Dil, sadece bir iletişim aracı değildir. Dil, iletişim aracı olmanın yanı sıra topluluktur, aidiyettir, kültürdür, tarihtir, gelecektir, kişiliktir, varlıktır!
Dil, kimliklerin oluşumunda ve kuşaktan kuşağa devir edilmesinde en önemli araçtır.
Böyle olduğu için dil politikaları, dil üzerinde savaşlar ile asimilasyon, dil kırım ve soykırım politikaları izlenmiştir. Toplum mühendislikleri, ırkçılık ve “üst ırk”, “alt ırk” kavramları dil politikaları üzerinden inşa edilir.
Çünkü, dilsiz kimlik sürdürülemez. Bu nedenle uluslaşma süreçlerinde dil, daha önemli ve belirleyici bir unsurdur.
İlkel toplumlarda, sadakat din üzerinden sürdürülürken, dil siyasal bir olgu olarak algılanmamıştır. Avrupa’da mutlak monarşiler dönemine kadar, kilise iktidar idi ve dil, dinin denetiminde idi. Latince, dinin dili olarak işlev görmüştür. Yerel dillerde çok dillilik, kilise dilinin icra olunmasına engel değildir.
Feodal parçalanmışlık ile birlikte, siyasal iktidarlar yerel diller ile yönetilir.
Bu durum ulusal dillerin şekillenmesi ve ulusal şekillenmeleri için ön hazırlık dönemidir. Çünkü, artık pazar politikalarına yer veren bürokrasi, kendi özgün yönetimini dayatarak, geleneksel Latince dilini aştı, yerel, yani ulusal diller ham halleriyle şekillenmeye başladı.
Ulusal diller, halk içinden şekillenerek idari dil konumunu kazandıkça, farklı bölgelerdeki diller, kar amacıyla basın yayın alanında da ticari bir rekabeti tetikledi. Bu rekabet ile pazarda aktive olan dil, aynı zamanda yerel dilleri standart hale getiren ve pekiştiren bir rol oynar.
Avrupa’da yazılı dili, zengin sınıfların imtiyazı olmaktan çıkaran diğer bir olgu, reformlardır. Reformlar ile birlikte, Avrupa’da Latince olan din kitapları, yerel dillere çevrildi. Artık her Alman dinini Almanca, her Fransız dinini Fransızca ve her Avrupalı devlet, dinini kendi dili ile öğrenir ve yapar. Avrupa’da artık her milletin kendi dilinden incili, kilisesi oluşmaya başladı. Bu durum her yerel halkı, kendi içinde bütünsel bir karakter kazanmasına, devletlerin de dil politikalarını biçimlendiriyor ve ulusal merkezi devlet aygıtının oluşumunu sağlar.
Mutlak monarşiler döneminde şekillenip yaygınlık kazanan “devlet dilleri”, 17., 18., 19. yüzyıllarda ortaya çıkan ve “ulus” adı verilen yerelden yeni siyasal bütünlerin, yani Bredict Anderson’un tespit ettiği “Hayali Cemaatler”in oluşumunu kolaylaştırır.
Ancak, ulusçuluk düşüncesinin, temel kaynaklarından biri dil olmakla birlikte, ilişkinin özelliği ve ulusun, ulus olmaktaki oluşum trendi ve izlediği yol bakımından, farklı ulus modelleri arasında farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Böyle olmasaydı, Fransız siyasal ulusçuluğu ile Alman romantik ulusçuluğu arasındaki farklılık ortaya çıkmayacaktı.
Fransız burjuva devriminin ortaya çıkardığı ulusçuluk modeli, monarşiye karşı verdiği iç savaşın sonucunda ortaya çıktı.
Kültürel açıdan, homojen bir dil yaratmak amacıyla, dışındaki dilleri yok saymak, “dil kırım” politikaları gibi çok yönlü stratejilerin masum olmadığı kuşku götürmez olduğu üzere devreye sokulduğu görülür.
“Öteki diller mi”, “resmi dil mi”, “resmileştirilen diller mi”, “dilde resmiyet olmamalı mı” tartışma ve kavramları açıklanırken, tarihi realiteyi bir tarafa bırakarak, bunu gerçekleştirmek mümkün olmuyor.
Bir arami atasözü; “Adını unutmak istemiyorsan, dilini öğren ve öğret.” diyor.
Dilini öğrenmeyi ve öğretmeyi tartışmaya açmak, insanın varlığına saygısızlıktır.
Ancak, monarşinin yerine ikame edilen ulus-devlet, merkeziyetçi monarşinin siyasal pek çok işleyişini devir aldı ve yeni bir form kazandırdı. Bu zemin üzerine oturtulan ulus-devlet, eğitimden bürokrasiye, sanattan spora, hemen her alanda vatandaşı ulusa bağlı kılmayı amaçladı. Bu vesile ile en önemli olarak dil, “ulusal eğitim dili”, “ulusal yayın dili”, “ulusal askeri komuta dili”, “ulusal yayın dili”, “ulusal kültür dili”, kurumlaşmaları yaygınlaştırıldı.
Ulusa bağlı yurttaşlıkla Fransa uluslaşması topluma dayatıldı. Fransız vatandaşını Fransızca konuşmakla özdeşleştirdi. Bu özelliği, Fransa’yı merkezi ve üniter bir sistem olarak ortaya çıkardı. Bu durum halen Fransız ulus-devleti yaratımının ne kadarının çağdaş burjuva devrimine, ne kadarının monarşiye, yani mutlak krallığa ait olduğu tartışma götürmektedir.
Fransız ulusunun yaratılmasında, jakoben ve cumhuriyetçi yönetimler kadar, 15. Yüzyıldan itibaren başlayan, türdeşleştirme ve merkezileşme politikalarının da etkisi büyüktür. (Bkz. D. Smith, Milli Kimlik, İletişim Yay. 2. Baskı, İst. 1999, s.158) Bu açıdan, Avrupa’da monarşilerin güçlenmesi ile siyasal farklılaşma, uluslaşmanın başlangıcı olarak belirlenebilir.
Çünkü monarklar, çoğunlukla halk dilini kullanır, dinin etkilerini kırarak, merkezi otoriteye yerel dili ile güçlendirerek yerleştirir.
Fransa, İspanya ve İngiltere’de mutlakıyetçi yönetimler, idari dilleri desteklerken, Latinceyi gerilettikleri gibi, bölgesel dilleri ve lehçeleri de tehdit ediyorlardı.
Fransa’da, Fransızca merkezi dil olarak gelişirken, Korsika, Bask, Breton, Kelt, Prouens geriler. Aynı şekilde İngiltere’de İrlanda ve İskoçya dilleri aynı durumu yaşıyor. İspanya’da da İspanyolca merkezileşip gelişirken, Bask, Katalan ve 17 farklı bölgesel ve farklı ulusal dile engel olunuyor ve gelişmesini zorlaştırıyor, yüzyıllar boyu aşındırmaya tabii tutuyor. Burada bir parantez açarak, hatırlatalım ki, bu özelliği ile Türkiye devleti oluşturulurken, üniter devlet dedikleri Fransa modelini kendine örnek seçiyor. Ancak Fransa’da yaşanan burjuva devrimi, reform ve Rönesans hareketleri ile Türkiye’deki uygulamaları aynı değil, daha sert, daha dil kırımcı ve soykırımcı tarzda tatbik edilir.
Batı Avrupa’da matbaanın yaygınlaşması, edebiyat ve sanatın gelişmesi, merkezi idari dili daha da öne çıkarıyor ve Latinceyi çözüyor. 16. yüzyılda dil, yayıncılık arayışına paralel olarak ve büyük sermayenin denetiminde önemli bir sanayi kol olarak gelişiyor...
Dil, siyasal ulusçulukta, “ulusal kimlik” kazandırırken, romantik ulusçuluk “ulusal bütünü” dilden hareketle tanımlar. Yani romantik ulus, mutlaka devletle ilişkilendirilmesi gerektirmeyen ve aynı dili konuşanların meydana getirdiği doğal bir varlık olarak anlaşılır.
19. yüzyılın yarısında kurulan Alman Ulusal Birliği, siyasal sınırlarını ve yurttaşlık kavramını bu anlayış üzerine oturtmaya çalıştı.
Alman ulusu, Almancayı konuşan “hayali bir toplumsal bütün” olarak algıladı. Böylece Alman Uluslaşması, ulusal sınırlar içindeki azınlıkları dilsel olarak asimilasyona tabii tutmak ve böylece Almanlaştırmak iddiası taşımadı.
Batı Avrupa’daki uluslar ile Asya ve Afrika’daki uluslar, farklı zeminler üzerinde ulus yetisine ulaşmışlardır.
Batı-Avrupa ulusları, ekonomik ve siyasi faktörlerin etkisiyle, esasta kendiliğinden ortaya çıkan oluşumlardır.
Batı Avrupa dışındaki uluslar, D. Smith’in deyimi ile var olan bazı etnisite doneler üzerinden, “..çoğunlukla tasarlanmış yaratımlardır.” der. Ston-Watson ise buna “Eski ve yeni” dediği bu iki tarz uluslaşmaya, “Batılı düşüncelerin sirayet olduğu, Asyalı ve Afrikalı ulusçuluklar” diye izah eder.
B. Anderson ise; “Bir kez ortaya çıktıktan sonra taklit edilebilir” bir gelişmeye dikkat çeker. Ancak tüm etnisitelerin uluslaşmasında tartışmasız en geçerli yol, “Siyasi birlik” ve “dil” unsuru başat faktörler olarak, bütün millet sorunuyla ilgilenenlerin ortaklaştıkları düşünce birliği olarak duruyor.
Burada ulusun dil, kültür ve politik birliğinde uyum sağlamak hayatidir. 1861’de Piyemonte’nin başbakanı Massimo de Aseglio’nun “İtalya’yı yarattık, şimdi İtalyanları yaratmak zorundayız” derken, politik birliği yeterli görmeyerek, İtalyanların birliğine olan ihtiyacı vurgular.
Ulus kimliği, bireyin ait olduğu ulusa göre kendini tanımlaması olduğuna göre, kolektif kimliğe vurgu yapılırken, “Biz ve ötekiler” olarak kendini tanımlamasını hedefler ve grup içi dayanışma dediğimiz, “kaderde ve kıvançta ortak davranma” tutumu ile kendini gösterir.
Öte yandan, siyasal katılım ve bireyleri kamusal alana çekerek onu politik ulus ile özdeşleştirmeyi amaçlar. Burada eğitim, ortak değerler, simgeler yolu ile ulusal kimliğin oluşturulmasına katkı sunar.
Bu özeti sunmaktaki amaç, bizim coğrafyamızda oradaki tarihi süreçlerin, ulus gelişmelerinin nasıl olduğu ve örneklerinin bize nasıl yansıdığını görmek ve tartışmak idi. Benzer tartışmalar daha öncede olmasına rağmen, yeniden gözden geçirilmesinde fayda vardır.
Osmanlı döneminde, Tanzimat (1839)’dan sonra, devletin merkezileşmesine paralel olarak dil politikaları şekillenerek sürdü ve bugüne Türkiye devletlerinde ulusal dil politikaları dil kırımı ve jenosit süreci tüm yerel dillere karşı, uzun sürece yayılan bir savaş devam ediyor. 17. Yüz yılda Ahmedê Xanî de dil eğitiminin önemi vurgulanmış ve varlık sebebi olarak parmak basılmıştır. Kürd Aydını Hacı Qadirî Koyî ve sonra da onun öğrencisi olan Mîr Celaddet Ali Bedirxan, dil kırım tehdidini görerek, Kürtçenin yaşaması için “Hawar”(İmdat) dergisini bu saiklerle çıkarır, sıklıkla “Kürd diline karşı bir savaş sürdürülüyor!” olduğundan bahis eder. “Bu dil savaşında başarılı olabilmenin tek yolunun, Kürdçe konuşmak ve Kürtçe yazmak olduğunu!” dillendirir, didinir ve yaşam felsefesi haline getirir.
Hacı Qadirî Koyî tehlikenin boyutunu 19. yüzyılın ikinci yarısında görür ve şiirinde; “Kürdçe konuşmayan Kürd’ün, anne ve babası zina etmemiş olsa da, kendisinin pîç ve çürük...” olduğunu söyler. Çünkü onlar birer Kürd aydını, Kürd şairi, Kürd milliyetçisi ve Kürdçenin dil bilimcileri olarak, verilen savaşın neyi hedeflediğini önceden görmüş ve yaşamışlardır. Bu nedenle uyarı ihtiyaçları hasıl olmuştur.
Celadet Ali Bedirxan, ‘Dilini bilmek, kendini tanımaktır!’ der. Yine biliyoruz ki, “İnsanlığı tanımak dilleri ile mümkündür!”, Ayrıca, “Her dil bir insandır!” Ancak her dil aynı zamanda bir aidiyet, tarih, kültür ve insani varlığın kendisidir.
Ancak, Namık Kemal’in Türk dili ve edebiyatını geliştirme tutumu, diller arası savaşı sahneye çıkararak başlar.
Türk edebiyatı bu minval üzerinde ilerler, ilişkide bulunduğu dışındaki dilleri “düşman” ilan eder, şoven ve kibirli bir refleksle varlık göstermeye çalışır ve bu ha ısrarla izlediğini izah eder.
“Elimizden gelse, memleketimizde mevcut olan lisanların Türkçeden maada keffesini mahfetmeye çalışmak iktiza ederken, Arnavutlara, Lazlara, Kürdlere birer elifba tayini ile ellerine şikak için bir silah-i manevi mi teslim edelim? Lisan bir kavmin diğerine inkılabını men için belki diyanetten bile daha metin bir seddir?” diyerek;
“Dil bir topluluğun diğerine karşı koyması için dinden de daha etkin ve etkili bir mevzidir.” diyen Namık Kemal, Türkçe dışındaki dillere düşmanlığını, (30 Ağustos 1878, Hususi Mektuplar, Cilt II, Ankara, 1969, s. 231.) mektuplarında da anlaşılır kılarak, diğer dillere nefretini ve savaşını izah eder.
Sadece Namık Kemal mı? Elbette değil, Ömer Seyfettin, Halit Ziya, Halide Edip, Hüseyin Rahmi, Musahipzade Celal, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Kemal Tahir de aynı düşüncelerle hikâyelerini ördü ve savundular.
Ancak, Lazlar ve Kürdlerin ekseriyeti bu kini göremedi. Bugün bile!.. Bu, Türk dili dışındaki dillere düşmanlık dillendiren Namık Kemal’in dil siyaseti halen aktüel durumdadır. Bu politikalar ile gerek Osmanlı devletinin son dönemleri, gerekse Türkiye dönemi boyunca, bu devletlerin hüküm sürdüğü alanlarda, Türkçe dışındaki diller yasaklandı, dil kırımına uğratılmaya çalışıldı ve gelişmesi jenosit politikalarla engellenmeye çalışıldı.
Türk ulusunun yaratılması konusunda, Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, “Bu topraklarda diğerlerini sürmeseydik, millet olamazdık” demesi ile Başbakan Süleyman Demirel’in “Bu ülkede, Türk olmayanlar kendilerine Türk demezse, Türk kalmaz ” sözleri çok şeyi ifade eder.
Bu sözlerin tarihteki karşılığını araştırdığımızda tablonun ortaya çıkacağını belirterek şimdilik geçelim.
Kürtler için ülke, ulus kavramları, siyasal birlik, kültürel aktivite ile dilin canlı tutulmasından geçer. Bu hassasiyeti gösteremeyen Kürtler ve mazlum Kürt halkının dostları aydın, demokrat ve hatta insani olamazlar.
Dil, bir ulusun canı ve ruhudur. Bir halkın kendi dilinden vazgeçmesi, kendi doğallığından, varlığından, belleğinden, aidiyetinden, şahsiyetinden, tarihinden, özgünlüğünden vazgeçmesi ve yok etmeye terk etmesi, yok etmesi demektir. Bu bir halkın kendine yapacağı en büyük haksızlık, puştluk, pislik ve ihanettir.
Kendi dilinden vazgeçen ezilen toplumun üyeleri, çokça okumuş, diplomalar edinmiş, bilmiş ve dünyayı çözmüş olsalar da aydın değil, ezene uşaklık, kölelik etmiş olabilirler. Bunlara, kendi toplumlarını yabancılaşmada ırkçı, sömürgeci ve ezene pazarladıkları için dilsel pezevenkler de denilebilir. Anadili ana gibidir. Pazarladıkları ise annelerinden, geçmişlerinden aldıkları en değerli yadigardır. Buna sırt dönmek, terk etmek, kendi geçmişini terk etmektir, geleceğini aidiyet ve kişilik bakımından hiçleştirmek ve ezen ırkçı aidiyete dahil olmak ve insanlığa ihanet etmektir.
Son söz olarak: Dilde ve siyasette, kendi özgünlüklerini demokratik tahammüllerle koruyarak ve birlik olunmadan ulus olunamıyor!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.