Yıl 1986 Ocak sonu kışın ve doğunun dondurucu soğuğunda 23 günlük tarifi imkansız ağır işkencelerin ardından Jitem işkencehanesinin kapısında üzerinde lacivert Askeri giysi bulunan rütbeli biri ifade almaya başlamıştı.
O günkü İşkence seanslarının ardından ifade için rütbelinin huzuruna çıkarılmıştım. Rütbeli şahıs, \'\'Ülkemize ta Amerika\'dan yalan makinesi diye bir Makine getirdiklerini,\'\' söylüyordu.
Üzerine bu Makineyi bağlayacağız demişti, o nedenle sorulan sorulara doğru cevaplar vermelisin, aksi durumda zaten Makine tespit ediyor, alacağın ceza çok daha ağır olacaktır, diye tehdit etmeyi de ihmal etmemişti.
Amerika\'dan getirttik dedikleri yalan Makinesine bağlanmış ve 30-35 soruya muhatap olmuştum. Yalan Makinesi dışında da işkence hanenin kapısında ayrıca ifade de alınmıştı. Yüzlerce kişiden hatırladığım kadar 23 kişi tutuklanmış, meşhur Diyarbakır Ceza evine sevk edilmiştik.
O işkence seansları sürerken yurtseverleri de alçakları da tanımış olduk. Arkadaşını satanları, halkına ihanet edenleri, menfaatçileri, korkakları, züppeleri canlı olarak görme fırsatımız olmuştu.
İşkenceye Diyarbakır Cezaevi kapısında tekrar devam edilmiş, hücrelere kadar sürmüştü. Hücrelere kapatıldığımız da bütün duvarlara ırkçılığı temsil eden marşlar, sloganlar, resimler ve figürlerle donatıldığını görmüştüm. Tekçi, bütün sosyo-kültürel farklılığı teslim almaya yönelik ırkçılığın doruğu yaşatıldığı duvarların her noktasında belliydi. Ziyaretçi yerine \'\'Türkçe konuş çok konuş\'\' ve Cezaevinin iç duvarlarında, koridorlar, koğuşlar, hücreler, tavanlar, tabanlar her taraf ırkçı sloganlarla doldurulmuştu.
Gelen tutuklulara; “banyolu mu televizyonlu mu koğuş istersin?” diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce her türlü işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasıyla yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.
Tek kişilik yere yedi kişi sığdırılır, Askerler gardiyanlar gelir, “Ellerinizi uzatın,” der, hücrenin, kapı ve penceresinden eller uzatılır, yoruluncaya kadar dövüp giderlerdi. Bu fiziki işkenceler kısa aralıklarla tekrarlanırdı. Sonra hücre işkencesi düzenine geçilir, günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam sürüp giderdi. Bizden öncekiler 50’yi aşkın marşı ezberlemek zorundaymış, bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirmiş.
Bizler cezaevi duvarlarındaki ırkçı marş, figür ve sloganların tümünü duvarlardan kazıyarak çıkarttık. Direnişlerle, direnerek, ağır bedellere karşılık insanlık onuru korunmuştu. Mazlum Doğan\'lar, dörtler ve direne herkes canlarını siper ederek ırkçı, yok etmeyi hedefleyen baskıların aşılmasını sağlamıştı. Her türlü imhaya ve Irkçılığa karşı var olma mücadelesi büyük direnişlerle kazanılmış, onurlu bir soluk elde edilmişti.
Halkımız bugün görünürde var olan düşünce, bakış ve değerlendirmelerin çok daha ötesinde ve çok daha büyük ağır bedeller ödeyerek onuru korumaya çalışmıştı.
1991 yılında başka bir siyasi Parti içinde seçilip Parlamentoya giden bir avuç insan tıpkı Diyarbakır Ceza evindeki direnişe benzer bir direnişle egemen ulusun ırkçı kurallarına ve metinlerine karşı çıkmış, var olma mücadelesine onurlu bir biçimde katılmıştı.
Özellikle belirtiyorum ki 1991 ile 2015 yılları arasında Avrupa Birliği üyeliği katılım ve müzakere süreci nedeniyle ülkede çok büyük kurumsal ve kuramsal değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Yaşanan bu değişimlerle genel olarak fikir özgürlüğü, demokratik haklar, sosyal ve siyasal haklar, kültürel haklarda önemli iyileştirmeler sağlanmıştır.
2015 Genel seçimleri yapıldı ve halkımız 80 Vekili ulusal temel değerleri ve hakları adına seçip Parlamentoya gönderdi. Ancak 1980 Askeri darbesinden miras kalan ve egemen ulusa bağlılığın ifadesi olan Milletvekili yemin metnine seçilmiş vekillerin teslim olması, aynısını içine sindirmesi, o yemini etmesi bugüne kadar verilen büyük ve ağır bedellere layık olamadıkları dışında bir şey ile izah edilemez.
Halkımızın var olma mücadelesinde, sosyal, siyasal, kültürel temel hakları için verdiği büyük mücadeleye, o mücadelenin bütün değerlerine layık olmamakla izah edilebilir.
Herşeyden önce Kürt halkının temel hakları için mücadele ettiğini ileri sürerek seçimlerde halktan oy alanların Meclis çatısı altında sadece egemen ulus halkı adına namusu ve şerefi üzerine büyük yemin etmesi sömürge bir halkın temel hakları adına mücadele eden onurlu hiç bir insanın kabul edebileceği bir durum değildir.
Egemen ulus adına siyaset yapan her kişi egemen ulus adına düzenlenmiş o yemin metni üzerine büyük yemin etmesi, kurum ve kuramları faşist ideolojilerin etkisinden yeni çıkmaya başlayan ülkelerde yadırganmayabilir. Ancak sömürge bir halkın temel hakları adına siyaset yaptığını ileri sürüp egemen ulus adına düzenlenmiş, ona bağlığının simgesi olan yemin metnine teslim olması kabul edilebilir bir durumdan çok daha başka anlamları vardır. Her şeyden önce egemen ulusun ırkçı metinlerine, kuramlarına, kurumlarına teslimiyeti ifade etmektedir. Bu noktada doğruluk ve dürüstlük sorgulanmalı, kim olursa olsun bütün boyutlarıyla ortaya konulmalıdır.
Bu tutumdan sonra Parlamento çatısı altında bulunayım, süreci buradan takip edeyim gerekçesinin hiç bir anlamı kalmıyor.
Halkımızın bu uğurda feda edilen yüce değerleri; Hukukçular, Mühendisler, Doktorlar, Eğitimciler, Siyasalcılar olmak üzere her meslekten insanlar mesleğinde yükselmeyi veya Milletvekili olmayı da biliyorlardı. Sizler o denli akıllısınız, halbuki o yüce değerler onuru kişiliği, halkına sadakatle bağlılığı ve direnmeyi seçtiler, halkına, halkının değerlerine canını verecek kadar bağlıydılar ve ihanete karşı net bir tutum ve duruşları vardı.
Egemen ulus adına var olan yemin metnini ret etmenin hiç bir cezai müjdesi de bulunmuyor. Sadece Vekil olma koşullarını zorluyor, belki ortadan kaldırabiliyor, vekil olamıyorsa varsın onurunu, temsil ettiği halkın temel hak ve hukukuna bağlılığını ve onurunu koruyarak vekillikleri gerekirse ortadan kalksın.
80 Vekilin, milletvekilliğin bu şekilde düşmesi, onurlu bir yaşam ve ulusal varlığı için mücadele eden, büyük ve ağır bedeller ödeyen halkımıza layık olabilirlerdi. Bugün düştükleri bu durumla halkımızı temsil etmekten çok uzaklaştıkları ettikleri yeminle zaten ortaya konulmuş oldu. O yemine bağlı kalarak egemen ulusun her türlü hizmetinde sadakatle kalmaları kaçınılmazdır.
Mecliste yapılan yemin töreninde Kürt halkı adına Milletvekilleri seçilenler o yemine inanıyor muydu?
Gerçekte o yemin için herkesin boynu eğik miydi, yoksa gurur duyanlar var mıydı?
1981 direnişinde zorla istiklal marşı, ırkçı sloganlar ve marşlar okutulan Diyarbakır zindanındaki esirlere benziyorlar mıydı?
Nitekim bu esirler kendilerine dayatılan boyun eğişe uzun bir süre katlanamadılar ve sonunda isyan ettiler. Kaç dönemden bu yana bu tutum büyük bir sosyal, siyasal proje ve mühendislik midir?
Egemen ulusa ve kendilerine hayırlı ve uğurlu olsun mu diyelim?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.