Başta Kürt Aydını Hacı Qadirî Koyî ve sonra da onun öğrencisi olan Mîr Celaddet Alİ Bedirhan, sıklıkla “Kürt diline karşı bir savaşın sürdürülüyor” olduğundan bahis ederek; “Bu dil savaşında başarılı olabilmenin tek yolunun Kürtçe konuşmak ve yazmak olduğunu!” dillendirirler. Hatta Hacı Oadirî Koyî bir şiirinde; “Kürtçe konuşmayan Kürt’ün, anne ve babası zina etmemiş olsa da, kendisinin pîç ve çürük” olduğunu dillendirir. Çünkü onlar birer Kürt aydını, Kürt şaiiri, Kürt Milliyetçisi ve Kürtçenin dil bilimcileri olarak, verilen savaşın neyi hedeflediğini önceden görmüş ve yaşamışlardı. Bu nedenle uyarı ihtiyacı kendilerinde hasıl olmuştu.
Biliyoruz ki, ‘Dil bilmek, kendini bilmektir!’ “İnsanlığı tanımak diller ile mümkündür!”, “Her dil bir insandır!” vecizesi pratikte de karşılık bulmuşken, Namık Kemal ile başlayan Türk dili ve edebiyatını geliştirme eğilimine en çirkin bir tutum ile diller arası savaşı en kirli şekilde tetikleyerek sahneye çıkıyordu. Dilleri yok etmeyi hedefliyen asla ve asla insani değildir ve olamaz! Ancak Türk edebiyatı bu minval üzerinde ilerliyor, ilişikte bulunduğu dışındaki dilleri “düşman” belleyerek kibirli bir refleksle varlık göstermeye çalışan bir hat izliyordu. Kürt aydınları bunu zamanında görmüş ve yaşamışlardı. Bu nedenle uyarıyorlardı.
Biliyoruz ki, ‘Dil bilmek, kendini bilmektir!’ “İnsanlığı tanımak diller ile mümkündür!”, “Her dil bir insandır!” vecizesi pratikte de karşılık bulmuşken, Namık Kemal ile başlayan Türk dili ve edebiyatını geliştirme eğilimine en çirkin bir tutum ile diller arası savaşı en kirli şekilde tetikleyerek sahneye çıkıyordu. Dilleri yok etmeyi hedefleyen asla ve asla insani değildir ve olamaz! Ancak Türk edebiyatı bu minval üzerinde ilerliyor, ilişikte bulunduğu dışındaki dilleri “düşman” belleyerek kibirli bir refleksle varlık göstermeye çalışan bir hat izliyordu.
“Elimizde gelse, memleketimizde mevcut olan lisanların Türkçeden maada keffesini mahfetmeye çalışmak iktiza ederken, Arnavutlara, Lazlara, Kürtlere birer elifba tayini ile ellerine şikak için bir silah-i manevi mi teslim edelim?
Lisan bir kavmin diğerine inkılabını men için belki diyanetten bile daha metin bir seddir?”(Namık Kemal, 30.Ağustos 1878, Hususi Mektuplar, Cilt II, Ankara, 1969, s.231)
"Dil bir topluluğun diğerine karşı koyması için dinden de daha etkin ve etkili bir mevzidir.” diyen Namık Kemalin Türkçe dışındaki dillere düşmanlığı bu mektupta da anlaşıldığı gibi nefret düzeyinde seyreder. Ancak Lazlar ve Kürtler bu kini göremedi… Bugün bile... Bu, Türk dili dışındaki dillere düşmanlık dillendiren sadece Namık Kemal’de değildir. Yanı sıra Ömer Seyfettin de aynı düşüncelerle hikayelerini ürüyor ve savunuyordu.
Tabi ilk Türkçülerden ilk Türkçe Ansiklopediyi hazırlayan ve Türkçü ideolojinin duayeni olan ve kendisi Arnavut olan Şemsettin Samî’nin, 1889-1898 yıllarında hazırladığı “Kamus’ul Alâm” kitabını incelediğimizde görürüz ki, 1910’lardan sonra inkar ettikleri Kürt, Ermeni, Pontus, Süryani, Laz halklarının yerleşim yerlerinin isimlerini, nüfus durumunu, bu halkların tarihte ikamet ettikleri yurtlarını esas olarak doğru verdiğini de görürüz.
Misal olarak o tarihte;
“Kürdistan, Urmiye ve Wan göllerinin kıyılarından Kerxe (Kerhe) ve Diyale ırmaklarının kaynaklarına ve Dicle'nin akış yatağına dek uzayıp, kuzeybatıya doğru sınırları Dicle'nin akış yatağını izleyerek, Fırat' i oluşturan Karasu yatağına ve oradan kuzeye doğru, Aras havzasını Fırat ve Dicle havzasından ayıran su ayrımı çizgisine kadar ulaşır.
Bu itibarla, Osmanlı imparatorluğunda, Musul ilinin büyük bölümü, yani Dicle'nin solunda bulunan yerleri ve Wan ve Bitlis illeriyle Diyarbekir ve Mamuretülaziz ilinin birer parçası ve Dersim sancağı Kürdistan'dan sayılır. İran'da da Kürdistan adıyla bilinen eyaletle Azerbaycan eyaletinin yarısı, yani güneybatı bölümü, Kürdistan'dır.
Böylece Kürdistan, kuzeydoğu yönünden Azerbaycan, doğudan Acem Irak’ı, güneyden Loristan ve Arap Irak’ı, güneybatı yönünden Cezire, kuzeybatı yönünden de Anatoli ile sınırlıdır. Bu sınırlar içinde, 34 ile 39. Kuzey enlemleri ve 37 ile 46. doğu boylamları arasında uzayıp, büyük bir üçgen, ve daha doğrusu, sivri tarafı kuzeybatıya doğru dönmüş olan bir armut biçimini gösterir. Fırat'ı oluşturan Karasu ile Murad çayının birleştiği yerde olan en kuzeybatı noktasından Loristan sınırlarına dek olan en büyük uzunluğu yaklaşık olarak 900 kilometre ve genişliği 100 ile 200 kilometre arasındadır.
Kürdistan'ın ayırıcı ve belirleyici niteliği halkının soyu olduğu halde, Kürdler yalnız bu ülkeyle sınırlı değildir. Cezire'nin kuzey bölümünde, Şam ve Halep yörelerinde, Anatoli'nin her tarafında, Rusya'ya bağlı olan Kafkas ötesi eyaletlerinde ve İran'ın her tarafında, hatta Horasan'da, Afganistan'da ve Belücistan' da bile birçok Kürd aşiretleri bulunuyor. Bir yandan da, sınırları anlatılan Kürdistan'ın içinde Arap, İranlı, Türk ve başka soylardan gelen topluluklar da vardır. Yalnız çoğunluk göz önüne alınarak, sözü edilen sınırlar belirlenebilir.” (Şemseddin Sami, Tarihteki İlk Türkçe Ansiklopedide Kürdistan ve Kürtler. Çev: M. Emin Bozarslan, Deng Yayınları, İstanbul, Mart 2001, S. 45-46) diyerek doğru bir tanımlama yapan Türkologlar da var olmuştur.
“Kürd: Osmanlı İmparatorluğunun doğu tarafında ve İran’ın batı sınırlarında ve diğer bazı yerlerinde sakin büyük bir halk olup, Aryaniler topluluğunun Îrani dalına mensupturlar. Dillerinin Farsça'yla ilişki ve benzerlikleri pek fazladır.”(Şemseddin Sami, Tarihteki İlk Türkçe Ansiklopedide Kürdistan ve Kürtler. Çev: M. Emin Bozarslan, Deng Yayınları, İstanbul, Mart 2001, S. 156) diye tanımlar.
Ancak bu tanımlamalar, İttihat ve Terakki iktidarından bugüne, Türk resmi ideolojisinin Kürt ve Kürdistan'ı inkar etmelerinin, bir halkı “yok” saymalarının önüne geçmemiştir.
Bu dillerle savaş, ülkeleri tarihi coğrafya isimleriyle inkar, Türk resmi ideolojisinin Yakın Doğu halklarının dillerini ve ülkelerini "yok" sayma, "yok" etme ve dil kırımını soykırım düzeyinde gerçekleştirme sürecidir. 140 yıldır Kürtler ve diğer halklar bu uzun sürece yatırılmış soykırımın mağdurlarıdır....
TÜRK MİLLETLEŞMESİ; “TÜRKÇE’DEN BAŞKA DİLE YAŞAM YOK” İLE BAŞLAR ve DİL KIRIMI SİYASETİNİ KESİNTİSİZ SÜRDÜRÜR!
Yusuf Akçura, Türk ırkçılığında önemli bir yer tutar ve incelemeye değer.
Yusuf Akçura’nin Kırım’dan gelen ve etrafındaki yazar kadrosu, Turan ırkının üstünlüğü esası ile dışındaki Osmanlı tebaasını yok sayarak, yeni bir dil oluşturmak için çalışırlar. Yani yüzde 100 katıksız Turancı ve ırkçıdırlar. Bunu Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı “üç tarzı siyaset” makalesinden de görmek mümkündür.
1910’da çıkardığı “Genç Kalemler”, “Türk Yurdu” dergileri ile bu süreci giderek derinleştirdiğini görürüz. Burada Kürt Milliyetçiliğinin ilk düşünürleri Ahmedê Xanî, Heci Qadirı Koyî hatta 1920 ve sonrasındaki Kürt dil emekdarları Celadet Ali Bedirxan ve arkadaşlarında ya da sonrasındaki tüm Kürt milliyetçilerinde, diğer milletleri “hakir”, Kürt milletini ise “üstün” gören bir tarife rastlanmış değildir. Ancak Kürt dilinin zengin hazinesinin kaybolmaması, gelişmesi, Kürt milletinin özgürleşme, özlemini dillendirerek her aidiyetin, etnisitenin, millettin kendi dilinden, kültüründen ve coğrafyasında ekonomik ve yaşam standartlarının gelişmesini hep önerir ve savunurlar. Zira insana değer veren otokton halklar, yerel ve kendileriyle barışık olmanın verdiği öz güvenle hareket ederler. Ancak bu durumu alaktonlardan beklemek hayal kırıklığı yaratır!
Çünkü, amacı yok etmek olan ile amacı var etmek olan arasındaki farkı, pratik ve yakın dönem icraatleri ortaya sergilemiştir ki, insanlıktan neyi anladıklarını ve insanı değerleri nasıl ortaya sergiledikleri aşikar olmuştur. Dil kırımını savunanlar ile dillerin gelişmesini hiçbir tereddüde ya da paradoksa düşmeden savunanları ayırt etmemek egemen jenosid ideolojinin tarafına düşmek olur.
“Osmanlı tebaasından farklı milletlerden müteşekkil bir Osmanlı Ulus devleti kurulmalı” tezine karşı, Kırım’da Türk milliyetçiliğini savunan Yusuf Akçura, 1904 yılında yazdığı “üç tarz-i siyaset” makalesinde, Osmanlı tebaasının farklılıklarını içeren Osmanlı ulus devletini reddederek, bu teze karşı direk “Türk milletinden ibaret bir ulus devlet” ideolojisini savunur. Zira ‘Osmanlının çeşitliliğine dayalı bir devletin içinde Türklerin varlıklarını korumaları, milleti hakime olmalarının şansı olamaz!” diyerek reddeder.
Bunun için 43 üyeli “Türk Derneği” isimli bir dernek kurar. Bu kırk üç kişinin hemen hemen çoğu Kırım ve Orta Asya'dan gelen ve Türkçülük ideolojisine yakın olan insanlardan müteşekkil idi. Ancak içlerinde biri de Agop Boyacıyan gibi diğer halklardan insanlar olsa da, bunların tek görevi Türk ve Türkçülere hizmet ile sınırlı olacaktı.
Burada Ermeni, Arnavut, Kürt ya da başka bir etnisite de ve kendilerinin varlığını inkar eden Türkçülük sevdası ile Yusuf Akçura’nin yanında saf tutması, hangi aklın ürünü olduğunu anlamaktan zorlanmak da doğal olsa gerek! Ya da Yusuf Akçura, savunduğu “etnik arındırma”, “etnik temizlik” siyasetinin yanı sıra, bu Ermeni zatı ya da benzer zatları ne diye yanına almış? Aynı şekilde diğer pek çok otokton halklardan, milletlerden insanın bu Türkçülük faaliyetinin içinde piyon misali sömürge tarzı insan olarak kullanıldığı, yararlanıldığını gözlemlemekteyiz. Bu tezin Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk yıllarında Adalet Bakanı Mahmud Esad Bozkurt tarafından “Türk devleti işlerini Türk'ten başkasına vermeyelim, Türk devleti işlerinin başına öz Türk'ten başkası geçmemelidir.” der.
Aynı zat Mahmut Esat Bozkurt, ayrıca; “Saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman, herkes dağlar bile bunu böyle bilmek zorundadır” der.
Mustafa İsmet İnönü de: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur.” şeklindeki “hak” tanımlamaları Yuzuf Akçura’nın özlemlerinin Cumhuriyet Türkiye'sinde de çok sert ve “makbul” bir kesim tarafından icra edildiği görülür. Bu görüşler bire bir soykırım siyasetinin aleni sürdürülmesi değil de nedir? Bu bir insanlık suçu değil midir?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.