Türkçe, Ural - Altay dil ailesinin, Altay grubuna aittir. Moğolca ve Mançu-Tunguzca ile birlikte aynı köke dayandırılır. Tüm Ural Altay dil ailesini Türk kavramı içerisine alıp özdeş bir yargıya oturtulmak suretiyle, “Güneş Dil Teorisi”ne malzeme ederek,” Türk Tarih Tezi”ne oturmak istendiğini biliyoruz. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Altayikler ile Kazak, Özbek, Türkmen ve Azeriler, “Dilimiz; Türkçe ile aynı ulus dil içerisinde değerlendirilemez!” diyerek itiraz etmektedirler. Ancak Türk resmi ideolojisi bu itirazları duymazlıktan gelmekte ve dediğim dedik, onları da kendine katarak iddialarını devam etmektedir ve yüzleşememektedir.
Bu itirazları kaale almayan Türk Resmi ideolojisi, bütün Ural – Altay dil ailesini Türkçenin içinde farklı lehçe/diyalektler ya da şive/ağız farkları olarak değerlendirmektedir. Oysaki, Ural dilleri bir tarafa, Altayik diller arasında da ses(fonetik), şekil(morfoloji) ve cümle yapısı olarak tanımlanan söz dizimi (sentaks) bakımından belirgin farklılıkların olduğu tartışma götürmezdir. Tarihsel olarak Doğu(Çağatay)Altayik diller ile Batı (Osmanlı) dili arasındaki fark, her geçen gün birliğe değil, ayrışmaya ve uzaklaşmaya doğru yol aldığını tüm veriler ortaya konmasına rağmen inkar, red ve kendine katmakta “mahir” olan Türk resmi ideolojisi verilere kulağını kapatarak icraatını aynı “yok sayma” zihniyeti üzerinde sürdürmektedir.
Bu ayırım dilin adlandırmasında da görülür. 14. Yüz yıla kadar “Eski Oğuz dili” denilir. 14. Yüz yıldan sonra has yani özgün hali olmayınca İmparatorluk ailesinin konuştuğuna indirgenerek “Osmanlıca” denilir ki bu dil Arapça, Farsça ve Kürdçe kelimelerle karmalaşan Oğuzca dilinin sentaksından alınan, zorca anlaşılan bir dil olarak konuşulmaya çalışılır. Bu etki işgalci akıncının, dil ve kültür olarak yaşadığı zayıflıktan dolayı, girdiği her yerleşik alandaki dil ve kültüre entegre olmaktan başka şansı kalmıyor. Dolayısıyla, “Osmanlıca” dedikleri karma dil, Osmanlı ailesine Selçuklular döneminden itibaren başlamıştı. Selçuklu ve Osmanlı devleti, Oğuzca, yönetim dili için yetersiz kalınca, Farsçayı yönetim dili olarak kullanır oldular. İslamiyet’i kabul ettiklerinden beri de ibadet ve eğitim dili olarak Arapçayı kullanır oldular. Bu sonuç, Selçukluların Ana kitlesini oluşturan Oğuzların Kaşgar, Balasagun, ve Turfan gibi nispeten gelişkin ve ürün vermiş olan bölgelerden de uzak ve daha geri göçebe bölgelerden çıkmış kabileler olmaları da, onların kendilerinden daha gelişkin yabancı dil ve kültürlerin etkisinden kalmalarını sağlamıştır. Selçuklu ve Osmanlı hanedanları, adeta ümitlerini Oğuzca ile gelişeceklerine ümitlerini kesmiş, Arapça eğitim veren medreseler inşa ettikleri, Selçuklu sarayının klasik Acem-Fars şiirini himayesine almayı hedeflemiştir. Bu geleneği Osmanlı devleti de devam ettirmiştir.
Osmanlı’da Enderun okulları, devşirme çocuklardan seçilen ve Osmanlının yazı işlerini sürdüren bu eğitilen kesim, Farsça ve Arapça terminolojiye göre bir dil geliştiriyor. Bu eğitilenler, her ne kadar Osmanlıca konuşan ailelerin yanına veriliyor olsalar da, eğitimci olarak yetiştiklerinde, divan şairlerinin çocuklarını yetiştirenler de bunlar oluyordu. Böyle olunca, 16-18 yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda konuşulan dil, oldukça farklı bir düzeyde gelişme gösteren bir yazı dili oluştu.
Bu durum devlet ve eğitim kadrosunda Arap ve Farsların görevlendirilmesi önemli bir nüfus oluşturmasına vesile olmuştur. Mevcut hal, İranlıların dikkatini çekmiş, Osmanlı devletinden kullanılan Farsçayı bozduklarını düşünerek; “Cehalet-i meşhur, diyar-î Rum” tabiri bunun üzerine dile düşer.(Mustafa Akdağ’ın, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi. Cilt: 2, s.9) Bu durum Oğuz kökenli Selçuk ve akıncı gelen Türkmen göçebe halkta bile tepkilere yol açmıştır. Başta Kahramanoğulları Beyliği’nde bu tepkilere uyarak, Kahramanoğlu Mehmed Bey, yönetim kadrosundan Arap ve Farsları uzak tutmaya yönlendirmişti. Mustafa Akdağ bu durumu “Türkleşmeye yeniden ilk dönüş…” olarak değerlendirir.
Fatih Sultan Mehmed döneminde, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u işgal etmesinden sonra da Acem şairlerine kapısını açık tutmuştur. Hamidi, Kaşifi, Mealî, Rızazi vb. şairler bunların en bilinenleridir. İslam dünyasında bilim dili Arapça olduğu için, Osmanlı devleti Arapça ile de iç içe geçmişti. Elbette bu iki dilin Osmanlı devlet ine sirayet etmesi, girdikleri coğrafyanın yerel kültürüne ve çok zayıf olan dilleriyle devlet yönetilemeyecek zayıflığı ile başka dillere iktibas edilmesi sonucunu yarattı. Murat Belge bu durumu: “Türkler kendi yaratamadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratamadıkları kelimelerini de almak zorunda idiler” diye ifade eder. Böylece dilin saflığını yitirtip, Oğuzca, Farsça, Arapça, Kürdçe karışımından bir “mürekkep” dilin, “imtiyaz” dil olarak ortaya çıktığı, devlette konuşulan bu resmi dilin, göçebe Türkmenlerin anlamadığı bir lisan olarak şekillendi. Osmanlı dönemi boyunca, Osmanlı devletinin hüküm ettiği alanların ekseriyeti Gayri-Müslim idi ve Osmanlı devleti Gayri-Müslimler ile “Darul İslam”in kuralları gereği “Darül Harp” yasaları işliyordu, yani İslam kuralları gereği ”Sürekli bir savaş halinde” idi. Bu Gayri Müslimlere ekstra bir Ciziye/baş vergi ve haraç/arazi vergisi olarak baskı ile yükleniyordu. Milleti Hakime Müslümanlar olduğu için, Gayrı Müslim onların tanıklığı bile hiçbir yerde kabul edilmez, yönetsel özerkliğe sahip oldukları alanlarda içki içemez, silah taşıyamaz, ata binemez duruma getirilmişlerdi.
Ermeniler, MÖ. 6. Yüzyılda, İrilyalıların baskısıyla Balkanlardan gelip Seyhan Ararat hattına dağınık bir şekilde yerleştikten sonra, İranlılar, Kürdler, Farslar, Romalılar ve Rumlar ile birlikte dağınık bir vaziyete yaşardılar. Ermeniler ekseriyetle yaşadıkları halkların yönetimi altında kaldılar. Ancak, 4. Yüzyılda Roma devletinin denetimini kabul ederek, Hıristiyanlığı seçtiler. Kendilerine has oluşturdukları Ortodoks kiliselerinde, dinsel, dilsel varlıklarını korudular, 407 yılında icat ettikleri alfabeleri ile edebiyatlarını yazılı hale getirdiler, kiliselerini okul gibi kullandılar ve varlıklarını zanaatçılık, ticaret ve tarımı daha iyi kullanma şansını verdi ve kendilerini tüm art-vergi ve baskılara rağmen korudular. Bu zemin onları 19. Yüzyılda erken dönemde reforme ederek ticaret burjuvazisi statüsünü yakalama imkanlarını da veriyordu.
II. Mehmet, İstanbul’u işgal ettikten sonra, Bizanslılar tarafından kırıma sürülmüş olan 70 bin Ermeni’yi İstanbul’a getirtir ve devletin himayesine alır. Bu durum Müslüman tebaanın diğer gayrı Müslimler içinde en çok Ermenilere güvenmelerine vesile olur ki, Ermeniler için “Tebaa-i Sadıka-ı Şahane” olarak anılmalarına neden olur. Bu durum da Ermenilerde bir rahatlık ve hatta devletin yanında bir rehaveti yaşadıkları bir siyasi gelenek olarak kalır. Ermeniler bu refleks ile adeta savunma reflekslerini yitirmelerine yol açtı. Tanzimat döneminde Avrupa devletlerinin, 1880’lerde Çarlık Rusya’sının kendilerine verdiği vaatler gerçekleşemeyince, II. Abdulhamid ve sonra da İttihat ve Terakki’nin “Turan ve Türk İmparatorluğu” hedeflerinde, Ermeniler ve diğer halklara da uygulanacak soykırımın en barizine hedef olur.
Yahudilerin MÖ. 586 yılında Babil istilasından sonra, önce Babil’e sonra da eski dünyanın farklı bölgelerine savurdu. Roma ve Bizans İmparatorluğu da bu sürgün sürecini tetikledi ve Yahudiler adeta dönemin “Lanetlileri” olarak izole edilir oldular. Ancak Yahudiler dünya tarihinde Diaspora siyasetini sürekli kılan en başat halk olarak, gelenek, din, ve siyasal özlemlerini hep diri tutar. Yahudiler genel olarak din konusunda yayılmacı özelliği olmayan Pagan ve Mihtra inançlı halklar arasında sessizce yaşamayı yeğler. Ancak bu durumları, onların Hıristiyan ve İslami baskıların sillesini yememeleri için eksik tedbir olarak kalır. Vaziyet, Yahudileri daha kuytu alanlara sürdü, kaldıkları toplumun renklerini alarak kendilerini yaşatmaya çalıştılar. Ekonomik güç olmak için, doğuşundan edindiği eğitim, icatlar, edebiyat ve keşiflere yönelmeyi artırarak geliştirdiler. Bunları yaparken dayanışmalarını hiç kaybetmediler. Konuştukları dil İbranice, 19-20 yüzyılda “kaybolan diller” arasına yerleşti. Ancak İsrail egemen devlet olduktan sonra, kendini ve dilini yok edilişten yeniden yarattı..
Kürd dilini ise mirlik, aşiret, ve yerel halk olmanın avantajları, onların dillerini korumalarını, mirlikler bünyesinde edebiyatın gelişmesi,yerleşik alanlarında medrese eğitiminin sadece din ve mitoloji değil, yanı sıra Tıp, Matematik, Astronomi, Edebiyat, Matematik, Tarih , gibi 12 alandaki Kürdçe derslerin verilmesi, Kürdlerin Kürdçelerini ve kendilerini var etmiştir. Ancak, egemen bir devlet olan Osmanlı devleti, merkezde oluşturduğu dili resmi alanda, tüm halklara yukarıdan aşağıya yayar.. Zira devletle iletişime geçmenin karışık dili, sentaksı Altayıklerin Oğuz boyu dili ile yaygınlık kazanıyordu. Ancak sonradan Müslüman olan Pomaklar, Arnavutlar ziyadesiyle devlet kurumu ile bütünleşip, özerk konumlarını yitirdikleri için, Osmanlıcayı yaygın konuşuyorlardı. Bu durum daha sonraki süreçte söz konusu topluluklarda, Türklüğe devşirme asker ve yöneticilerin yaygınlığını sağlayacaktı.
Ancak, Tanzimat dönemine kadar, Oğuz/Türkmen dilindeki zayıflık, diğer dilleri eritmeye yetmediği gibi, yerel kültür ve dilleri, diline ekliyor ve farklı bir karma dil oluşuyordu. Ancak Osmanlı devleti, özerk topluluklara müdahale edip tasfiye etmeye başlaması, esas olarak 19. yüzyıldan sonraki katı merkezileşmeye ağırlık vermeye başladığı süreçten sonra, dil üzerinde de bir merkezileşme süreci başladı. Ancak, Osmanlıca olarak belirttiğimiz o günün karma dillerinden müteşekkil dil, resmi egemenlik yaygınlığı karşısında Kürdlerin, mirlikleri, beylikleri, aşiretleri üzerinde pek işlevli olmazken, Kürdler eğitim ve öğretimlerini Kürd medreseleri üzerinden yapılıyordu. Bu durum Osmanlıcanın Kürd toplumuna nüfuz etmesine barikat oluşturuyordu. Bu durum Kürd dilinin günümüze taşınmasında büyük etken olmuştur.
Osmanlı toplumundan, 1826’da II. Murat döneminde tasfiye olunan Yeniçeri Ordusunun yerine Nizami Cedid Ordusu’nun kuruluşunun ardında, geleneksel Osmanlıcı “Millet Sistemi”nden Modern ve merkezi devletleşmeye hız verilen 1839’daki “Gülhane Hat-ı Humaynu” reform paketi, askeri ve idari alanda gerçekleşmenin hedefi, “Osmanlı Millet Sistemi”nden “Modern Osmanlı Toplum” çıkarma hedeflenmişti ki bu “Modern Aydın Despotizmi” şeklinde tezahür ediyordu. Paket, Avrupalı eğemen devletler tarafından hazırlanıp, Osmanlı toplumunda tatbiki ile model alınan Avrupa Toplumundaki “eşitlik, özgürlük ve aydınlanmacı kimlik siyaseti”, Hıristiyan ve gayri-Müslim toplulukları dini ve sosyal bakımdan korunmayı içerdiğinden, bu durum Müslüman topluluklarda, kaygılar yaratarak, Gayri Müslimlerin Osmanlı toplumundan ayrılacağı ve geleneksel İslam egemenliğini ve “bekasını bozacağı” kaygısını tetikliyordu. Bu durum Namık Kemal ve Ahmet Mithad Efendi’nin yazılarına yansıyarak, “Osmanlıca” kavramını, “Osmanlıcılık” ideolojisine dönüştürmeye çevirdi. Bu, “Millet-i Osmani” kavramı ile “Lisani Osmani” kavramlarını aktüel kıldı. Ancak “Gülhane Hattı Hümayunu Fermanı” Fransızca ve yanı sıra öylesine bir Osmanlıca ile yazılmıştı ki, ancak çok az sayıdaki bazı Osmanlı yöneticileri anlayabiliyordu. Bunun üzerinden, metnin Fransızcadan anlaşılabilinir dile çevrilmesi tepkileri sonucu, Osmanlının önemli şehirlerinde eğitimi yaygın olan Fransızca bilenler, metni eline geçirdiği gibi, anlaşılır bir dile çevirmek için yaygınca kolları sıvar. Zira Fransızca, Osmanlıcadan kolay anlaşılır bir dil haline varmıştı.. Çünkü Osmanlıca dediğin, Farsça, Arapça, Kürdçe ve Oğuzca demekti. Bütün bunları çözmek yerine, Fransızcadan almak ve herkesin annesinden öğrendiği dile çevirmek daha kolay olacaktı ki, o Anne dilleriyle de eğitim yoktu. Kıyıda, köşede öğrenenler ise Gülhane Hat-ı Hümayunu’nun Fermanını alıp uygulamak ya da uymak kolay olmuyordu. Zira Avrupa’nın bu Ferman ile, Hıristiyan toplulukları içinden bir burjuva sınıf ı yaratarak taşımayı hedeflerken ya da hesaplarken, belli bir sürede önemli bir yol alınmasına rağmen, bu süreç Hıristiyan toplulukların 19 yüz yıl sonu ile 20. Yüz yılın başında soykırıma götürmelerinin vesilelerinde biri oluyordu. Daha da ötesi, bu soykırımlar işini taşıyan devşirmeler, “Güneş dil Teorisi” ile rezil bir teoriyi tüm dillerin başına bela ettiği gibi, Türkçeyi de gülünç duruma düşürüyordu. Ama gel gör ki bu ırkçı teori, kendileri Türk olmayan devşirme Türkçülerin sarıldığı yılan oldu ve adeta yılanı bile kendileri gibi evcilleştirip devşirerek, hep beraber diğer dillere düşman oldular.
11 Mart 1882’de Renan, Sorboone’de verdiği ünlü konferansında, “ 19. Yüz yılda Korolenj İmparatorluğunun dağılmasıyla kendiliğinden oluşma aşamasına geçti. Ancak, Ermeni, Sırp, Rum, Arap, Kürd toplulukları, Osmanlı İmparatorluğu’nda fetih zamanında olduğu gibi, birbirinden yalıtılmıştır.” diyerek bu toplulukları eşitliğe değil, eritilmeye çalışıldığı tespitine parmak basması son derece isabetli idi.
Tanzimat Fermanları Osmanlı devletini merkezi, modern ve ulus devlet konumuna getirmeyi hedeflerken, Uniter ve pek çok kimliği ortadan kaldıracak bir devlete de eviriyordu.. I. ve II. Meşruiyet bu fermanları tersten işleyerek dil kırımlarına yönlendirdi. 1920’de Kemalist iktidar bunu en üst boyutlarda işledi, ama bu zorla “inkılap ve kurtuluş” olarak beyinlere zerk edilirken, biz devletsizler ve mazlum milletlerin dillerinin her biri “Anlaşılmayan bir dil” aidiyet olarak da “yok” sayılıyorduk.
İşte anlaşılmayan Osmanlıcadan, “Güneş Dil Teorisi”ne ve oradan Türk resmi ideolojisinin “Anlaşılmayan bir dil” diyerek itham ettiği Kürdçe, Lazca ve hatta Lozan’da “azınlık dil” olarak kabul edilen Hıristiyan halkların dillerinin nasıl bir hale gelindiğini, gözlerini açarak bakabilen herkesçe iyi anlaşılırdır. Diğer bir yandan Çerkez, Arnavut, Pomak vs. diğer gerçekte azınlık olan dillerin ise hesabı hiç ortada görülmez olmuş. Bu halkların dil hakları da ayrıca unutulmaması gerekir.
Bugün Güney Kürdistan’da, Türkmence, Asuri’ce, Ermenice, Arapça vb. azınlık dillerinin de resmi diller arasına alınıp, eğitim ve öğretim dilli statüsüne alınmasındaki rahatlık beyinlerde bir yankı yaratmıyorsa, beyinlerde sorun var demek abes olmayacaktır.
“Kürdlere verirsek herkes dilinden eğitim, öğretim ister. Bu olmaz!” demek bile başlı başına demokrat olunmadığının kanıtıdır.. Kendisi olmak isteyen her kes, insanlığın ve kendisinin en kadim zenginliği olan dili ile eğitim, öğretim,yönetim ve var etme hakkına haizdir, elbette isteyecektir ve ısrarla istemelidir, var olmalıdır.!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.