Türkiye, Ahmet Davutoğlu’nun ortaya attığı ve AKP’nin siyaset haline getirdiği“Stratejik derinlik” teziyle, Kafkasya’dan Akdeniz Havzasının batı ve güney kanadına, Karadeniz Havzasından Basra Körfezine İslam ideolojisi ile enerji bölgelerine hüküm olacağı, 1920’lerden sonra ve ziyadesiyle Abdul Cemal Nasır döneminde oluşan anti-demokratik iktidarlar, Arap milliyetçi krallıkları da “Arap Baharı” siyaseti ile dışarıda edindiği ve içerde krallıklara karşı oluşan kitlenin nefretini de kullanarak, yeni İslami yönetimlere, eskiden oluşan Osmanlı hegemon kültürünü, geleneksel tarihini de arkasına alarak ve kullanarak hak sayarak, bu alanları “İç sorunu” görüp değerlendirmek istediği bilinir.Bu konudaki siyasi yayılmayı Fettullahçılarla birlikte oluşturduğunu “birlikte yürüdük biz bu yollarda” dediği günleri beraber gözlemledik.
Mısırda, Müberek’in düşürülmesinden sonra, devleti ele geçiren İhvanı Müslim’in ve lideri Muhammed Mursi oldu. Mürsi’nin gelişini ABD ve İsrail de destekliyordu. Çünkü ABD ve İsrail, İslami Kardeşleri BAAS’çılara tercih etmişti. Bu AKP iktidarını giderek cüretlendiriyordu.
Mürsi’nin iktidar olması, Fas’tan başlayıp yayılan hareket, Türkiye’de AKP’nin bir dönem aklı Ahmet Davutoğlu’nun oluşturduğu ve lideri Recep Tayip Erdoğan’ın “Stratejik Derinlik” siyasetinin “sahada başarı kazandığı” algısına paralel olarak yayılıyor ve taban buluyordu. Mürsi’nin gelişinden sonra, Mısır’da yapılan bu seçimde sekuler muhalefetin çoğu, yani % 50’si bu seçimi boykot etmişti. Muhammed Mursi, seçime katılan % 50’nin, %50’sini ya da Mısırdaki genel seçmenin % 25-26’sının oyunu aldı. Bu İhvanı Müslim(Müslüman Kardeşler)’lerin Tahrir Meydanı’ndaki sekuler insanlarla kazandığı başarıyı, kamuoyunda toptan kendine saydı. Ancak gerçek durum böyle değildi. Gerçek olan % 25’lik desteği, % 51 ve üzerinde göstererek abartılı göstermesi idi. Bunu Türkiye’de AKP’nin aldığı % 40-50 oy oranıyla da değerlendirerek, Sünni İslami İhvan’ın propagandasını dayayarak “Stratejik Derinlik” siyasetinin ”doğru”luğu için alanda rol çalıyordu. Fakat bu siyaset, Türkiye’de AKP ve yakınındaki kesimlerin düşüşünü durdurup, oy oranını yüksekte tutuyorsa da esasında Dünya gerçeğinin ne olduğunu bilecek durumda idi. Müslüman Kardeşler iktidarı ve devleti yönetme konusunda tecrübeli değildi ve karşılaştıkları devlet variyetini ise “ganimet” sayıp yağmalamaya koyulmuşlardı. Türkiye’nin ve özellikle de AKP iktidarının telkinlerine kulak veren İslami kardeşler, gelenek gereği Hıristiyan ve Şiilere karşı da sert politikalara başvurmaya koyuldu. Mısır’da; Elektrik, su ve belediyecilik hizmetleri ise yapılamaz noktaya getirilmişti. Halk adeta orduya göz kırpıyor ve olaya el koymaya davet ediyordu.
Ancak Muhammed Mursi, taraftarlarına “Kendi meşru iktidarları için öl!” emirlerini veriyor ve seçimle yeniden Cumhurbaşkanı olabileceğine güvenmiyordu. Bu ortamda iktidarını devam ettirme şansı zaten yok denecek düzeye inmişti. Zira Arap Dünyası’nın önemli ekonomik ve siyasi merkezi olan ve 80 milyonluk nüfusu olan Mısır’ın, bir iç savaşta daha derin krizlere sürüklenmesi, savaşın bir andan tüm Yakın Doğu’ya ve Orta Doğu’ya daha şiddetli ve kontrol dışı yayılması, Süveyş Kanalı’nın kapanmasına ve anında petrol fiyatlarının da anında % 50 zamlanması demekti. Ayrıca İhvanı Müslim’in iktidarını ayakta tutmak için tüm taraftarlarını ve etkinliğinde bulundurduğu bürolarını silahlandırarak, gelecekte karşısına çıkacakları bastırmaya hazırlanıyordu. Bu durum Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının, dünya için tehlikeli bir hale gelmesi, radikal siyasal hareket anlamına geliyordu.
Mısırda ayaklanmada birlikte olup, sonraki muhalefetin, “Seçime gidelim!” talepleri ve “Eksiklikleri birlikte ve diyalog içinde giderelim” paylaşımlarından kaçınarak, istemlerini reddederek dikleşmesi, darbe sonrası dönemde; “Hata yaptık” söylemleri kadar mülayim değildi.
Mısır, bir Avrupa ülkesi değildi. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi çözülen bir dini yapıya sahip bir Müslümanlık da yok idi. Bu koşullarda muhalefettin seçim tekliflerini de kaale almayınca, darbenin ayak sesleri daha sert ve kapıya dayandı. 03 Temmuz 2013 akşamı ABD ve Avrupa’nın da desteği ile Abdulfettah Sisi darbesi gerçekleşti. Bu darbenin etkileri sadece Mısırla sınırlı kalmadı. Büyük bir ihtişam ile AKP iktidarının uygulamaya koyduğu “Stratejik Derinlik” siyasetinin de hızla boşa düşmesinin başlangıcı oldu. Bu nedenle Türkiye’ye, Mürsi’nin tutuklanmasına ve yargılanması çok ağır geldi. AKP’nin uluslar arası ilişkilerinin de buna mukabil olarak düşüşe geçmesi idi! Ancak AKP, bu süreci geri çekilerek en az zararla gidermek, krizden kaçınmak yerine, inatlaşarak sürdürmeyi sürdürdü. Eh ne de olsa serde Osmanlılık, Fatihçilik vardı. Ama Yaşanan ne Fatih Sultan devri idi. Ne de Osmanlı dönemi idi! O dönem üzerinden okunan tüm siyasetler, bugün yaşanan 3. Dünya Savaşı’nı, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinin yaşadığı akıbeti yaşatacaktır olgusunu da bugün göremeyecek durumdadır.
Göremediği için Suriye politikasında aynı siyaseti sürdürüp, Mısır’daki politik kaybını Yemen ve Suriye’de tutturamadı.
YEMEN OLAYLARI MURSİ’Yİ UNUTURDU!
Mısır ve Pakistan yönetimlerinin de koalisyonu destekleyeceklerini açıkladığı, Suudi Arabistan'ın öncülüğünde Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Ürdün, Sudan, Kuveyt ve Fas koalisyon gücü, İran destekli Yemen Husi Ensarullah Hareketi'ne ve ''Devrik lider'' Ali Abdullah Salih'e bağlı askeri üslere karşı düzenlenen operasyona ''Kararlılık Fırtınası'' ismini vererek, İran yükselişin durdurmak üzere Arap koalisyonu, Yemene operasyon başlattı.
Yemen'deki bu kavganın esas sebebi, Babu'l Mendeb boğazı olarak gösteriliyor olsa da pek çok sebebi vardı.
Kızıldeniz'i Aden Körfezi'ne bağlayan Bab'ul Mendeb boğazı, aynı zamanda Afrika ile Arap Yarımadası'nı da birbirinden ayırıyor ya da bağlıyor. Somali ve Cibuti'nin yer aldığı boğazdan bir yıl içerisinde dünya genelinde 'gemilerle taşınan petrolün yüzde 8'i bu boğazdan geçiyor. Bu olayın ekonomik ve politik önemini de artırıyor
Dünya petrol arzının kritik bir noktasında bulunan Bab'ul Mendeb (Hüzün Kapısı) boğazı, Hint Okyanusu ile Güneydoğu Asya'yı Süveyş Kanalı yoluyla Akdeniz'e ve Avrupa'ya bağlayan dünyanın en önemli deniz ticaret yollarından biri olarak gösteriliyor.
Ayrıca boğaz, Afrika Boynuzu ülkeleriyle birlikte Mısır ve Sudan gibi ülkelerin de üzerinde ''güç” oluşturma noktasında kritik bir öneme sahip.
Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri ise, Husilerin ilerleyişi karşısında, Aden kentine kaçan Devlet Başkanı Abdur Rabbu Mansur Hadi’ye destek veriyordu.
İran’ın; Suriye ve Irak’ın ardından da Yemen’deki varlığını da güçlendirmesine izin vermeyeceğini açıklayan Suudi Arabistan ve müttefikleri, Yemen’deki Husi mevzilerine askeri operasyon başlatmıştı.
Bu operasyon, Suriye’de Esad’ı destekleyen, Irak’ta da IŞİD’e karşı mücadele gerekçesiyle sahadaki etkisini artıran İran’dan rahatsız olan Riyad’ın, Tahran’a karşı attığı en net adım idi.
Suriye ve Irak’ta, İran’a karşı fiili bir adım atamayan Suudi Arabistan, Yemen operasyonuyla Ortadoğu’daki İran varlığına daha fazla tahammül etmeyeceğinin en ciddi işaretini vermiş ve sonrasındaki olaylar devam etmişti.
Türkiye Mısırda “Stratejik Derinlik” siyasetine aldığı darbe ile her ne kadar Suriye Muhalefetine ortaklaşa vermek istediği destek neticesinde, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap Koalisyonunun yanında kalmak istedi. Ancak Mısır’ın, Koalisyonu destekleyip, Arap Dünyası içindeki İmajını yeniden korumayı sağladığı için, Türkiye Mısırda Sisi’ye karşı aktif duramadı. Sessizce Sünni cephenin tarafında durdu. Bu durumun ve yanı sıra ABD, AB’nin Abdullatif Sisi’nin yanında durmuş olması, Türkiye’nin Mursi’yi aktif savunmasını zorlaştırdı
SURİYE’DE “STRATEJİK DERİNLİK” DERİN YARALAR AÇTI!
Mart 2011’de İslami eğilimli muhalif güçlerin Suudi Arabistan, Türkiye, Katar’ın aktif silah ve ekonomik desteği ve içerde gösterilerle başlayan dış destekli iç savaş boyutlanarak 3. Dünya Savaşı’nın üzerinde en çok yoğunlaştığı nokta haline geldi.
Başar Esad Yönetimi, Müttefiki Rusya ile birlikte savaş taktik ve stratejisini oluşturmaya koyuldu.
Türkiye’nin Suriye Muhalefetini aktif desteklemesi karşısında, öncelikle Rojava Kürdistan’ını Kademeli olarak, geçmişten de ittifakları olan PYD’ye bazı tank ve orta düzeyde silahları bırakarak terk etti. Ancak önemli askeri üslerde askerlerini tutmayı da ihmal etmedi. Bu Türkiye’yi aşın topuğu olan Kürt sorunu ile vurma ve güçsüz düşürme hesabından kaynaklı idi. Türkiye 2011-2014 Musul’un DAİŞ tarafından alınmasına kadar, var gücü ile Suriye Muhalefetini Suudi Arabistan ve katar ile birlikte desteklemeye verdi. Bu destek neticesinde El Kaide güçlendi, seri bir şekilde örgütlendi. 7. Yüzyıldan beri Irak’ta ve Arap yarım adasında iktidar olan ve 2003 yılından sonra iktidardan uzaklaştırılan Sünni Irak BAAS partisinin El Kaide ile ittifak kurması ile yönetim eksikliğini esastan gidermiş olan bu Sünni radikal İslami güçler, önce Raqqa sonra da 8 Haziran 2014 yılında Musul’u almaları ile Irak’ın en büyük iki silah deposunun bulunduğu ve yaklaşık 20 milyar dolarlık silah bulunan Musul’u ele geçirmeleri ile taraflar arasından sıyırıp büyük bir güç olarak önce İŞİD, sonra da İslam Devleti olarak ortaya çıktılar. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar üzerinden Suriye muhalefetine gönderilen yardımlar, “Eğit Donat” yöntemi ile yapılan çalışmalar, DAİŞ’e güç olarak kayıyordu. Öylesine ki Türkiye, DAİŞ’ın “terör-çete” nitelemesini bile hoş karşılamıyor, “Kızgın sinirli İslami gençler!” olarak tanımlıyordu. Her geçen gün DAİŞ’ın teşhir olması ve gerilemesi ile Türkiye dediğinden bir türlü geri adım atamıyor, dünyanın gidişatını da hesaplar nitelikten uzak duruyordu. Suriye’deki iktidarın ağır ağır alan kaybetmesi ile “Yakın bir anda düşeceğini!” hesaplıyordu. Oysaki Rusya’nın Ak Denizdeki güvenliği için biricik stratejik savunmasının Haseke’deki Tersus Deniz Üsü olduğu ve buradan çekilmeyeceğini hiç hesaplayamadı ve sanki Başar Esed’i kendi başına biridir gibi yanlış bir hesaplar düşmüştü. Bu psikoloji ile Suriye ile savaş üst boyutlara taşındı. Bu psikoloji neticesinde Rus uçağını düşürdü. İlk başta Rusya’ya celallenen Türk yetkilileri, sonra da sorunun celallendikleri gibi olmadığı ile karşılaştılar. Geri adım atıp, yalvar yakar oldular, “Şengay’a Katılmaya” kadar işi vardırdılar. “Suriye yönetimini düşürme amacında değiliz. Teröre karşı tedbir almak ve kendilerimizi savunmak amacındaydık! Zaten uçağı da düşüren biz değil, FETÖ idi” dediler. “Tüm amacımız, bölge ülkelerinin birlik ve bütünlüğünü korumak ve bağımsız Kürdistan’ın oluşmasını engellemek!” olarak strateji üzerine strateji, hedef üzerine hedef değiştirdiler. En son ABD’nin “Suriye yönetimi kimyasal silahlar kullanıldı” diyerek Şayrat Hava Üssü'nü bombalaması ile Türkiye bölgenin çatışmasına yeniden uyanır oldu. ABD’yi “eksik vurdu” demekle itham etti. Bu gelgitler Türkiye’nin bir yere tutunamamasından kaynaklı, arada gel-gitleri ve istikrarsızlığından kaynaklanmaktadır. En yetkili ağızdan “Menbiç’ten girer, Raqqa’dan çıkarız” dediler. Ancak İhvan Hareketinden farksız olan Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) ile Cerablus, Azez, İdlip gibi yerleri işgal etti. En son Rus savaş uçaklarının da Türk askerlerini “Yanlışlık oldu” diye vurması, Efrin Kantonunda Kürt güçlerinin korunduğunu görmesi, Telabya ve Rojava’nın farklı yerlerinde ABD ile YPG, ABD bayrakları ile tanklarıyla, Türk silahlı güçlerinin saldırılarına karşı konumlanmış olması; “Suriye’de görevi başarıyla bitirdik!” deyip çekilirken, adeta tüm eski dediklerini tekzip ediyordu. Ancak bir ihtimal fırsat bekleyerek, “eğit-donat” siyaseti ile yenilen güreşçinin doyumsuzluğu misali yenilgilerinden ders çıkaramamış durumdadır.
Tabi bu duruma götüren bir olgu da, Suriye’nin “İçişlerime karıştı!” dediği Türkiye’yi, Roma Mahkemesine yaptığı başvurunun da Türkiye aleyhine sonuçlanması ve tüm yapılanların uluslar arası mahkemelerde görülür olması, Türkiye’nin dış politikası ile kendisini kelepçelemesi muhtemeldir. Bu nedenle bir gün “Suriye iktidarı yıkılmalı”, diğer gün, “birlikte terörü vurmalıyız” diyen bir istikrarsızlık içindedir ve çıkış bulmakta zorlanmaktadır.
Uzun bir hazırlıkla Amerika’ya Fidan, Akar ve Kalan’ın girişimlerine rağmen, heyetinin tüm diplomatik çabalarına rağmen YPG’ ye silahları verme kararını nerede ise aynı gün imzaladı. ABD’ye giden Recep Tayip Erdoğan’a verilen mesaj ise,”Kore’de bizim için savaşarak, NATO’da yer aldınız. Ama şimdi başladığınız yerde değilsiniz. İlişkimiz de ona göre olacaktır!” mesajından ibaret idi. Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan ise ABD’den bir şey alamayacağının farkında olarak, Beyaz Saray’da değil, kendi sarayında muhtarlara hitap edercesine iç kamuoyuna mesaj verme durumunda idi.
Trump, ilk dış gezisini Suudi Arabistan’a yaptı ve Radikal Siyasal İslam’a adeta kılıç sallayacağım dedi. Tüm görüşmeleri bunun üzerinde oluşturdu. Hem İran’a, hem DAİŞ terör çetelerine karşı “savaş” stratejisini açıklayıp giden Trump’tan sonra, ikisine açık olan Katar’a Sekiz Arap Koalisyonu ve onları destekleyen Mısır ve Pakistan katarı izole etme siyaseti dayadı. Ancak katar sonunun nereye varacağını görerek, ABD ile alelacele “taahhütlerine açığım” diyecek gibi, antlaşmalara yöneldi. Yani etrafını diplomatik yönden çembere aldı ve kendisi diyaloga girdi. Akıbeti nereye varacak daha belli değildir. Türkiye’nin ise Katar ile 20 milyar dolarlık yatırımları ve dev ortaklıkları var. Çaresizliğinden Katar ile ilişkilerini sürdürüp, “arabulucuyum” pozisyonuna yattı. Bu ilişki de sağlıklı ve istikrarlı olmaktan uzaktır. Zira Katar, İran ve Suudi Arabistan arasında zengin, güçsüz ve istikrarsızdır. Katar sürünmeye namzet bir Arap devletidir.
Türkiye, İran ve Hindistan’a karşı ürkek durumdadır.
En son gelinen noktada tüm diplomatik faaliyetler sonuç vermemiş. ABD Savunma Bakanlığı Pentagon ile YPG arasında 10 yıllık bir askeri antlaşma imzalandığı bildiriliyor. Bu da ayrı bir konsept olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
AB siyaseti kapanmış durumda. Türkiye’nin kredi notunun düşmesine bağlı olarak dış siyaseti de sora girmektedir. Önemli kuruluşlarını, fona devir ederek kredisinde garanti vererek ipotek altına aldırmaktadır.
BM’in, Uluslar arası İnsan hakları kuruluşlarının Sur, Cizre, Nusaybin vs. raporları Türkiye’yi savunmasız duruma çekeceğe benzemektedir.
Burada sadece Yakın ve Orta Doğu Türkiye’nin siyasetinde izolasyonu pek çok nedenlerinden ilk etapta yaşananların akla gelenlerini sıraladım, bunun yanında pek çok nedeni vardır.
Türkiye Kürt sorununa “Terör sorunu” olarak yaklaştığı müddetçe, bu izolasyon daha da artacaktır.
Türkiye kendini bağlayan “Kürt sorunu” ile yüzleşip, diyalog yoluyla çözmeye çalışmadıkça. Siyasal İslam ile arasına mesafe koymazsa kendi ayağındaki palangayı açamayacaktır. Stratejik Derinlik ile başına sardığı beladan da kurtulup kendini huzura alamayacaktır.
Buna mukabil, Kürdistan’ın evirildiği durum, bir başka yazının konusu olsun!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.