Yine Kürt köylerine tayin olunan öğretmenlerin, Türkçe bilmeyen körpe çocuklar üzerinde uyguladığı, Kürtçenin yasaklanarak, Türkçe öğretme ve eşliğinde sistemli işkence, ihbarcılık ile yaygınlaştırılan ana dilimiz üzerindeki terörün yarattığı trajediye hepimiz yaşayarak tanık olduk.
Kendi eğitim deneyimimizde adil görünmediği için, tepkilerimize vesile olan ve üzen şeyler yaşadık.
Bizim, Hak Etmediğimiz halde cezalandırılmamız ve HAKSIZLIĞI yapanın cezalandırılmaması, kendisiyle yüzleşmemesi etik dengenin bozularak devam etmesi, ezen ve ezilen tüm toplumsal kesimlerde çürümenin derinleşerek sürmesi anlamına gelir.
Sokrates; “Sorgulanmayan bir yaşam, yaşamaya değmez” derken, bizim üzerimizde uygulanan ve “eğitim” diye yok edilmemizi hedefleyen tedrisatın, “zulmün ve esasta soykırımın haklı olmadığını” söyleyemeyecek kadar zifiri bir korku ve karanlığın dehlizinde, akıl tutulmasına, vicdan sönmesine, işlenen insanlık suçunun görülmemesi körlüğü içinde, barbarlığın ve üstenci ırkçılığın, kibirin, faşist ve sömürgeci siyasetin, sadece üstte kalmadığı, sömürge insanının beynini de dondurarak, Alber Memi’nin de belirttiği üzere, sömürgeleştiren toplumun insanlarını köleleşmeye alıştırarak, “Kendi değerlerinin zıdına dönüştürülerek sömürge insana çevrildiği” durumu bizim de yaşadığımızı gözlemliyoruz! Kendi kimliğinin bilincinde olmayan, adeta resmi ideolojinin ardında birer köle sürüsü durumuna getirilen bu “sömürge insan”ları, Frantz Fanon’un deyimi ile “Ulusal özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde en zor olan şey, köleyi köle olduğuna inandırmaktır” sorunu ile karşılaşır durumun yaratılmasıdır. Bu durum, sömürge insanın da ötesinde, soykırımcı insanı içimizden devşirecek kadar, derin çürümüşlüğü aktüel olarak yaşıyoruz.
Pek çok durumda, bu “Haksız” ve çürümüş hal ile “kölenin, kendi köleliğinin farkında olma halinin aksine, kendisinin yok edilmesi durumuna bile ‘mutluluk ve kurtuluş’ saydığı”, bu aksi halin bilincine uyanmasının zorluğunu çektiği, trajik bir sahnenin karşısında yer almanın aksine; kölenin, köle sahibinin yanında, basit tahmalar uğruna, yanılsatarak organize edilmiş, soykırımcının yanında yer alıp, gücün kendi aidiyeti aleyhine daha güçlenmesine yaltaklık ederek, güçlenmesine ve kibirleşerek, ırkçılıkta gemi ağza alırcasına linç kitlelerine dönüşmesine kadar varacak, sonuçlara vesile olmaktadırlar.
Bu durum sadece biz Kürtlere yaşatılan özgü bir hal de değildir. Zira devletsiz ve sömürge toplumlarının ya da soykırıma tabii tutulan aidiyetlerin tamamı, bu hususta yaralıdır.
Algı haline getirilen “Haksızlığın” nedeni, tutatlılığın ya da eşit muamelenin olmaması ile giderek “Haksız” bir jenosidal eğitimin içinde, kölelere kabul ettirilmesi, özgürlük bilincinin, özgür olmayan haksız eğitim ile kuşatılarak, tarih bilincinin egemen sistem zeminine kayması ve adeta mikrobun toplumsal bir salgına dönüşerek yayılması ve teslim almasına hizmet eder.
Eğitimin, bencil ve ırkçı bir gerekçeye dönüştürülmesi sadece etiksizlik değil, aynı zamanda başlı başına bir suç haline gelir.
Eğitim niçin yapılır?
Kimine göre; “Devlet ve millete yararlı insan olmak için…” Bu durumda devlet nedir, kimindir ve nasıldır? Millet; kimdir, nedir ve nasıldır? sorularının cevabını da vererek açıklamak gerekmez mi?
Kimine göre; “Devlet kapısında, bir ekmek sahibi olmak için..” İnsanların eğitim hakkını, bilme ve bilinçlenme hakkını, sadece iş bulma gayesine indirgemek, eğitim ile insanı ruhen insan olmaktan çıkarıp, çalıştırılan bir hayvan derekesinde algılamaya kadar vardırır ki, ekmekle insanlığını esirleştirmek durumuna düşürecek kadar, etik olmayan bir duruma sokar.
Kimine göre; “Türkçe öğrenip, Türk toplum sözleşmesine yerini almak için…” Bu husuta, Barış Ünlü’nün “Türklük sözleşmesi”, Dipnot Yayınları kitabı ile J. J. Roussou’nun “Toplumsal Ortaklık” kitaplarına bakmak bizlere bir fikir verir ki, bu sözleşme İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin toplum mühendisliğinde ifadesini bulan ve Ankara iktidarının somutlaştırdığı “Türklük sözleşmesi” ve iradesidir ki, Türk ve Müslüman olmayan herkesi, “Behemehal Türk yapmak” olarak ifade edilir.
Kimine göre; “Kariyere kariyer katarak, egemen sisteminde, üst düzeyde görev tesis etmek için…” . Faşist, sömürgeci, soykırımcı bir sistemde kariyer almak, terfi etmek, daha fazla bu suçlara iştirak etmek, kendine kendini düşman etmeyi güçlendirir.
O halde eğitim, kötü bir şey midir?
Kesinlikle hayır!
Eğitim, başta insanlığın yaşamına etiklik kazandırmaktır. Bireyin ve giderek toplumun, doğruyu, bilimsel tarzda öğrenerek, kişisel ve toplumsal gelişiminde, davranışlarında simgeleştirmektir.
Eğitim ve bilimi, bireysel ve toplumsal gelişim için işlevli kılmak, birey ve toplumun olabilecek yanlış algılar karşısında uyanık ve bilinçli tutmayı amaçlar.
Eğitim; biat etmeyen ve özgürlüğü kullanan, kul-köle olmayan birey ve toplumu yetiştirmek ve geleceğe hazırlamak üzere, sorgulayan, araştıran, eleştiren, özgürlük ve disiplinli olmayı dengeli seçebilen ve kaliteli yaşamı öğretmeyi ve geliştirmeyi sağlayan toplumu hedefler.
Eğitim, doğayı, teknolojiyi insanlığın ve geleceğinin lehine nasıl daha iyi kullanabileceğini, dünyayı daha nasıl ve daha güzel yaşanabilir duruma getirecek bilimi geliştirmeyi hedefler.
Eğitim, kültürü, konuşma sanatını, dili ve estetiği daha nasıl geliştirebilirız, sorularını ve cevaplarını çoğaltarak insanlığa kazandırmayı hedefler.
Eğitim, aydın ve doğru insanı yetiştirmek, olgunlaştırmak ve öğrenilenleri nesilden nesile daha da geliştirerek aktarmak için yapılır.
Eğitim, doğru bir tarih ve yaşam bilinci üzerinden geliştirilemezse eğitim değil, sahtekarlık, yalancılık, bireycilik ve çürüyen “haksız” bir toplumun aracı haline getirilir ki, eğitimde etiksizlik yapılmış olur.
Etik, bir sözcük olan, “Haksızlık” algılaması, olgunun tanınmasındaki eşitsizliğe dayanır. Ancak “Haksızlık” durumunu algılama, anımsama ve sorgulama konusunda, çekirdek bir kavram olarak görmekte zorlanılabilinir.
“Haksızlık” tespitinin karşısına, haklılık ve aidiyet eşitliği kavramlarını koyduğumuzda, eğitimde de fırsat eşitliğinin yanı sıra çok kültürlülüğü, çok dilliliği ve milletler arasındaki benzer hak ve özgürlüklerin eşit kullanılmasını statüko düzeyinde savunmanın meşruiyeti ile fırsat eşitliği algısı yerleştirılebilinir.
Eğitimde etik tutum, yeryüzünde anadilden eğitim ve öğretimin savunmasından geçtiğini ve bunun nasıl kullanmamız gerektiğini öğrenmeye başlarız.
O zaman, ortak bir “Hak” ve “Haklılık” anlayışından yola çıkarak, “Haksızlık” karşısında konuşlanarak, farklı bir tutumu canlandırabiliriz.
Bunu yaratan, resmi ideoloji ile yüklenip, ezberleyen ve ezberleten öğretmeni reddedip, düşünen ve düşündürten, sorgulayan/araştıran ve öğreten, öğrenci ve aydınlanmacı eğitimi ile bilinçli ve özgürce yazan, çizen, tartışan ve üreten bir toplum olmayı başarabilir.
Böyle bir toplum, alındığı cendereden kendi özneliğini kazanarak sıyırabilir ve kurtuluşuna yol alabilir. Bunun için, verili farklı tepkiler üreterek geliştirebilir, alternatif çözümler üretebilir.
Var olan sistemde öğretmenler, her biri öncelik kazanmak için değerleri ile çelişen, değerlerine karşıt paradoks içinde savlar ileri sürerek yaşamlarını sürdürmektedirler.
Öğretmenler, çok sayıda kültürel, mesleki ve siyasi buyrukla karşılaşırlar. Bu yüzden de şaşkın hale düşürülerek eğitmen ve öğretmen olarak, mesleki etik değerlerini icraya geçirmekten ziyade, kaygılarıyla yaşamaktadırlar. Siyasi iktidarların şekillendirmelerinin ağı içinde çırpınmaktadırlar. Bu çırpınmalar içinde, ne yapmaları gerektiğini, mesleklerini geliştirmek üzere araştırmalar yapmak, okumak, mesleki eğitimlerini teknolojinin gelişimine uygun olarak düşünmeye zaman bulamamaktadırlar. Zaman bulsalar da mesleklerini etik ve haklılık standartları olmadığı için, kendilerini gerçekleştirme zemininden yoksun edildikleri için öznel bir konum alamazlar ve nesnel ya da “göreceli” bir konumda işlev görmek durumunda tutulup kalırlar.
Görecelilik, yorumlara açık bir kavramdır.
Her şeyi hoş görmek için “görecelik” kavramı kullanılabilir.
Çok kültürlü, küresel kültürde daha önce kenara itilmiş seslere yer açmaya, sömürgeci kimliğin dışındaki kimliklere değer vermeye yüreklendirebilir.
Göreceliği, kendi dünya görüşümüz içinde farklılığı anlamsız bularak, uzak durulabilir.
Görecelik, ekonomik anlamda kendi kendine yeten ve politik açıdan rahat olan ve bu nedenle baskıcı uygulamaları görmezden gelebilen kişilere özgü bir umursamazlık içine de girebilinir.
Görecelik, bağımsız yargıda bulunma konusunda bir korkuya kapılarak, başkalarının haksız dayattığı yerel geleneklere de sığınabilir.
Bütün bu göreceliklerde bir etik duruşun olmadığı aşikardır.
En tehlikeli ve yaygın tepki, etik bir karar vermesi gereken eğitimcilerin, bildiği doğruya rağmen, yanlış karşısında, kendiliğinden ve doğal bir tepki vermemeleridir.
Bu durum öğretmenlerin itibarsız ve felç olması, eğitimin ise etiğini kaybederek, yanlış resmi ideolojiye endeksli bir ezberciliği zihinlere zorla yerleştirilmesi görev edinilmiş olmasıdır.
Bunun arkasında yenilenmeci ve aydınlanmacı olmayan, geleneksel kurallara ve sistemin yaptırımlarına boyun eğen, asla özerkliği olmayan hizalandırılmış eğitim ve kadrosu vardır.
Bugün ister özel eğitim şirketlerinde, ister devletin eğitim kurumlarında, karlılığı esas alan bir işleyiş vardır ve etik eğitimi aramak beyhudedir ve görülmez! Bilakis, devletin imha ve inkar politikasını yani resmi ideolojiyi genç beyinlere taşıdığı ve ırkçılık üzerinden suç işlemeye hazırladığı için eğitimde etik bir durum ve işleyiş yoktur.
Bu etik olmayan durum, uluslararası BM ve onun alt Eğitim Sanat ve Kültür kuruluşu olan UNESCO ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde açık ifade edilmesine rağmen, Kürt milleti ve diğer azınlıklara dönük uygulanmayarak etik tartışmasında bu kurumlar da sınıfta kalarak, “Haksız” konumda kalmaya devam etmektedirler.
Mevcut eğitim, iktidar sahiplerinin, resmi ideolojilerine uygun Türk, Fars, Arap ve Müslüman hatta her devletin benimseyişine göre mezhepçi olmayanların, özerk kararlar vermek için zamanı, yetkisi olmayan robotlar gibi davranması için bir suç aleti olmamanın çözümünü aramıyorsa, ağır insanlık suçunu işliyor demektir.
Eğitimde etik olan, insanları sorumlu biçimde birbiriyle etkileşimde bulunarak geliştirmektir.
Bu gönüllü, doğal ve insan gelişimini bilimsel temelde amaç edinen eğitim, Corona virüs gibi salgın bir hastalık ortamında, insanların zorunlu birbirinden izole edildiği ortamda bile, teknolojinin imkanlarını da aktif kullanarak kesintisiz ve kaliteli eğitimi sürdürmek mümkün olur. Ancak ezbere dayalı ve insan gelişimini, aydınlanmayı esas almayan etik dışı bir eğitim her zaman çürümüşlüğü içinde çökebilir.
Bu genel belirlemeden sonra; eğitimde etiğin rolü üzerine düşünceleri irdelemek mümkün olabilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.