Safevi devletini yönlendiren Erdebil Tekkesidir. Erdebil Tekkesi, Şeyh Safi döneminde(1334) Sünni İslâm idi. Daha sonra Osmanlı rekabeti yükseldiği dönemde, Şiia Müslümanlığı tercih etti. Şeyh Cüneyt döneminde, merkezi ve savaşçı bir doktrin geliştiren Erdebil Tekkesi, Safevi Devletini merkezi bir yapı ile yeniden şekillendirdi. Aynı politikayı oğlu Şah Haydar da sürdürdü. Bu politika ile Iran Safevi devletinin hedefinde, İstanbul’u almak bile var idi. Sünni İslâm üzerinden merkezileşen Osmanlı Devleti ise disipline gelemeyen Türkmen, Yürük kesimler üzerinde baskı uyguladıkça, onları kendinden uzaklaştırıyordu. Bu durum, Türkmen ve Yürükleri, Mihtra inancının devamı olan Rêya Heqîyê, Yaresan, Êzîdî gibi inançlı insanlara sığınarak ya da Osmanlı devletinin ulaşamayacağı dağlara, yaylalara sığınmakta çareyi buluyorlardı.
Burada hemen bir parantez açarak: Bursa yöresinde meydana gelen ŞAH KULU ve ayaklanmasını hatırlatmakta yarar var.
Şah Kulu; isminden de anlaşıldığı gibi, Şaha Kul olan bir askerdir, kuldur! Safevi İmparatorunun talimatı ile Osmanlıya karşı, Bursa\'da vekalet savaşını başlatır(Yıl: 1511). Esas gayesi Bursa\'dan sonra İstanbul\'u düşürüp, Safevi İmparatorluğuna katmaktır. Bugün İstanbul Bursa ve farklı yerlerde, adına dergahlar, tekkeler kurulan ve ona kulluk düzeyinde tapan ve kendisine “Alevi” diyen insanlar, bu zatı gerçek hayatıyla biliyor mu? Şah Kulu\'na, “kul” olmadan önce, onu tanımayı düşündüler mi?
Hiç sanmıyorum!
Bu arada; Hacı Bektaşi Veli\'yi kutsayanların, Onun Osmanlı Yeniçeri Ordusu\'nda nasıl kutsandığını biliyor mu?
Hiç sanmıyorum!
Biri Osmanlıcı, diğeri Safevici olan bu iki kişinin, kendisine \"Aleviyiz\" diyen bir kısım insanlar tarafından, nasıl “Ortak sevilen kişiler!” haline getirildiğini çözmeye ihtiyaç var!
Diğer yanda Rêya Heqîyê inançlı insanlarda da kendi bulundukları alanları koruma dışında, iki merkezileşmiş imparatorluğa karşı güçlü savunma yapacak durumları yoktu. Bunu fırsat bilen Iran Şii Safevi devleti, Tokat, Sivas, Malatya, Urfa, Halep hattına kadar egemenliğini yaydı.
Osmanlı devletinin Sünni İslâm yayılmacılığına karşı korunmak isteyen taraflar, Yakın Doğu\'da Şiia Devleti\'nin bu yayılmasında yararlanıp rahatlamak, varlıklarını sürdürmek isteyince, Safevi taraftarı olmak durumuna düştüler. Hatta yer yer Safevi devleti adına vekalet savaşı verip sürdürür oldular.
Şeyh Cüneyt’in oğlu Şah Haydar, Safevi askerlerine geçmişte, Aryanlardaki Mihtra inancının da etkisi ile olan güneş ve ateşi simgeleyen ritüellerin sevgisine de mahzar olan kırmızı renkleri, taraftarları da kazanmak için , Şiia on iki imamı da çağrıştıran 12 dilimli fes/bere kullandıkları için “Kızılbaş” askerler denirdi.
Osmanlı Devleti, kendisinin safında yer almayan her kesimi de bu askerlerle özdeşleştirerek “Kızılbaş” diyerek, aynı isimi verdi. Bu kesimleri baskı ve egemenliği altına alacak şekilde saldırıp tasfiye ederek, bunun üzerinde gücünü artırmak istedi.
***
Yukarıda yazılanlara dayanarak; \"Osmanlı-Safevi yayılmacılığı olmasaydı, “Kızılbaşlık” diye bir kavram olur muydu?\" diye sorarak yazıya devam edelim.
Bu arada, \"Rêya Heqîyê\" ile \"Alevilik ve Tarihi\" üzerine, iki değerli kitap çalışması olan Selahattin Ali Arik, \"16. yüzyılda toplum kesimlerinin birbirlerini renkler üzerinden isimlendirdiğine\" parmak basarak, dönemin siyasi aktörlerinin literatürüne dair, çok değerli bir belirleme sundu ki, bu konuyu kavramak için çok değerlidir.
“Kızılbaşlık” kavramını, Osmanlı rejimi ile özdeşleşerek daralan ve katılaşan Sünni İslami pratiğe karşı, Hz. Ali ve Ehl-î Beyt söylemini öne alan bir başka merkezi Şiia İslâm Safevi Devleti’nin “resmi ideolojisine” vekalet eden bir kesim olarak, Osmanlı devleti tarafından geliştirilen siyasi bir tanımlamadır.
Dolayısıyla bu kavram, Şiia ve Sünni çekişmesi üzerinde, iki imparator devletin yayılma siyasetinin aracı olarak kullanmak üzere, mezhep kavgalarına sos edilen \"Kızılbaşlar\" tanımı türetilmiştir.
Üstelik bu tanımlama saygının değil, bilakis bir kesimin yani Osmanlı Devleti’nin teşhir ve hatta aşağılayıcı tutumunun ortaya attığı isimlendirme üzerinden, \"Kızılbaşlar\" tanımı Osmanlı imparatorluğu, Osmanlı Safevi savaşı içinde kendi muhalifleri için kullanmıştır.
Safeviler de bu tanım üzere, \"Kızılbaşlar\"ı kullandığı kadar, pek de kendi Erdebil Tekkeleri yanında tutarken, içlerine almadıkları, Şiia İslam Safevi askerlerinin milisleri gibi tutkularını tespit ediyoruz.
Bu da \"Kızılbaşlar\" denilen, Safevi yandaşı ve Osmanlıya karşı kullanılan, vekalet savaşı verdirilen bu Osmanlı Sünni hilafete karşı muhaliflere bir mezhep ya da özgün bir dini inanç olarak kimsenin bakmadığı, zaten olmadıkları da anlaşılırdır.
Dolayısıyla, Kızılbaşlık sorununa, Osmanlı imparatorluğu ile Safevi İmparatorluğu arasındaki siyasal rekabeti dışında ele almak mümkün değildir. Bu açıdan \"Kızılbaşlık\" kavramına zorlama içerikler kazandırılarak abartılması ve böylece tarihsel olgunun literatüründe yer verilmesi mümkün değildir.
Nitekim, Şah İsmail/Hatayı, kendi devletini ilan eder etmez, Osmanlı Devletine karşı, şiddetli ayaklanmaları Osmanlı egemenliğindeki coğrafyalarda tertiplemeyi siyaset edinir.
Bursa\'da, Şahkulu(Bugün adına Dergahlar kurulan) ayaklanması, bir Şii İslam Safevi devletinin vekalet ayaklanmasıdır. 1511 Tarihinde, Bursa Kadısı, Yeniçeri Ağasına yolladığı mektupta, Şahkulu isyanına dair bir mektup yazarak, isyanın kapsayıcılığı hakkında bilgi verir ve güçlü Yeniçeri birliklerinin olaya müdahale etmezse, Bursa\'nın yanı sıra, İstanbul\'un tehlikeye gireceğini bildirir.
Şahkulu isyanında, isyancıların kafalarında, Şeyh Cüneyt(1460) ve oğlu Şah Haydar(1488)\'ın askerlerinin kullandığı kırmızı başlıkların aynısını, Şah İsmail/Hatayi\'nîn isteğine göre kullanmaları, her şeyi ortaya seriyordu.
Osmanlı devleti, bir tarafta bu isyanları bastırmaya çalışırken, diğer taraftan da bu isyancılar ile Safevi devletinin ilişkilerini kesmeye çalışıyordu.
Bu arada, Erdebil Tekkesinin ilk başta, Şeyh Safi döneminde Sünni İslami benimsediğini belirtmiştik. Şah Cüneyt döneminde ise Gulat-Şiia Islama doğru kaydığını ve bu sürecin Şah Haydar döneminde devam ettiğini, Şah İsmail/Hatayı(1501)\'den sonra ise büyük bir atak sağlayarak, müritler kazanarak yayıldığını, tarihi kaynaklardan öğreniyoruz.
Bu yükselişteki psikolojik üstünlüğünü Sahkulu isyanı(1511), Nur Ali Halife Ayaklanması(1512), Celali Ayaklanmaları(1519), Kalender Çelebi İsyanı(1524) vs. Safevi Devletine bağlı, Osmanlıya karşı geliştirilen, Osmanlının tanımıyla \"Safevi Devletinin tertiplediği Sapık Kızılbaşlık isyanları\" olarak isimlendirilir.
***
Safevi tarihini incelediğimizde, “Kızılbaşlık” devlet ve ulema sınıfının söyleminde, kayıtlarında geçmemektedir. Zira Şiia İslam Safevi Devleti’nde, bahis edilen Kızılbaşlık ise, Şiia İslam Safevi Devleti’nin kırmızı bereli Ordusu ve komutanları ile ilgili anlatımların ötesinde bir kayıtın bulunmadığını araştırmacılar belirtir. Osmanlı kayıtlarında itham edilen ve “Kızılbaş” olarak kayıtlara geçen ve kendisine taraftar olmayan üç kesim vardır:
1.Osmanlı devleti ile uyum sağlamayıp, Osmanlı devletinin şiddetine maruz kalan Yürük ve Türkmenler.
2.Osmanlı devletine dini olarak biat etmek istemeyen Batini inançlılar. Bunlar İslamiyet’i kabul eder görünüp, esasta kurallarına uymak istemeyen kesimlerdir. Biraz da Mihtra ve diğer dinler ile Müslüman olanların arasında görünerek, gelebilecek Sünni Osmanlı İmparatorluğunun baskısını savuşturarak, çatışmasız yaşamak isteyenler.
3.Osmanlı Devletine oldukça mesafeli duran Mihtra inançlı Rêya Heqîyê, Êzdî ve Yaresan/Kakayi/Enel Hak vs. başta olmak üzere, Müslümanlığa tamamen uzak duran kesimlerdir.
Ancak “Kızılbaşlık” kavramı, bütün bu din ve inançlardan ziyade, tamamen Safevi Devleti ile ilişkili olan kesimler için özellikle kullanılmıştır. Zira Miladi 1500 yıllarından sonra, Osmanlı Devletinin egemenliği altındaki coğrafyada, daha seri bir Sünni Müslüman merkezli iktidar kurmayı azim etmiştir. Bu durumu gören kesimler, mevcut gelmekte olan baskıyı savuşturmak için, siyaseten Safevi Devletine yakın durmayı yeğlemişlerdir. Ancak Safevi devleti de kendisine yaklaşan kesimleri, ivedilikle Şiia Müslüman olmaları için, tıpkı Osmanlı devletinin Sünni İslamlaştırma baskıcı politikalarını, Şiia İslamlaştırma politikaları ile egemenliklerini güvenceye almayı izlemiştir. Bu durumda Müslüman olmayan inançlılar ise Şiia ve Sünni Müslümanlık arasında, tercih yapmak durumunda bırakılmış ve zorlanmıştır.
15. ve 16. Yüzyıldaki Osmanlı ve Safevi ilişkilerine ait kaynaklar, “Sünni Osmanlı resmi ideolojisi” ya da “Şiia Safevi Resmi ideolojisi” ekseninde kalmış ve tamamıyla ideolojik söylemler içermektedir. Bu iki güç arasındaki savaş, tamamıyla bir “din savaşı” olarak gösterilmek istenmiş, ekonomik, siyasal, sosyal temelleri göz ardı edilmiştir. Bu durum mevcut kaynakları, belgeleri kullanmayı güvenilmez kılmaktadır.
Bu arada dönemin en önemli aktörlerinden biri ve savaşın gidişatını tersine çeviren, İdris-i Bitlisi’nin tutumu ve olayıdır.. İdris-i Bitlisi, Şah İsmail’in 1501’de Akkoyunlu yönetimine son verdiğinde, II. Beyazıt saflarına katılır. O zamana kadar olan sekiz Osmanlı sultanının yaşamını yazar. Bu İdrisi Bitlisi’nin baş yapıtı olarak tarihe geçen, “Heşt Buhişt” (Sekiz Cennetli) eseridir. Ancak İdris-i Bitlisi, kitabında “Kızılbaşlık” ile ilgili bir anlatıma yer vermez. İdrisi Bitlisi uzun yıllar Safevi İmparatorluğu’yla da teması olan bürokrat bir kişi idi. 1514’te Çaldıran Savaşı ile birlikte, Amasya’da 23 Sünni Kürt Beyliği adına yapılan “Osmanlı Kürt Özerklik Antlaşması” sonrasında, Osmanlı egemenliğindeki toprakları bir boydan diğer boya Safevi Devleti denetimine girmek üzere iken, Amasya’da gerçekleşen bu “Osmanlı Kürt Antlaşması” süreci tersine çevirdi. Zira İdrisi Bitlisi; dönemin hem bir aktivisti, hem bir aktörü ve valisi, hem de bir yazarı olarak çok yönlü meziyetlere sahiptir. Osmanlı devleti, İdrisi Bitlisi’nin bu özelliklerinde fazlasıyla faydalanır. İdrisi Bitlisi’nin farklı hesapları olsa da, sonuçta o da Sultan Selahaddini Eyubi gibi, icraatıyla halkına karşı tarihi misyonunu oynamaz. Osmanlının Vekalet savaşını vermek üzere Tebriz’e gönderilir. Şiia İslam Safevi İmparatorluğunun, Sünni İslam Osmanlı İmparatorluğuna karşı verdiği ve kazanmak üzere olduğu savaşı tersine çevirir. Safevi Devleti, özelikle Kürdistan’da bu Kürt Beyliklerinin bulunduğu alanlarda, bir daha doğrulamayacak kadar büyük yenilgiler alır. İdrisi Bitlisi’nin 1514 yılından sonra giriştiği, Şiia İslam Safevi ve Sünni İslam Osmanlı savaşından sonra, yazım yaşamını çok canlı tutmaz. 1520’ye kadar Yavuz Sultan Selim ile yaşadıklarını pek yazıya dökmez. Dolayısı ile Kızılbaşlar ilgili yazabileceklerini de aktarma olanağını bulamaz. Bu durum kısmen Şerefhanê Bitlisi’nin kitabında yer alır ki, kendisi Osmanlının denetiminde bir kişi olarak, Iran yanlısı Kızılbaşları yerer. Bu tutum tüm tasavvuf yazarlarında bir kaide haline gelen Sünni İslam Osmanlı söylemi olarak, bazı inançlara yakıştırılan, sonra da içselleştirilerek yanılsama bir bilinç ile insanlara ad olur.
ŞİİALARIN KUTSADIĞI İMPARATOR;
ŞAH İSMAİL / HATAYÎ, KENDİSİNİ \"ALLAH\" İLAN EDER!
Şah İsmail/Hatayi, şiirinde kendisini “Allah” ilan eder ki bu adam Şiia İslam Safevi İmparatorudur. Tıpkı Yavuz Selim, II. Abdulhamid, Mustafa Kemal, Rıza Pehlevi ya da Hümeyni gibi devletlidir.
Mukayese ile Sünni İslam Osmanlı İmparatorları, kendilerini \"Halife\" olarak gösterip hüküm sürmüştür. Şiia İslam Safevi İmparatoru Şah İsmail/ Hatayi ise kendisini, Osmanlı halifeliğinin üstünde göstermek üzere Muhammed, Ali, 12 imam yerine koymayı yeterli görmemiş olacak ki, Allah’ın yerine koyup ve tahtına oturtur!
Şah İsmail/Hatayi, Şii Safevi İmparatorluğunun başıdır, şahıdır, sultanıdır, padişahıdır:
21. Yüzyılda, yani bu çağda, halen bu adama tapanlara rastlamak, 16. yüz yıl Şiia köleliğini, müritliğini kabul etmektir. Bu gün Şiia, Kızılbaş ya da Alevi insanların, Şah İsmail/Hatayi, babası Şah Haydar, dedesi Şah Cüneyt için kendilerini parçalamalarını izah etmek akıl dışıdır. Böylesi kula kul olmayı tanımlamak, tarif etmek, aklın işi olamaz!
Şah İsmail /Hatayi’nin aşağıya aldığım şiirinin benzeri, çok şiiri vardır ki, kendisini Ali, Muhammed, 12 İmam yerine koyar. En sonunda bununla da tatmin olmaz ve kendini “Allah” ilan eder.
Şah İsmail / Hatayi’nin Bir Şiiri
Yakın bilin kim Hudadır (Allah.aö) Hatayî
Muhammed Mustafa’dır Hatayî
Safi nesli Cuneyd Haydar oğlu
Aliyyel Mutezadır Hatayi
Hasan aşkına meydana girubdur
Kazim Musa Rızaidür Hatayi
Muhammed Taki\'dir Ali Naki hem
Hasan Asker likaidir Hatayi
Muhammed Mehdi Sahip zaman\'un
Kapısında gedaidir Hatayi
Menim adım Veli Şah İsmaildir
Hatayîdir Hatayîdir Hatayî!
.... EBUL VEFAYİ KURDİ’YE ve PİR SULTAN ABDAL’A NE YAPTILAR?
Çeşitli Avrupa kaynaklarında ise, Şah İsmail’in çıkışını “Hıristiyanlığa teveccüh” olarak yorumlanırken, bu iddianın gerçekle bir alakası yoktur.
Safevi İmparatoru Şah İsmail ise, Osmanlı zulmünden kaçıp, kendisine sığınan MİHTRA inancının devamı olan RÊYA HEQÎYÊ, YARESAN, ÊZİDİ ve ya Batini inancından insanları, Şiia İslam’a intikalini sağlamaktı. Sığınan On bir Kürt Beyinden sekizi, Şiia İslam Safevi Devleti’nin bu isteğini ısrarla reddetmesi üzerine, kurşuna dizilmişlerdir. Üçü ise Şiia İslam’a geçtiklerini kabul ederek, canlarını kurtarmışlardır.
Pir Sultan Abdal’a Ne Yaptılar?
Yavuz Sultan Selim, Pir Sultan Abdal’a ihanet eden ve kendisinin saflarına geçen Hızır Paşa’yı donatarak, büyük bir güçle Pir Sultan Abdal‘ın üzerine sürer. Pir Sultan Abdal, Safevi İmparatorluğuna sığınarak kurtulmaktan başka çare bulamaz. Ancak, Şah İsmail/Hatayi’nin başında bulunduğu Safevi Devleti, Pir Sultan Abdal’ı kabul etmez. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal, “Hızır Paşa bizi Berdar(idam.aö) etmeden, Açılın kapılar Şaha gidelim” yakarışını yapar. Fakat Şah İsmail’in Şiia İslam Safevi İmparatorluğu, “Siz Müslümanlara karşı geliyorsunuz. Kabul etmemiz için, sizin Şiia Müslüman olmanız gerekir” şartını ileri sürer. Pir Sultan Abdal, sonunda “Şartınızı kabul ediyoruz” demekten başka çare bulamaz, tahkiye yapmak durumunda kalır. Bunun özerine, Rêya Heqiyê inançlılar Pir Sultan Abdal’ı; “Sen Hak Yolu’ndan çıktın!” diye eleştirir. Pir Sultan Abdal ise, yaptığının “tahkiye olduğunu” belirterek; “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!” diye açıklamada bulunur. Ancak, Pir Sultan istemeyerek de olsa düşürülmüştür. O tarihte bu, İkinci bir Ebul Vefayî Kurdi olayıdır!
Ebu\'l Wefayi Kurdi(1026-1107)’ye ne yaptılar?
Zerdeşt inancının Yaresani kolunda olan Ebul Wefayi Kurdi, İslamcilarca Bağdad\'ta geçirdiği bir sorgudan sonra, Zerdüştlük ile islamiyeti yakınlaştıran bir tarikat kurar. Bu tarikatın ileri gelenlerinin hemen hemen tamamı Kürt\'tür. Bunlardan biri de, Mevlana\'nin Mevlevisini yazan Hüsamettin Çelebidir.
Ebul Wefayi Kurdî, o kadar oportünist duruma düşürülür ki, \"Akşam Kürt olarak yattım, sabah Arap olarak kalktım!\" der. Bu tutumu inancında, ilişkide bulunduğu ve kendine bağlı kurulan Baba İshak, Baba Gargin vs. pek çok meşhur, tarikat mensubunda da görülür ve gelenek haline gelir!
Ebul Wefa\'nın, Mihtra inancının İslamiyet ile karmalaşmasına etkisi büyüktür. Rêya Heqîyê inancının İslamlığa tahvil edilerek Müslümanlığın içinde eritilmesine o tarihteki tekkelerin çok önemli rolü olmuştur. Bugün, Rêya Heqîyê inancında olanların, kendilerine; \"Alevilik üzerinden esas Müslüman biziz!\" diyecek duruma getirildiklerinin ironisi ile İslam’ın hiç bir farzını yaşamayanların keşmekeşliğinin, o günden etkileri vardır.
Yazı oldukça uzadı. Konuyu ileride tekrar ele almak üzere, şimdilik sonlandırırken, not olarak belirtmeliyim ki; Din ve etnisite mühendisliğinin, asimilasyon, baskı ve hileli metotlarla, siyaset inşasına en bariz örnektir “Kızılbaşlık”, “Alevilik” ve diğer pek çok aidiyet ! Bu hususu ikirciksiz ve tarih bilinci ile irdelemeye ihtiyaç vardır. Çünkü “Cem evleri”, “Alevi Dernekleri” üzerinde yoğun bir Sünni İslamlaştırma, Şiia İslamlaştırma çabası vardır! Son yıllarda da büyük bir mesafe kat etiklerini gözlemlemek mümkündür.
Şimdi bilmek gereklidir ki, Müslüman olmak ile Müslüman sayılmak ayrı şeylerdir. Rêya Heqîyê inancı Müslüman değil, Mihtra inancıdır. Ancak onu Kızılbaşlık-Alevilik çadırına sokarak Müslüman sayıyorlar.
Yıllar geçtikçe o çadıra hapis edilen Rêya Heqîyê ve diğer pek çok inanç, her geçen gün kendine yabancılaşarak çürüyor. Bu girişim büyük bir operasyon olarak işliyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.