Devlet; dini inancı ile siyaseti merkezileştirip büyüterek yönetilince, uygarlıklara zarar verip dağıtmıştır. Bu durum özelikle Hıristiyan ve İslam devletleri açısında değerlendirilebilir. Sonuçta, kendisini büyüdükçe yozlaşmış, kontrolden çıkmış, er ya da geç dağılmış dini ve imparator devletler gelip geçmiştir.
İnsanlığın ortak değeri olan ve onu geliştiren uygarlıklar, tarih sahnesine çıkan imparatorların hoyratlığına heba olmuştur...
İnsanlık tarihinin ilk uygar toplumu Sümerler(MÖ. 4000-2000) idi. Sümerler, küçük küçük şehir devletleri ile ortaya çıkmış bir yönetim şekline sahiptir. Ama Sümerler, savaştan uzak durup, üretime geçince, bu küçük devletler uygarlık için büyük yükselişler sağladı ve gösterdi.
İkinci olarak, Mısır da çok etnisiteli ve kendi içinde küçük birimler şeklinde yönetilirdi. Burada da Firavun’ların egemenliğine rağmen, Sümerlerden alıp geliştirdikleri uygarlığı, çevresine ve Girit üzerinden Avrupa’ya taşımayı Firavunların iktidarları bile sonuçta tam olarak engelleyemedi.
Üçüncü olarak, Avrupa'nın güneyine, Mezopotamya, Anatolia üzerinden
Yunanistan’da, İtalya ve İber(İspanya-Portekiz) yarımadasında, bu durumun tezahür ettiğini tarihten öğreniyoruz.
Bir de Balkanların güneyinde, 1400 ada ve denize uzanıp tepeden bakan alçak dağlardan oluşan Yunanistan ülkesi vardır. Bu bölge, Antik- Yunan döneminde, boydan boya küçük devletler ile bağımsız olarak yönetilmiştir. Uygarlığı da bu küçük site şehir devletlerinin yaşadığı ortamda oluşturmuştur. Ne zaman ki, Atina’daki site devleti küçük devletlere hüküm ederek, onları kendisinde merkezileştirerek yönettiğinde, bilim, felsefe, balıkçılık başta olmak üzere farklı üretim kolları vs. geriledi.
Aynı şekilde, Güney Akdeniz’in orta bölgesinde Akdeniz'e tekme atar gibi uzanıp duran İtalya vardır. İtalya’da Batı Roma imparatorluğunun ilk kurulduğu merkezdir. Orada da aynı şekilde egemenlikte merkezileştikçe, Roma İmparatorluğu Avrupa’yı baştan başa işgal etmiş, harabeye çevirmiş.
Söz konusu Avrupa’nın Güneyi, Akdeniz’le iç içe olduğu coğrafyada; MÖ.2000 yıllarından sonra, en batıda İber(İspanya-Portekiz) Yarımadası, yarattığı üretim ile gemicilikte büyük gelişmeler sağlamış. Ancak üretimi, büyük devlet hevesine uyarlanınca, başta Afrika olmak üzere, sonra da dünyada servet toplama hevesi yayılmacılıkla birleştirince, sömürgecilik siyasetinde öne çıkmış.
Merkezileşen ve asalak sınıfın denetimine geçen devlet sistemi, artık üretimin örgütlemesi, bilim ve felsefeyi geliştiren yönetim değil, farklı farklı bölgeleri kendi egemenlik merkezinde birleştirerek yayılmacılığın aracı haline getiren bir işleyişe dönüşür... Bu dönem, Konstantinopolis’i merkez edinen Bizans İmparatorluğunun inşa edilmesi sürecidir. Artık iktidarda imparatorluğun denetimine alınmış Kilise ve onun fermanları ile insanlığın korkulu tabusu haline gelen yönetim şekillenir. Yerelden yaratılan Antik- Yunan uygarlığı, harabeye dönüştürülür.
Zira, küçük site devletlerinde insanlık daha denetimsiz ve özgür olmuş ve üretmiştir. Devlet büyüdükçe, vergi, haraç, asalak sınıfın şatafatlı ihtiyaçları, üretimin üzerinde yük olmuş ve üretilenler adeta devlet tarafından bir sünger gibi, asalak sınıfı tarafından iç edilmiş. Bu durum bilim, felsefe, edebiyat, yazım, aydınlanma vs. tüm alanlardaki gelişmelere de ket vurmuştur.
Sümerler, Akat ve Babil krallıkları tarafından, "büyük devlet" kibiri ile yakılıp yıkılmış. Roma, Bizans, Osmanlı, Sasani, Safevi, Çar, Hun ve merkezileşmiş barbar Arap Orduları ve Kuzeyde Çar gibi, imparatorlaşıp büyüyen devletler, Mezopotamya, Güney Akdeniz, Antik-Yunan uygarlıklarını harabeye çevirmiş.
Hun İmparatorluğu da Çin'de gelişen toplumun hayal ve düşünce gücünü , "Bin çiçek yan yana açsın, bin fikir yan yana tartışsın!" ya da "Karanlığa küfür edeceğine, bir mum yak!" diyen, Konfüçyüs gibi dâhilerin ortaya çıktığı, mitoloji alanında derin düşün hazinesine sahip Çin ve Uzak Doğu’ya bir kabus gibi çökmüş ve çürütmüştür! Dil ve düşün alanında önemli zenginlikler yaratan, insan popülasyonun yurdu olan
Hindistan’da, “büyük devlet” egemenlik ve hakimiyeti altında sersefil edilmiş ve sömürge siyasetine tabii tutularak, tarihsel katkıları unutturulmaya tabii tutulmuştur.
Bu arada, Sümerlerden aldıklarını Mezopotamya’dan Mısıra, Mısır’dan Yakın Doğu’ya ve giderek Akdeniz boyunca bilgi taşıyıcısı bir kavim olan İsrailoğularının/Yahudilerin dünya uygarlığına kattığı, taşıdığı çobanlıktan, icada, ticaretten sanayiye ve teknolojiye katıklarını özel olarak incelemek yerinde olur. Burada Küçük bir kavimin kırılmayan “Kutsal topraklar” idealini de gözden kaçırmak eksiklik olur. Bugün Küçük bir nüfus olarak, Yakın Doğu, Orta Doğu topraklarında, tüm askeri gücüne, teknolojisine rağmen tek ve örnek Küçük bir demokratik devlet olduğunu görmemek eksiklik olur.
Tarihte öğreniyoruz ki, ademi merkezi ve çok etnisiteli olan coğrafyaların, birlikte geliştiğini öğreniyoruz. Ancak, emperyalist ve sömürgeci devletler, onların ademi merkezi idarelerini çökertmiş ve dağıtmıştır. Bu hareketler sadece o yerel halka değil, tüm insanlığın gelişmesine zarar vermiş, ziyan etmiştir.
Aynı durum, Yakın Doğu’da da hayat bulabilirdi. Kızılırmak vadisinde Pontus’lar, Kilikya’dan Erzurum'a bir şerit gibi uzanan Ermeniler, Kürdistan'ın her vadisine aşiret aşiret yerleşen Kürtler, Doğu Karadeniz’i kıyı boyunca sarmalayan Lazlar, sanat, edebiyat, icat ve üretimle kendi vatanlarında barış içinde kalmaları ile insanlığın çıtasını arşa kaldırırlardı. Ancak dört bir yandan tamamı büyük devletlerin gazabına uğramış, büyük devletlerin savaş ve işgal coğrafyası “Makus talih” haline getirilirken, bu “Makus talih”i insanlık alemi daha kırmış da değildir. Zira savaş siyasetinin ortasında, dünya insanlığının halen utanmadığı, “Makbul Devletlerin”, “Makbul vatandaşların” kölesi olarak yaşamakta ve Frantz Fanon’un deyimi ile “Yeryüzünün Lanetlileri” olarak algılanmaya, sevilmemeye ve her çirkefliğin tatbik edildiği bir hali halen yaşamaktayız.
Tümden olmazsa da, İmparatorlukların çözülmesi ile kapitalizmin gelişmesi ile ilk hayat bulduğu Avrupa’da, uluslar “modern” dönemini yaşamaya başladı. Ulus olgusu, edebiyat ve büyük devletlerin yarattığı tabular, reform ve Rönesans ile yıkıldı, üzerindeki büyük devletleri çözdü.
Buradan büyük/ küçük milletler, ortaya çıktı. Yoğunlaşan sanayi ve sermaye ile kâr hırsı, onları yeniden sömürgecilik, fetihçilik eğilimine yani “büyük devlet” kibirine soktu. Büyük Britanya, Fransa, Almanya, Hollanda gibi devletleri “büyüklük” modunda, “insanlığı küçük” görmeye başladı. Dünyaya bu “büyüklük” üzere zulüm taşıdılar.
Ancak sömürgecilik ve işgalciliğin kendileri açısından da mutluluk ve zenginlik getirmediğini düşünerek, bu ağırlığı yeni sömürgecilik tarzında sürdürmeyi yeğlediler.
Mamafih, alt emperyalist ve sömürgeciliği marifet bilen, utanç verici ve bu insanlık suçunu sürdürmek isteyen devletlerin daha gök kubbenin altında hala var olması, büyük acı üretmeye devam ettiler. Acının en büyüğü ise yerelden evrensele, bu acıyı hissetmeyen, uyuşmuş insanlığın var olması ve “büyük devlet” tapıcılığını tümden olmazsa da sürdürmeleridir.
Simdi de, Amerika, Rusya, Çin vs. büyüklükleri ile dünyayı karıştırıyorlar. Onların eski tarzı ile bu karışıklıktan, köleci-köle siyasetinde fayda sağlamaya çalışan aşağılık egemenlikçi siyaset planına sahip “büyüklüğe” öykünen devletler var. Ki bu devletler, sadece köle statüsüne aldığı milletlere değil, insanlığın tamamının acısını derinleştiriyor ve insanlığın, insani çıtasını adeta aşağıya çekiyor ve hatta yere seriyor, süründürüyor!
Dünyada, “Büyük devlet” kibiri ile halkları-ulusları köleleştiren hatta yok sayan ve imhaya/ soykırıma tabii tutan devletlerin, Kürtlere, Lazlara, Rumlara, Pontuslulara, Ermenilere vb. halklar ya da uluslara yaptıklarını bir de bu bakışla değerlendirmesi isabetli olur!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.