Seçime kilitlenmiş Türkiye ve medyası, genel olarak iki partide yoğunlaşıp tartışıyor.
Bunlardan biri AKP, diğeri HDP!
AKP, 13 yıllık iktidar partisidir. Başta liberal, muhafazakar, demokratik bazı reformlardan söz etti. Avrupa Birliği(AB) müktesebatına uygun projesini yaşama geçireceğini vaat etti. 2004 yılında Avrupa müktesebatına uyum için bazı düzenlemeler de yaptı. Sonrasında 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmeyi dillendirdi. Kendisine dönük ordudaki karşıtlığı boşa çıkarmayı hedefledi. AKP’nin bu söylemi kendisine referandumda her kesimle daha sıcak diyalog kurma imkânları sağladı. Pek çok çevrede “Liberal İslam” görünümü vererek, “değişimler yaratabilir” imajını yaygınlaştırdı. Referandum sonrasında kısmı bazı değişiklikler de yaptı. Bu, AKP’ye yıllardan beri ordunun mağdur ettiği kesimler ile köprüler kurmasına olanak sağladı. Dışarıdan da desteklenir bir parti olunca, kitle desteğine mazhar kaldı.
Sonrasında anlaşıldı ki bu değişiklikler, sadece AKP’ye karşı saldırıları savuşturmak için yapılan şeyler idi. Bu savuşmayı sağlayıp her alanda etkinleştikçe, demokrasi lafzından, AB uyum projesinden ve reformlardan vazgeçti. Dolayısı ile AKP’nin demokrasisi sadece kendisi ile dair olanı ile sınırlı olduğu anlaşıldı. Kendisinden olmayan hiçbir kesime tahammül göstermeyip saldırdı.
Yaptığı reformlar ile 1920’lerden beri “dokunulmaz” denilen orduya dokundu ve orduyu denetler duruma geldi. Aynı süreçte polisi ve istihbaratı yeni teknoloji ile donattı, kendisine bağlı esas güç konumuna çıkardı. Orduyu kendine bağladığı oranda da profesyonel duruma getirmeye çalıştı. Ordunun eski ağırlığını aşağı çeken, polis gücünü Gülen Cemaati ile güçlendiren, orduyu denetler duruma geldi.
Ardında kavisli bir siyaset ile reformlara sırt döndü, diktatör karakterini açığa vurmaya başladı. Toplumu kin, nefret, şuursuzluk, eski söylediklerini de hiçe sayarak “iç düşman”, “iç hedef” söylemi ile suni gerilimler üzerinden kendisini alternatifsiz kılmaya, tekleştirmeye çalıştı. CHP ve MHP çizgisine yakın durdu, karşı polemikleri ise demagojik tarzda onların tabanını boşaltmak üzere siyaset geliştirdi. Türk Milliyetçiliğine göz dikti. Her alanda “Tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganlarını işledi. Bu arada 2011’den sonra İmralı görüşmelerini canlı tutarak Kürtleri oyalama taktiği güderek “çözüm-barış umudunu” canlı tutu.
“Çözüm” ve “barış” ile Kürtlerden oy isteyen AKP, KCK operasyonları ile KCK’nin tüm sivil söylem ve arzusuna rağmen, sivil alanda olan BDP ve diğer Kürt aktivistleri “KCK operasyonları” adıyla cezaevine tıktı. Başta kendini muktedir saydı. “Bak ben sadece Vesayet sistemi ile değil, aynı şekilde Terör ile de mücadele ediyorum!” söylemini yaymaya çalıştı. Sonrasın da birini tutu, diğerini salıverdi.
Bu çatışmaların son halkası ise “kadim ortağı Gülen Cemaati” oldu. Daha önceki operasyonları ise önce ortağı olan şimdi işaret ederek kendini temize almaya bahane ettiği, “paralel devlet”e yığarak, kendisinin inşa ettiği diktatörlüğü gizlemeye çalıştı.
Dershaneler üzerinden başladığı tasfiye, 17-25 Aralık’ta yapılan operasyonun ardında, Gülen Cemaati ile yargı ve polisteki kadrolarını temizlemeye girişti. Bu arada hedef daraltma adına, orduya çektiği operasyonu durdurdu. Yargıladığı ordu ile uyuşan, anlaşan bir politika izledi. Operasyonun icracısı, “paralel ordumuza kumpas yaptı” diyerek, onlar nazarında kendini sorumsuz göstermeye girişti. Yargıtay’da cezası olan Ergenekoncu, darbeci askerleri bir vesile ile bıraktırdı. İnisiyatifini kırdığı ordu ile attığı köprüleri yeniden kurdu. Bu köprü, aynı zamanda onlardan aldığı diktatör mirası sürdürmeyi de açığa çıkaran bir durum idi.
AKP’nin iktidar hırsı ile şiddeti rehber edinerek nasıl, ne zaman kime saldıracağı pek anlaşılmazsa da, kendi dışında herkese saldırdığı anlaşılmış durumdadır. Zira sonrasında da kendi yaptığı hukuksuzluklarını da başkasına yığmaya şimdiye kadar pek maharetli gözükürken, çekirge hep sıçramaya devam eder mi?
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız bu kavisli süreç, AKP İktidarı’nın aynı zamanda AKP’nin AB’ye yanaşan politikasının yön değiştirerek, doğuya döndüğü dönemdir.
Arap dünyası içinde olup bitenleri, arkaik Osmanlıcı bir algı ile kendisine yakın gördüğü Sünni İslam eksen üzerinden “Model ülke Türkiye” söylemi ile hegemonik bir siyaset izledi. Ancak bu siyaseti gelip, kendi içinde çözemediği Kürt ve Kürdistan sorunu ile tıkanıyordu. Libya, Tunus, Fas, Yemen ve Mısır’da “Türkiye modeldir” diyenler iktidarda tutunamadı.
Türkiye’nin daha önce “kardeşim” diye tanımladığı Beşar Esed ise “bir çırpıda düşürülmesi gereken iktidar” oluverdi. Gelip dayandığı ve Suriye’de izlediği siyaset ise, Esad’ın Güney Batı (Rojava) Kürdistanı’nı boşaltarak, Kürt güçlerinin hakimiyetine bırakması ile Türkiye’nin nefesi Orta Doğu ve Yakın Doğu’da giderek zora sokuldu. Beşar Esed’in bu siyasetine karşı örgütlendirilen Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) giderek İslami terörist örgütlerinin takviye aldığı bir zemin oluyordu. Sünni eksen siyaseti ile model olamadığı gibi, eskide olan itibarını kaybetti. ABD, AB ve dünya siyasetinde, projesi bir bumerang gibi gelip kendisini vurmaya başladı. Bu da AKP’nin taraftarını mobilize etmesine neden oldu. Baskıcı siyaseti artırmaya daha çok endekslendi.
Türkiye içine düştüğü Suriye politikasındaki açmazı aşmak için, İslami Terör örgütlerine sınırsız imkânlar sağladı. Burada Anti- Esed’ci olan herkese tırlarla silah, lojistik destek vs. sunmaya çalıştı. Aynı desteği, yine Sünni İslam eksende duran, tıpkı Türkiye gibi ABD ile de müttefik olan Suudi Arabistan, Katar ve pek çok Sünni İslam ülkesi/iktidarı da yaptı.
7. Yüzyıldan beri süren Sünni ve Şia savaşını da arkalayan, tüm iktidar çatışmaları ve geçmiş tarihi anlaşmazlıkları kullanan, El Kaide ve diğer İslami Terör örgütlerini artık seyyar tarzdan yerelleşmeye/alan tutmaya çeken bir stratejiye varacak gücü olan ve kullanan İslami Terör örgütleri Irak –Şam İslam Devleti(İŞİD) kurma ereğini gerçekleştirmek için konuşlandı.
İŞİD, bu arada Güney Batı Kürdistanı’nda Kürt güçlerinin denetiminde olan alanları da ele geçirerek, hem Türkiye ile sınır olma, hem de iç çatışmaları ve zamansız giriştikleri iktidar kavgası içindeki Kürtlerin zaaflarından dolayı denetleyemediği alanları siyaseten ve güç olarak lehine iyi hesaplayarak, Arapların yerleştirildiği Kürdistan bölgelerini yani Efrin ve Kobani arasındaki Ezaz, Kobani ile Cizre Arasında Grê Spî, Heseke hattı ile Kuzey Kürdistan’a sınır olan “Kürtlerin göçertildiği ve Arapların yerleştirildiği olan alanları İŞİD kendisine üs durumuna getirdi. Bu, İŞİD için stratejik önemde idi. Çünkü bu üslerden Kürtlere saldırarak, TC ile karşılıklı bölge politikasında güçlenerek Güney Kürdistan ve Güney Batı Kürdistan’ı kendisi için boydan boya bir siyasi ve enerji koridoru olarak açacak zemini bulacaktı! Bu hesap daha sonraki Kobanê, Şengal ve Celewle, Kerkük ve Hewlêr’e saldırmayı planlayarak desteğini de aynı oranda güçlendireceğini hesapladı. Tabi bu plan Kürt güçlerinin dayanışması ile gerçekleşme olanağı bulmadı.
Sünni güçler Irak’ta alışkanlık haline getirdiği ve üstlendiği iktidardan düşmüştü. Ancak 1400 yıldır iktidar ve yönetme becerisi olan Saddam’ın gücü ile birleşen DAİŞ/İŞİD, Suriye’de Rakka ve ardında Irak’ta Musul vilayetini ele geçirdiğinde birlikte büyük bir motorize askeri donanımı elinde buldu. Saddam’dan kalma ordu, bu silahları kullanmaktan acemi değildi ve kullandı.
Yakın Doğu, Orta Doğu için, hatta Dünya için bir tehdit oluşturan bu güç kendisini kullanmaya yatırarak çok sayıda devletten destek almıştı. Musul’u ele geçirdikten sonra görüldü ki, aslında DAİŞ yardım aldığı tüm güçlere kendini kullandırtmadığı üzere, tüm bölge devletlerinin çelişkilerini de değerlendirerek onları kullanıp güçlenmişti.
Celewle’den Efrine İslami Teröristlere karşı, karasal alanda koyabilen Kürtler (peşmerge ve gerilla gücü) kalmıştı. Kürtler bu motorize ve tanklarla donanmış bir gücün saldırılarına karşı direnirken, ellerinde klasik denebilecek silahlar vardı. Tüm direnmelerine rağmen İŞİD’i geriletmekte eksik kaldılar.
Sonraki Süreçte, ABD ve AB’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin lojistik ve hava desteği ile koordine olan Kürt güçleri, İŞİD’i gerilettiler, ancak tehlikeyi tamamen ortadan kaldırdıkları söylenemez. Zira daha kurtarılamamış topraklar var.
Tüm bu savaşın içinde bir güç olarak AKP aktif olarak ve utangaçça yer aldı.
Koalisyon güçleri Kürtlerin candan büyük direnişini gözlemleyince Güney Kürdistan Hükümeti üzerinden Kürtlere silah verdi.
AKP, düşmeyen ama alındığı çemberde zor durumda olan Kobanê’nin direnişini, düştü-düşecek diye sevinçle beklerken, silah yetiştirilen Kobanê İŞİD’i geriletmeye başladı.
6-7 Ekim dirilişi ile Kuzey Kürdistan’da başta olmak üzere tüm Kürt halkı gücünü gösterdi ve Kobanê’ başta olmak üzere, diğer alanlarda sürdürülen Kürt direnişinin arkasında olduğunu gösterdi. Bu durum AKP’yi adeta kudurttu. AB projesi çerçevesinde değiştirdiği reformları yeniden geri almak telaşında pervasızca döndü. İç Güvenlik Yasası’nı çıkardı.
Mehmet Baransu Vesayet sistemini teşhir etmede büyük rol oynadı, AKP’nin yükselmesine büyük katkı kattı. Şimdi AKP iktidarı Onu “Orduya Kumpas yaptı” diye tutukladı.
Tam bu aşamada, HDP’nin bazı Türk basınının da desteğiyle, özelikle muhalefet oylarını kendine çeken hamlelerini gören HDP barış söylemine Abdullah Öcalan’ın çağrısını katarak ortak açıklamayı yaptılar. Bu ortak açıklama Kürt mücadelesine bir meşruiyet kazandırdığı gibi, metindeki soyut durum netsizlikleri de ortaya koydu. Şimdi Kürtlerin uluslar arası bir sorunda kendi geleceğini belirleme hakkını kullanmak üzere, hak taleplerini yoğunlaştırıp, uluslar arası gözlemci, arabulucular oluşturarak, 1920’lerde uğradıkları bölünme, parçalanma, paylaşılma ve jenoside uğratılan halklarla birlikte gasp edilen devletsizleştirme mağduriyetini gidermeyi esas alırlarsa doğrulmaları mümkün olabilir ve bu onları ulusal birlik içinde hareket etmelerini de sağlayacaktır.
AKP bu açıklamada, HDP’yi barajın altına çekmek ve ilgiyi kırmak üzere Abdullah Öcalan’da “silahları bırakma” da HDP’yi de yanında göstererek, şartlı bırakmaya çağrı yaptılar.
Ancak, AKP’nin İç güvenlik yasası, “Çözüm ve barış projesini” “silahların tek bırakılması” ile sınırladığı için, Kürtlerin “demokrasi, özerklik ve hak talebi” ile ayrıştığını gördük..
İstediğini hayata geçiremeyen AKP şimdi hırçınlıkla Kandile ve Selahattin Demirtaş’a hakaret edercesine yükleniyor ve giderek daha da hırçınlaşıyor… Adeta savaşa davet çıkaran bir parti durumuna geçiyor..
MHP ve CHP ise bu durumda AKP’nin yanında durmaya çalışıyor.
Kürtlerin Türk parlamentosu dışında kalmaması için çabalayan bazı Türk medya mensupları ise, durumun gelecek sinyallerini iyi görmedikleri için de olsa, HDP’nin barajı aşmalarını teşvik ederek, merkezi siyasete çekmeye çalışıyorlar. Bu çabalar HDP’nin daha yoğun tartışılmasına vesile olduğu açıktır. Ancak bu HDP’nin kritik barajı aşmasına yeterli olabilir mi? Bunda herkes tereddütlü! Peki HDP barajı aşsa, AKP ve Erdoğan’ın bazı planlarını zora soksa da Kürtlerin bağımsızlık, federasyon, özerkliklerini inşa ettikleri bir ortamda Ankara’da kalmak yerine, kendi Kürt ulusal ve ülkesel birliğine uygun davranmaları yerine, Türkiyelileşmeye endekslenmeleri ne getirecek ya da götürecek? Esas tartışılması gereken bu olursa daha mühim olmaz mı?
Kürt siyaseti, Türkiye’yi Kürtler ile büyütmeyi esas alırsa kendisine değil, Türkiye’ye hizmet etmiş olur. Diğer yol ise, Kürdistan’ı Kürtlerle büyütmeyi esas alırsa özgürlük yürüyüşünü kendisi için inşa etmiş olur.
Dünyanın Kürtlerin mücadelesini bu kadar önemseyip meşru gördüğü bir ortamda oyalanmalar, Kürt tarihine ne kayıt düşer?
Merak ediyorum! Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.