Eskiden kadınlar, kendilerinden çok eşlerine değer verirdi. Şimdi kendileri önemlidir. Erkekler için bu iyi olmazsa da eşitlik için doğru olanıdır.
Eskiler, öncelikle başkalarını anlamaya çalışırdı. Oysaki anlamaya kendinden başlayan anlayışın daha doğru olduğu görülüyor!
Eskiden günlük ihtiyaçlar için yol alınırdı ve mesafe günlük olarak planlanırdı, şimdi ufuk ve bilgi dağarcığı derinleşiyor ve genişliyor olduğu için, yürümenin amacı ve hedefi daha geniş ve uzun planlanıyor.
Eskiden yaşlıların kendi atalarından öğrendiklerini gençlerine öğrettikleri revaçta idi. Şimdi bilgi ve bilim geliştikçe, yeni keşifedilen, taze ve tekrar olmayan bilgilerin daha dikkat çekici ve mühim olduğu anlaşılıyor. Bu açıdan, ezberbozan fikirler önemle araştırılıyor.
Eskide çocuklar iş için gerekli idi. Şimdi geleceği daha doğru, dinamik, sağlıklı algılamak ve yaşamak için yetiştiriliyorlar. Bunu gören yaşlılar, çocukluklarını yaşayamadıkları için hayıflanıyor ve çocuklarının güzel yaşamını inşaa etmek için, onlarla birlikte mücadele ediyorlar.
Eskiden yaşlılara kulak verilsin isteniyordu, Şimdi gençlere kulak verilsin isteniyor.
Eskiden büyüklerin söyledikleri iyi anlaşılsın istenirdi, Şimdi bir bilmece olan çocukların anlaşılması gereklidir diye düşünülüyor.
Eskiden başkasının yaşadığına dikkat kesilir ve anlamak isteniyordu, Şimdi içindekini kesifetmenin daha mühim olduğu düşünülüyor.
Eskiden toplumsal temeller oluşmadan, bireyin kendini gerçekleştiremeyeceğini düşünenler çoktu, Şimdi birey kendine ait temeller oluşturmadan, başkalarının dokunamayacagi bir benlik yaratmadan sağlıklı bir toplumsal geleceğe geçmenin problemli olunacağını düşünenler çoğunluğa geçiyor.
Eskiden insanlar açlıktan kurtulmak için zor olanı başarmak üzere elele verirdi. Şimdi sağlıklı bir özgürlük, dinamik ve demokratik değerleri paylaşmak için yeni yollar bulmak, dayanışma içinde olmayı daha çok önemseyenler artıyor.
Eskiden ithat önemliydi, Şimdi özgürlük ve bağımsızlık değer kazanıyor..
Eski ve şimdi arasındaki ve yönelimlerdeki farkları, dar bir aile topluluğu içinde bunları gözlemlemek olasıdır, Tabi bu değişimleri farklı açılardan ele alarak daha çok sıralamak mümkündür.
Bunlar sadece bir kaç misaldir. Ayrıca bu değişimler içsel gelişmelerin neticesinde olmuştur.
Bir de dışarıdan dayatılan değişimler yanında, deformasiyonlar ile insanların özünü bozan, bizi biz olmaktan çıkaran değişimler de vardır. Her değişimin olumlu ve olumsuzu vardır. Misal, dilkırımına uğrayarak, vahim bir şekilde devşirilmek gibi....
Şimdi sorsak kendimize; peki biz/siz ne kadar değiştik/değişiyoruz!?
Enerjilerini, yeni kazanımlar için geliştirmeye değil, başkalarına karşı kendi konumlarını korumak üzere başarılarını harcadıklarında, değişen ve gelişenler içinde geri kalıp, kaybederler.
Biliriz ki basıt insanlar kişileri çekiştirir ve kibirlice kendilerini överler. Bu kişiler, klinik düzeyde hastalardır, bunları geçiştirmek gayesi ile onaylamak, dinlemek, nasihatler etmek çözüm getirmez. Eğitime ve tedaviye yönlendirmek ile yardımcı olunabilinir..
Herkes, değişmeyi ve gelişmeyi istemeyebilir ya da başarmayabilir. Çünkü değişmek bildik olandan vazgeçmektir. Vazgeçmek, tutunduğu dalı bırakıp, kendini belli belirsiz bir boşluğa bırakmak gibi gelir insana, sonra ise yeni bir limana geçmek ve yeniye tutunmak için mücadele etmektir.
Kusursuz olmadıklarını bilen, tevazu sahibi insanlar değişime açıktır. Çünkü onlar, kendi kendilerine değişemeyeceklerini, bunun için yardıma ihtiyaçlarının olduğunu bilirler ve değişime yönelen insanlarla müzakereler yapar ve onlarla yaşama yürürler.
Kendilerini tekrarlamaktan çıkarıp, değişmedikleri halde, değiştiklerini sanmakla teselli bulup, her zaman değişimden bahseden ve fakat adım atmaktan korkanlar da çokçadır.
Değişim; kriz, güven yitimi ve yanılsamalarını kaybetmenin ardında gelir. Yanlışı görmeksizin, doğruya yönelmek mümkün olmaz. Yanlışı görüp, sağlıklı bir değişime yönelmek için doğru bir alternatif ile mümkündür.
Değişim, araştırma, diyalog, düşünsel yoğunluk, çalışma ve mücadele ile hasıl olur. Savaş içinde olanlar, savunma ve saldırı hissi ile içinde bulunduğu topluluk ile cemaat duygusuna rahatlıkla kapıldıkları anda ekseriyet ile değişime kapalı olurlar. Mahpushane ya da toplumdan kopan ve tutsak oldukları için değişimden uzaklaştıklarını bilirler mi? Buna pozitif cevap vermek güçtür. İnsanın izole olduğu anlarda yalnız başına dinlenme, kendi kendine tartışma, yoğun gündemler içinde düşünemediğini düşünme vs. olumlu imkanlar sunar. Fakat bu yüzeysel kalır, rahat sınama imkanını vermediği için sıçrama yaparak değişim imkanı bulması zordur. Değişimi, toplumsal temasların yoğun olduğu alanlarda fark etmek daha rahattır.
’68 kuşağı, kriz dönemleri içinde doğdu, mücadele ile değişime adım attılar. Ancak sonraki yaşamlarında durağanlaştılar. Egoları onların önemli bir kesimini dondurdu. Bu donmuşluk ekseriyetini değişime değil, hazır olana yönlendirdi. Dinci, popülist, Kemalist vs. sistem içine dönenleri çok oldu, değişime sırt çevirip savrulanları oldu, “Devrimin yol arkadaşları” olarak sünümlenmelerinin esası bundan değil miydi? Sadece istisna olanlar, yenilenmeye, değişime devam edebildi. Tabii gelenekçi soldan kopanlar, kendini onlardan alıkoyanlar ancak çok küçük bir azınlık oldu, değişime yol alabildiler.
Değişim, ortak değerleri bulmaya, evirmeye çabalarken, farklılıkları görmek, kabul etmek ve kastlaşan bireysel ve toplumsal engellerle mücadele etmek ile mümkündür.
Çocuklar ve çocuksuluk değişime en hızlı yatkınlıktır. Yetişkinlerin değişmeleri için, içlerindeki çocuğa daha fazla ilgi göstermeyi öğrenmeleri ile mümkündür. Okurken, yazarken ve söyleşirken, istediklerini duymaktan ziyade, yeni düşünceler filizlensin gayesiyle uğraşılar verirlerse, değişime daha çok yaklaşmak, fikir mülahazaları yürütmek ve hayatı her anında sorgulamak, değişimin daha rahat yakalanmasını mümkün kılar.
Sanatsal ve kültürel etkinlikler, izleyicinin, okurun, dinleyicinin anlamak ya da anlamaması üzerinden ziyade, kalitenin derinliği, estetik ve sağlıklı bir sorgulamaya ve geleceğe birey olarak daha yetkin katılmak, değişikliklere hazırlanıp taşıma yönüne ağırlık vermek ve çalışmak önemlidir.
Kadınlar ile erkekler, birbirlerini anlamakta zorluk çekiyor. Aradaki sevgi ne kadar güçlü olursa olsun, geçmişten taşıdıkları egoları ile iktidarlaşma mücadeleleri içinde, birbirlerine yabancı kalıyorlar. Bazı şeyler vardır ki sadece bir karşı cinse anlatmaktan sakınca görülmeyebilinir. Cinslerin birbirlerinden farklı düşünmeleri, çelişkili olmaları, diyalog ile birleştirildiğinde zenginleştirici, heyecan verici ve geliştirici olur. Bu toplumun en küçük topluluğundan, genel ve geniş toplumsal olguda da tehammül kültürü içinde mücadele etmenin ve değişimin gelişmesine vesile olabilir.
Artık kadınların, erkeklerden kuşkuya, korkuya kapılmaları geride kalıyor ve kalmalıdır. Çünkü kadınların, erkeklerin özgüvenini kazanmaları geride kalmaya başlamıştır. Zira kadınlar, kendi sorunlarını, kendi başlarına çözme süreci ile revaçtalar. Ancak yine de yaşama karşı mücadele babında, “savaşmak”, “savaş gücünü kendinde bulmak”, “bir erkekten eksiğim yok ve ben kazanırım” diyen farklı seslerin, aynı kişilerden çıkması gayet doğaldır. Çünkü yılların dışlanmışlığı, fiziki gücün anlamsızlığının toplumsal bilinçte yer edinmemiş olması, eşitlik bilinci için reform ve aydınlanmanın olmayışı ve bireyde yarattığı toplumsal gerilik, kadını ürküten ve kaygılandıran bir durum olmuştur. Peki asalak, bencil kadın ve erkeklerin, karşı cinsi üzerinden geçinme, emeğini semiren “hanım ağalar” ve “ağa babalar” da yok mu?
Tüm değişim ve gelişmeye, profesyonel olarak kadınların tüm başarılarına rağmen, hak ettikleri saygıyı görememeleri, kadın ve erkek iktidarlaşması mücadelesini derinleştirip, sertleştirmiştir. Cinsler arası diyalog yerine, kabuklarına çekilerek sorunlarına dokunmamaları, sorunları çözme yerine yorucu ve mutsuz bir yaşamı gererek kalıcı kılar. Burada modern hayata yönelirken, parçalı ve ikili bir dünyanın içinde çatışmalarla yaşamak sürgit oluyor.
Ekonomik bağımsızlık, itaat etmeyi, yani başkasının mahkemesine teslim olmayı reddeder ve öteler. Ama yine de itaatın bu kadar büyük bir inatla ayakta kalabilmesinin nedeni, insanların her konuda kendi başına karar vermesinin imkansız oluşudur. Bu da ekseriyetle insanların komformist eğilimi tercih etmelerini sağlayan neden olmuştur. İtaatın kendisinden ziyade, hangi ruh hali içinde biat olunduğu önemlidir.
Biliyoruz ki İslam itaat dinidir. Tanrının, peygamberin, halifenin iradesine “teslim” olmaktır. Tabi bu kavram, aynı zamanda uzlaşmak anlamına da gelir. Hıristiyanlığın kendisi de itaat edilen ve bölünmüş kiliselere itaat boyutunda uzlaşmak idi ki rönesans bu itaati bozdu. Tabi bir başka bakışta, din dünyaya itaatsizliktir ki, itaat içinde itaatsizlik ile “bu dünya fani”, “yalancı” ve “gerçek yaşam bu dünyanın ötesinde” arayarak, yaşamı kıymetsizleştiren ve değişim mücadelesini hiçleştiren bir refleksi de hayatına sokar. İtaatin ötesindeki mürit, kul, köle olarak yaşamı hiçe yatırıp, başkasına her şeyi teslim ederek, huzura varacağını hem düşünür hem de yaşayarak özgürlüğe ihanet eder! Artık bağırıp, çağırıp yalvarark, teslimiyeti hipnotize etmek üzere tespih çekerek, kurban kesip mükafat vererek cennete gitmeyi denemek yerine, değişerek, insani değerleri ilerleterek huzur bulmak, mutlu olmak anlamında tanımlanabilinirse “cenneti” ölmeden önce yaşamayı düşünmek daha pozitif bir durumdur. Teslim olmak ya da teslim almak ile değişimin olmayacağı artık anlaşılmıştır.
Bir inancı kabul edip, onu sorgulamak tam vazgeçtikten sonra, bağlı oldukları inanç ne olursa olsun, nitel farklılıkları değil, nicel farklılıkları olur. Mesela bütün dinlerin müritleri vardır, bir de mürit heveslileri vardır. Bunların ortak toplumsal bir sözleşme ile değişime kapanıp direndiği bilinir, buna karşı düşünsel bir kuvvetle karşı durmak, devrimci bir düşünce ile direnişe geçmek, yoğun bilinç, militan bir duruş ve özgür geleceği yakalamak zorlu bir mücadeleyi göze almak ile mümkündür.
Bu konuda, Fransa devriminin önderleri Rouseou, Voltair’e ve Montecque’nin yaşamlarına bakmak, durumun ağırlığı açısından anlamak mümkün olur. Zira onlar ailelerinden kopup birey oldular, yaşama kuşkuculukla yaklaşıp, düşün dünyalarında özgürlüğü savundular, birey mülkiyeti üzerinden pre-kapitalist sistemi tasfiye ettiler. Onlar, ortaya çıktıklarında “Çok kütü serseriler” olarak tanımlanır, teşhir edilirler idi. Ancak Onlar, Eiffel Kulesi’yle zaferi gerçekleştirip, simgeledikleri özlemlerinden sonra, Fransa ve dünyanın rönesansının öncüleri olarak ders kitaplarında insanlık için örnek insanlar oldular.
Paganlar, hayatta pazarlık yaparak, güvenli geleceği kazanacaklarını düşünürlerdi. Yaşamda en az bedel ödeyerek kendini geliştirmek gibi. Zira bir bedel ödemeden, değişim içinde yaşamak mümkün olmaz inancındaydılar. Hayat pazarlığı, adamak ve adaklık karşılığında, ihsanda bulunarak korkuları yatıştırmak, güvenlik vaat etmekte ve biatlerden dönmektedirler. Çünkü güvenlik kolay satın alınacak bir şey değildi. Tüm saf, temiz duygulara rağmen, bu itaatın yanlışlığı ancak mutlakiyetçi, batıl inançların karşılıksızlığı anlaşılarak aşıldı. Böylece, hayat pazarlığına kendini yatırarak adamak ve adaklar yapmak karşılığında istemlerini, güvenliğini gerçekleştirmenin de anlamsızlığı ortaya çıkıverir. Çünkü, Gökyüzünde pazarlık yapan birilerinin bulunmadığına inanıldığı anda, pazardan çekilme durumu hasıl olur. Çünkü bu pazarlıkta, tüm özverinizle ödediğiniz bedel, adama ve adaklarınıza karşı size bir dönüşümü olmayan bir durumu anlamışsınızdır artık!
Kendi güvenliği yanında, özgürlüğünü yaratmak için evini, bahçesini ve ürününü üretmek, liderleri, rakipleri ve meraklı komşuları dünyalarından çıkaran ve özel hayata yoğunlaşmak önem kazanırken, toplumsal ve insani değerleri de ortaklaştırarak mücadele çıtasını artırmak, yükseltmek ötelenirse, çürümenin önüne geçilemez.
Toplumun kendi genel sorunlarından ziyade, bireyler üzerine dikilmiş bakışları, yoğunlaşmış eleştirilerinden kaçıp, kurtulmanın yolları aranır. Bu arayış, bireysel bağımsızlık bildirgesine kadar vardırılır. Özel dünya, hem insanların kendi düşünceleriyle baş başa kalmalarını, hem de azarlanıp aşağılanmadan hata yapabileceklerinin yeri idi. Ancak bu kez vergileriyle, yaptırımları ile politikacı ve bürokratlarıyla takiptesiniz! Devletin eli özgürlüğünüze bulaşır, mahreminize kadar uzanır! Kurtulmak istediğinizde ya “kaçak” ya “firari” ya da “lanetli insan” olursunuz! Bunlardan kurtulmanın yolu, kendini inşa etmekle mümkün olur. Kolay mı? Sanmam ve değil! Bunun için bilgiye muhtaç olunur ki, kendisini, karşıtını ve tarih bilincinin idrakinde olmak gerekir.
Tarihte bilgi, bilgiye az rastlanan, gizli tutulan bir şey olmuştur! Ne ise ki isteyen herkesin düşünceye ulaşabileceği dönem yenidir. Bilgi, halen kendi kuyruğunu yiyen bir yılandır. Zevkle çıkılan bilgi yolculuğuna, bazen hatta sık sık zihni yoran, uyuşturan bir tekrarcılığa düşer insan!. Bir an gelir, Aziz Poulus’un dediği gibi; “Dağları yerinde oynatacak bilgim olsa da içimde sevgi olmadıkça, ‘ben bir hiçim!” der. Luther’e göre ise akıl, “şeytanidir!” der. Bilime tapan Çinliler; “Bilginin, mutluluğu öldürdüğünü” söyleyen Taocular da olmuştur. Ancak bilgiye muhtaç olanlar bilginin zahmetine katlanarak, yine bilerek, bilgiye ulaşmak mümkün olur!
İhtiyaç üzere, bilginin peşinde zevkle koşan yolcular olabilirsiniz, Tabii ki bilgisizlik ve cehalet kişiyi kör bıraktığı doğrudur. Ancak bilgi yolculuğuna binip çıktığınız trenin azıcık yan yatması, yan yola savrulması, bireyi kendinden ve amaçlarından uzaklaştıracağını bilmek, kuşku beslemek mühimdir. Bu nedenle yaşamda bilgi tek başına yeterli değildir. Bilgiyi kullanmak, yaşamı pozitif kılmak için mühimdir.
Bilginizi konuşmak, düşüncenizi açığa vurmak, insanlara içinizden geçeni sunmak, bilinçli –bilinçsiz hatıralarınız ve hayallerinizi ortaya dökmek, riyakarlığa sırt çevirmek, başkalarının sizin hakkınızda düşüneceklerine aldırmadan iletmektir. Bunun için özgür olmak, “dünyayı yerinden oynatan” soluğa sahip, zalime ve zulme karşı özgürlüğünü kullanmaya “kahraman” olmayı gerektirir.
Her konuşmanın farklı bir tınısı, içeriği, iletim şekli, ağırlığı ve yaratığı değişim eforu, denge ve sonuçları önem kazanır. Konuşmak sadece bilgi aktarımı, paylaşımı değil, aynı zamanda duyguların boşaltılmasını sağlar. Bu boşaltma geri toplumlarda bazen bir bumerang gibi dönüp sizi vurması da mümkündür. Zira cehalet bilgi karşısında; geri olduğu kadar güçlüdür. Aydınlanmacıların fiziki sonunu da hazırlayan ve getiren bir karanlıktır. Kurtulmak için de aydın olmak gerekmektedir.
Hayatın içinden geçerken, hayal kırıklıklarını yaşamak, cazibelerini tatmak, kısıtlı da olsa yaratıcılığında yer almak ya da katkılar sunmak, bireydeki mutluluğu pozitif yönde tetikler ve anılarında, ardında daha derin izler, değerler bırakır. Bu değişim hazının içtenliği ile yapılan girişimi, bir başkasının megaloman hisleri ile engellemesi kötülüktür. Bu kütülük ahengi, şevki, birliktenliği, ilerlemeyi ve çalışma azmini geriletir, çürütür be birliği, sinerjiyi bozar!
Kendi yaratıcılıkları konusunda, suskunluk sergileyenler, yaratıcılıklarının değeri kadar tarihte isimleri, tartışmasız yer edinir. İsmini, kibirlice yaşamın ilerisine sürüp yaşayan insan, kendi tarihi varlığını siler. Yaşam bir asır sürerken, aynı otobüsten yolculuk yapmak hiç de kolay bir durum değildir, Ancak ayrı seyahat etmek için ayrı yollara saparken, önemli olan dengeyi korumak ve makası kırmamaktır. Seyahate çıkanlar ayrılsa da, bir gün bir istasyonda karşılaşabileceklerinin olasılığını düşünürler mi bilmem!
Hangi yöntemle seyahat edeceğinize karar vermekle işiniz bitmez, bir de nereye ve niçin gitmek istediğinize, nasıl düşüneceğinize ve yaşayacağınız olasılıklarla karar vermeniz gerekir. Karar verirken, duygularınız ile mı, mantığınız ile mi hareket ettiğinizin ne kadar bilincinde olduğunuzun farkında mıydınız?
Kendinize yetmeniz veya mutlu bir ailenizin olması da yeterli değildir, hayatta başka insanların da olması gerekir. Aşık olsanız da olmasanız da evlilik yararlı bir tecrübedir, Hayat kendini dayattığında boşanmak da öyle kötü bir şey değildir. İkisi de insanları komplekslerinden, mutsuzluluklarından, taşıyacak marazilerden kurtulmayı sağlıyorsa ve yaşama dair daha uyumlu bir duruma kapı aralıyorsa, karşı durulmaz. Bunlar özgürlük, eşitlik ve mutluluk için yapılırsa, kınamayı değil, saygı duyulmayı da hak eder.
Hayatın belki de ilk aşkı, ilk kutsalı, sonsuzluğa kadar vazgeçilmeyecek, kıskanıldığı bir sevgilidir yurt. Ama yurt ana değildir. Yurdundan bir diasporalı gibi ayrı kalınsa da, içinde de olunsa da sevilir yurt. Bir kimlik verilir, tıpkı evli olmadığı kadına, zorla cebine nikah cüzdanını, cüzdanına yerleştirdikleri gibi yaşarsa zülüm olur bu!. Ama aynı zamanda istemediği cüzdandaki diğer taraf için de olması gerekir bu zülüm. İnsanın iradesi bu kadar mı hiçe sayılır? Oluyor işte.. Bu travmayı yaşatmak, insanı her an idam sehpasında bekleterek yaşatmak misali, acılı olur!
Bir sistem, insanların birbirlerine yardım etmesini nakti ya da mali olarak teşfik edip sosyal devlet olamıyorsa, bu o devletin sosyal olmadığı anlamına gelir. Zira devlet planlayıcıdır. Yönetimini gerçekleştirirken insanları birbirlerine muhtaç olmasını değil, insanların ekonomik ve yaşamda özgür olması için planlamalar yapar. Çalışanlarda eğer bir vergi alıyorsa, yer altı ve yerüstü ekonomik kaynaklardan gelir elde ederken, çalışamayacak durumda olan insanlara ayıracağı bir fon öncelikli olması zorunludur. Bunu yaparken, asalak geçinmelerin önünü almak için de gerekli sağlık ve sosyal açıdan yardım edilenlerin yaşamlarını kontrol altında tutmak önemlidir.
Dilenciliğin ve haksız kazancın önüne geçmek için, projelerin üretilmesi zorunludur. İnsanlardaki yardımlaşmanın asalak geçinme kurnazlıklarını takip edip, eğitim yoluyla etik olmadığını sergilemek ve tedbirler almak, geliştirmek durumunda olunur. Asalak değil, üreten toplum yaratmak için, eğitsel ve sosyal toplum yaratılırken, aile kurumuna yük yaratmak olmaz. Çalışan ve üreten birey dinamiktir, katıldığı toplumun, değişim ve gelişim açısından da dinamik olmasını arzular. Ekonomik geçim ortaklığı üzerinde sürdürülen ailelerde, bir-iki kişinin çalışıp, on-oniki kişiyi geçindirip beslediği bir ortamda gelişmek, özgürleşmek mümkün değildir. Hileli yaşamı toplumdan çıkarmak, çürümenin önüne geçmek başat sorundur.. Sonuçta hileli bir yaşamın geleceği olmaz. Riyakar, ikiyüzlü yaşam ile ileriyi yakalamak zordur. Hiç kimse asalakları, dilencileri sırtından taşımak zorunda değildir. Bu nedenle çalışmanın, üretimin ve paylaşımın, hak hukuk eşitlik üzerinden dengelenmesi, değişimi gerçekleştirmeye hizmet edeceği muhakkaktır.
Yapılması gerekenleri yapmak için zaman yok, zira zamanın geçip gitmesi korkutucu ve gidişat karmaşıklıklarla geçiyor. Burada dahi olmak, zamanı ikiye-üçe katlayarak hızlı yaşamaktır. Yoksa değişimi hissetmek nasıl mümkün olabilir ki? Atalet ile yaşam atlanmaz, zülüm olur!
Gözardı edilseler de fikirler yaşar. Ortaya bir şeyler çıkarmış olmak ve bir yere not düşmek yeterlidir. Keskin bir zeka, insanı tek bir hedefe hapsetmek şöyle dursun, hedeflerin sayısını kat kat artırırsa makbuldur. Etik bir hayat sürdürmek ve yapılanlar için kişinin kendisine saygı duyması, ikiyüzlülüğe sapmadan yaşaması önemlidir. Bazı şeyleri asla yapmamak canalıcı düzeyde önem arz eder. Misal, hiç kimseye asla yalaka olmamak, kendini hep haklı ve başkasını ise hep haksız görmek, mutlak düşüncede asla ısrar etmemek ve diretmemek vs.
Kaç insanla pek çok ortak yanınız var? Kaçıyla ortak yanlarınız belli bir sevyenin üstünde ve tatmin edicidir? Ya ortak yanınızın, hiç kimse ile olmamasına ne dersiniz?
Siz hiç; “O kadar zeki ve etkileyici bir insanım ki dünya yüzeyinde düşüncelerimi paylaşacak bir insan bulamadım!” diye düşündünüz mü? Eğer düşündüyseniz, sizin, insanların ortak yönlerine değil, sadece farklı yönlerini görmeye endeksli düşündüğünüzden olamaz mı? Bu da sizin benzersizliğiniz içine hapis olmuşluğunuza delalet olamaz mi?..
En saf hali ile konukseverlik, insanlarda ibadet olarak algılanır ve anlaşılırdı. Ancak karşılıksız konukseverlik, ticari konukseverliğe yenik düşmüştür. Bu da ancak kırsal ve yoksul bölgelerde varlığını kısmen sürdürmektedir. Bu süreçte birinci gelişmeye uygun olarak ilerlemektedir.
Bilgiyi önemseriz. Ancak beyne durmadan olur olmaz yeni bilgilerın pompalanması, beynin trafiğini karmaşıklaştıracağı için bir işe yaramayabilir. O zaman lokal konularda uzmanlaşmak, yeni bilgilere ulaşmak daha önemli olmaz mı?.
Bilgi hiçbir zaman derli toplu önünüze gelmez. Önünüze konulan bilgilerin ise size ait olmadıkları ve başkasının algısı, araştırması ve projesi olduğunu bilirsiniz. Bu bilgileri olduğu gibi alamayacağınız gibi, o bilgiler ile iletişim esnasında aldığınız gerekli ve gereksiz bilgiler, beyninize yapışır ve meşgul eder. O zaman belleğinizi hafifletmek için gereksizleri boşaltmak zorunlu olur. Bunu nasıl yapacaksınız? İşte burada, doğru algı ayarını kullanmak bir sanattır! Hafıza tembeldir, hep aynı şeyleri hatırlar. Bu tekrar hatırlamalardan kendinizi kurtarmak için, beyni enerjik kılmak gerekir. Hafıza; kuşkulu bakışı, soru sormayı ve hayal gücü ile harekete geçirilebilinir. Tabii ki hafıza kullanımının da, öğrenilmesi gereken ayrı bir sanattır. Hayal gücünün kahramanlık boyutunda kullanılması da trajik sorunlar yaratmıştır. O halde hayal gücünü kullanırken de bir metodu yakalamadan olmuyor!
Düşüncenin doğruluğunu sezgiler belirlemiştir. Sezgi bazen hipotez, bazen de tecrübe, duyum ve karekterler üzerinden kendiliğinden ve hızlı ulaşılan yargılar olarak ortaya çıkar. Yargılar, fikirlerin ve geçmiş ile yeni durumun veriler üzerinden sentezi ile çarçabuk elde edilen soyut yeni durumun refleksinden ortaya çıkar. Fikirlerin nasıl birbirleriyle flört edip kucaklaşabileceğine dair bir formül yazılmamıştır, ancak kendiliğinden gelişip sonuçlar ortaya sergilemiştir.
“Böyle fazla düşünenler, zararlıdır!” diyenlere çokça rastlarız. Bunu düşünsel gerilik içinde olan ya da kendi içini açamayanlar, daha çok böyle sözler sarf ettiği gibi, düşünceyi tutku haline getirip, toplumdan ve kendinden yabancılaşmaya sapanlar için de sarf edilmiştir.
Duygularıyla yaşayanlar için hayat bir trajedi, mantığı ile yaşayanlar için ise komedi olduğu söylenmiştir. Ancak duygularını ve mantıklarını kullanabilenler için hayat bir serüvendir. Yaşamda, her şeye kucak açmanın yolu, bunların ikisini de yapmaktır.
İnsanların öğrenmesi gereken şey, zaman zaman kendilerini başkasının yerine koymayı becermeleridir. Yanılsamaların önüne geçmenin yolu, farklı insanları öğrenmekten geçmiştir. Zira kendinin doğru, başkasının yanlış olduğunu düşünmek tehlikelidir. Empati yapmayı bunun için önesemeden değişmek, doğru bir bakışı yakalamak ve bakmak güçleşir.
Kıtasal düzeyde de yönünü Avrupa’nın medeniyetine dönerken, Asya’nın uygarlığına sırt dönmek yanıltıcıdır. Avrupa’nın sanayi devrimini düşünürken, Afrika’nın ham servetini düşünmemek yanıltıcı olur. Asyanın uygarlığını bilmeksizin, Avrupanın medeniyetini anlatmak tarihi eksik anlamak olur. Bu da dünyadaki değişim tarihini, insanlık tarihinin gelişimi ile birlikte anlamayı eksik birakır ve zorlaştırır.
Uygarlık tarihinin ana ayağı Çin, Hindistan, Mezopotamya hattı tartışılmaksızın, Antik-Yunan ve Avrupa medeniyetini kronolojik bir tarih içinde ortaya koyup incelemek, tartışmak tarih bilincinde kopuk, ketum ve eksik kılar.
Kadın sorununun tarihçesini ele alırken; İngiltere’de kadınların, istibdatın atlı süvarilerine karşı sivil itaatsizlik eylemleri düşünülüp bugüne kadar tartışıldı. Amerika’da dokuma fabrikasında çalışan kadınların 8 Mart 1857 yılında “daha iyi koşullar için” 400 kişilik bir kadın kitlesi ile verilen mücadeleye karşı, bu grevi bastırmak için çıkardıkları olaylarda katledilen 129 kadının anısına, 1921 yılında, Komünist Klara Zetkin’in önerisiyle, “8 Mart, Emekçi ve Demokrat Kadınların Mücadele Günü” tespit edildi, dünyada kutlanır oldu. Ancak, 1851-1864’e kadar süren Tayping /Çin Ayaklanması’nda kadınlar “mutlak eşitlik” için mücadeleyi sürdürmek üzere kurdukları kendi ordularını hatırlamış olmamaları, bugünün kadın hareketi açısında da tartışma konusu edilmemiş olmaları tarihi bir hafıza kaybı değil mi?
Bugün ekolojik tartışmalar dünyada yayılırken, bitkilerin ve doğanın korunması içerisinde insanların da tabiatın, doğanın ayrılmaz bir parçası olduğunu savunurken, bugün Avrupa’da yetiştirilen Çin kaynaklı çiçekler, ortancalar, çan çiçekleri, açelyalar, manolyalar, çay gülleri vs. yurdunu hatırlamalı ve hatırlatmalıdır.
İnsanların namuslu davranmasını sağlamak için onları cehennem ile tehdit edilmesinin gereği yoktur. Zira bir eylemin cennet üzerinden mükafatlandırma beklentisi tartışılmaları, tartışmanın kısırlığı ve etiksizliğini ortaya serer. Oysa ki doğru olan bilim yöntemi ile doğruları ortaya çıkarmaktır. Bunu namus, namussuzluk, cennet ve cehennem, mükafat ve cezai müeyyideler üzerinden tartışmak yanlıştır. İnsanların kişisel yaşantıları, duyguları, düşünceleri eğer kanun ve nizamla ortaya konmaya, şekil verilmeye kalkılırsa, sosyolojiyi kanunla ve nizamla yok saymak olur ki, bu tarih bilincine, değişime ve insana kast etmek olur.
“Adam olmak” etimolojik olarak, nazik ve lütufkar olmak demektir. Ancak İslam’daki “Ayetü’s Seyfo” (Kiliç Ayetleri) ile şiddet üzerinden insanları kendi aidiyetine dahil edip, geçmiş aidiyet ve yaşayışlarını küçük düşüren darbeleri işlemesinde adam olmak yoktur, unutulmuştur. Buna mukabil geçmiş Mihtra dininin etkisiyle, İranlı hekimlerin en şöhretlisi olan Ebubekir Zekeriya Razi (850-925) dinin siyaset üzerindeki nüfuzuna şiddetle karşı çıkmasıyla ve bilimsel kuşkuculuğuyla Voltaire’nin öncüsü sayılabilecek bir felsefeyi savunduğu görülür.
İslamiyet’in Müslüman Kürt tüccarlarının da içinde yer alarak taşıdığı ve dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya’dır. Burada İslam, Hindu ve Budist geleneklerini ortadan kaldırmadığı, bireylerin Tanrı’yla ilişkisinin bireysel bir mesele olduğunu düşünmüşlerdir. Endonezya’daki İslam, Osmanlı, İran ya da Suud İslamdan ayrı olmuştur. Bunun nedeni geçmiş çok dinliliğe alışmış ve etkilerini yaşamış olması ile tüccar sınıfının taşımasıdır. Sıkça yapılan yanlışlık olan, köktendinciliği, “Aşırı Dincilik” olarak kestirip atamayız! Farklılıklarını ve nüansları üzerinde de düşünmek gerekmektedir.
Bazen insanlar, “Benden başka kimse gerçekten beni anlamıyor” diye düşünür. Zira buna “Japon trajedisi” dedikleri ve daha çok “anlaşılmama” sorunuyla ilgilidir. Bu sorunun sadece Japonya’da yaşayanlarla da ilintili olmadığı bilinir. Onlar her zaman “Düşüncelerimizi anlayacak birilerinin olması, özlemini çekiyoruz!” derler. Başkalarının onayını, rızasını almak, sevgisini kazanmak, herkesin içinden geçer, Böylesi kişilerin, yüksek perdeden bir his ile yalnız kendilerine has olduğu kuruntusuna kapılmaları, kendilerini başkasının yerine koyma geleneğini yaşamamış ya da az yaşamış olmalarındandır. Zira insan, sadece kendisini tanımlamakta meşgul olursa, dünyanın gidişatıyla ilgilenemez ve ilgisizlik, bilgisizlikle buluşur.
Tüm insanlığın en köklü özlemi, insanlık üretimini artırmak olmuştur. Ancak insanların çok azı geçmişe ilişkin düşüncelerini gözden geçirip, yeni gelecek vizyonlarını yaratmak üzerinde olmamıştır. Tarihin “deli gömleğini” giyip beklediğiniz gibi, elinizi-kolunuzu bağladığınız yerde özgürlük gelip sizi bulmaz. İnsanlık daha çok birbiriyle doğru ve dürüst tanışamadı.
İnsanların, bedenlerin, düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin birbiriyle buluşması, değişimin en önemli tetikleyicisidir. Yeni yaklaşımlar kanun zoru ile benimsenemez, öğrenmek bir tutku ve değer olarak alışkanlık halini alınca, oluşur ve gelişir.
Brecht, “Ne mutlu kahramana ihtiyacı olmayan ülkelere! der. Ancak geri toplumlar ve kahramanların kendileri, büyük bir bölüm olarak, kendilerini Tanrı sanmışlardır. Kahramanlardan yararlanmak için, insanın da içinde bir parça kahramanlık, cesaret olmalıdır. Zira ziyan olmuş bir hayatı, hakkı ile telafi edecek hiçbir şey yoktur.
Her insanın kişisel bir ufku vardır. İnsanlar bu ufkun ötesine bakmaya genellikle cesaret edemezler. İnsanın her zaman, esasen bencil olduğu varsayımından uzak duran ve başarının maddi dünyada bile sadece kendi çıkarını kovalamakla kazanılmadığının farkında olan bir ekonomi biliminden yararlanmaktır. Dünyayı her iki gözü ile gören bu ekonomik yaklaşım, yavaş da olsa embriyon şeklinde biçimlenmektedir. İnsanlığın her kesimi, saygı arayışının evrensel bir sorun olduğunu unutup, saygıyı yalnız kendisi için talep ettiği sürece, ancak vasat sonuçlara ulaşabilir.
Farklılıklarımızı inkar etmeyerek, anlayarak ve ortak yanlarımız lehine basıt hesapları bir kenara bırakarak ilerlemek, bizlere yeni bir başlangıç ve bağımsızlık sağlar.
Bunu egemenlerden ziyade, mazlum bireylerin, toplulukların başarması olasıdır. Çünkü köle, özgürleşmeye muhtaçtır! Kürtler bireyden, aileye ve ulusal direnişine kadar değişmeden özgür olamaz! Bu değişim kerpiç evini yıkıp, yeniden ve en modern teknoloji ile yeniden inşa etmeye benzer!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.