bunların geliştirdiği egemenlik biçimlerinden söz edilebilir. Bu medeniyetlerin belirlenmesinde temel faktörün neye dayandığı ve nasıl şekillendiği belirlenerek çıkarımlarda bulunulabilir. Bu iki medeniyet için coğrafi koşulların belirleyiciliğini dikkate almadan yapılan açıklamaların sakat veriler barındıracağı muhakkaktır. Dolayısıyla Doğu ve Batı medeniyetlerine ait egemenliklerin de coğrafi koşullardan kaynaklı birbirinden farklı dayanaklara sahip olduklarını ileri sürmek mümkündür.
Coğrafi koşullar Doğu Medeniyetlerinde egemenlik paylaşımını daha çok korunma ihtiyacı ve birliktelik üzerine bina ederken, Batı Medeniyetlerinde ise güçsel üstünlük ve bireysel tercih üzerine bina edilmiştir. Koşulların doğurduğu ihtiyaçlar yapılanmaya yön vererek egemenliğin oluşma biçimini şekillendirmiştir. Yani toplumların varlıklarını sürdürmelerinde gerekli olan öncelikli ihtiyaç biçimi diğer sosyal ilişkilere yön vermiştir. Örneğin günümüz Irak topraklarında yaşayan suni Arapların korunma ihtiyacından dolayı yüzyıl boyunca düşman olarak belledikleri Kürdleri/Erbili Bağdat’a karşı tercih etme zorunda olmaları bu ihtiyacın yansımasıdır.
Bu anlamda tarihsel Roma egemenliği ile Mezopotamya egemenlikleriyle kıyasladığımızda Roma’nın güçsel üstünlük üzerinden varlık kazandığı açığa çıkarken, Mezopotamya’nın ise müttefiklik üzerinden varlık kazanmaya çalıştığını görürüz. Ki Mezopotamya’da müttefiklik koşullarına riayet edilmemesi nedeniyle Roma gibi uzun soluklu egemenliklerin sürdürülemediğini müşahede etmekteyiz. Çünkü Batı/Avrupa coğrafyası çoğu zaman varlığın devamı ve korunması açısından dayanışma gerektirmeksizin bireysel yaşama olanağı sunduğundan sadece gücü önemsemek zorunda kalmıştır. Oysa Doğu/Ön Asya medeniyetlerinde coğrafya varlığın devamı ve korunması açısından bireysel yaşama olanak sunmadığı için varlığın devamı sosyal ilişki üzerinden dayanışmaya dayalı birlikte yaşamayı önemsemek zorunda olmuştur.
Toplumların tarihsel süreçte en fazla tepki verdikleri sorunların temelinde egemenliklerini kullanma alanı olmuştur. Eğer egemenliklerine zarar verecek veriler ortaya çıkmışsa o zaman toplum bunu doğrudan doğruya kendi varlığına/ bünyesine yapılmış tehdit ad ederek tepki verir. Kürdistan’ın ve Kürd halkının yaşadığı soruna bu çerçevede bakmak tarihsel bir zorunluluktur. Buna rağmen dönemsel koşullara göre değişen egemenlik algısını göz ardı edersek ortaya konulan tepkiyi anlamlandırmaktan uzaklaşırız.
Tarihsel olarak Kürdistan bölgesinde egemenlik hakkına yönelen saldırılara ait yansımaları görmek her zaman için mümkündür. Persler ile Bizans arasında, İran ve Osmanlı arasında tampon bölge olma niteliği dolayısıyla egemenlik hakkını korunmayı esas alan aşiretsel yapıların oluşumu zorunluluk haline gelmiştir. Tercihlerin güç dengelerindeki değişime bağlı olarak farklılaşması buna örneklik teşkil eder.
Aşiretsel yapı alan koruma düşüncesine dayandığından bu tercih değişimleri aynı zamanda varlığın korunmasına da etki etmiştir. Alan korumanın Kürdler açısından bir nevi egemenlik hakkının kullanımı olarak algılanması nedeniyle birlikteliği bu yapıya saygı gösterenle gerçekleştirmeleri doğaldı.
Kürdistan’ın bu anlamda egemenlik hakkının ihlalini Türklerin Anadolu akınlarıyla Mervanilere yönelik gerçekleştiği malum. Ancak Osmanlı’da İİ. Mahmut ile başlayan merkezileşme tam olarak bu egemenliği hedef alan bir adımdı. Ki bu adım iki yüzyıllık sorunun alt verisi olarak ele alınmadıkça doğru sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü Osmanlı karşılıklı sosyal çıkara dayalı dayanışmayı ortadan kaldırılarak tek taraflı egemenlik oluşturmak istemiştir. Kürdistan sorunu tarihsel ve sosyolojik değerlendirmelere tabi tutulurken egemenlik kullanımı göz ardı edildiğinde anlaşılması imkânsız hale gelmektedir.
Osmanlı İran çatışmasında İdris’i Bitlisinin tercihini Osmanlıdan yana kullanırken egemenlik kullanımını dikkate aldığı gözden kaçırılmamalıdır. Hata Aşiretlerin kendileri üzerinde kendileriyle eşdeğerdeki bir gücün egemenliğini kabul etmedikleri ve bu nedenle Osmanlı üst çatısını benimsemeye yanaştıklarını da görmek gerekir.
Sonuç:
Doğu medeniyet yapısı içerisinde şekillenmiş Kürd toplumunun iki yüzyıllık varlık mücadelesini anlamaya çalışırken eşdeğer güçler olarak aşiretleri, neden bir araya getiremediğini anlamak için alan korumaya dayalı egemenlik hakkını dikkate almak zorundayız.
Birinci Dünya savaşı koşullarında Batı, Ortadoğu da dizayn yaparken Kürdleri görmedi şeklindeki değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Hata sorunu Sultan Selahaddin’in Kudüs’ü onlardan almasına bağlamak daha yavan bir bakış olur.
Sorun o dönemde de eşdeğer güçler olarak varlıkları devam eden aşiretlerin kendi alan egemenliklerini kaybetmek istememelerinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Batı kuşatıcı bir muhatap göremediği için sorunu pay pas yöntemiyle çözme yoluna gitti.
Günümüzde Kuzey Kürdistan ‘da aşiretlerin siyasal tercihleri dikkate alındığında belirleyiciliğin siyasi görüş yakınlığı değil eşdeğerdeki aşiret tercihinin etkili olduğunu görmek de bunun bir yansıması. Güney Kurdistan da Federal bir yapı kazanıldığı halde iki parçalı orduyu da bunun üzerinden okumanın zorunluluğu ortadadır.
22/05/2015 Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.