13 yerle sınırlı tutulup ilan edilen özyönetimin ardından, özsavunmacı çocuklarımız ve gençlerimiz “hendek” kazıp, “mayın döşeyip”, “canlı kalkanlar” eşliğinde kısa süreliğine de olsa “kurtarılmış mahalleler” yaratıyor. Bunu da Türk devletinin baş tacı olduğunu tartışmaksızın; Ancak, onun “faşist karakterine” direnip (devrimci halk savaşı), “demokratik devlet inşasını” Kürd halkı aracılığıyla (demokratik ulus inşası) Türkiye ve Ortadoğu halkları adına yapıyor. Bunun için de silaha ve mayına sarılmak gerektiğini kabulleniyor ve demokrasi güçlerinden destek talep ediyorlar (faşizme karşı omuz omuza).
Yaklaşık 18 bin insanımızın son birkaç gündür can güvenlikleri olmadığı için Şırnak’ı terk ettiği yazılıyor. 1990’larda PKK köylere, ilçelere girer çıkardı, ardından hemen devlet güçleri gelir, yardım yataklıkla suçladığı insanlara korkunç işkenceler yapıp, herşeyi de yakıp yıktıktan sonra sağ kalanlara orayı hemen terketmelerini söyledi. Böylece beş bin köy boşaltıldı, milyonlarca insanımız büyük kentlerin “merhametine” sürüldü. On binlerce Kürt herkesin gözü önünde sokak ortasında kurşunlanarak öldürüldü, asit kuyularına atıldı, domuz bağlarıyla katledildi, adına da fail-i meçhul dendi.
Bunlar yaşanırken halkı için savaştığını söyleyen bir örgütten ne yapması beklenirdi? Tüm bunlar olurken PKK ne yaptı? Köylerin boşaltılmasına engel olmak için taktik değişikliği mi yaptı? Sürülen insanları durdurup topraklarımızı, ülkemizi terk edemezsiniz mi dedi? Kendi içindeki binlerce iç infaz yüzünden \'bizi yargılayın\' mı dedi? (Örneğin 1999\'da Öcalan, Bayık için şunu diyor: “Savaş içerisine girmez. 92’de bir mağarada 17 kadroyu yaralı oldukları ve ele geçmemeleri için, karargahta 13 kadroyu ise disiplini sağlamak için öldürmüştür.”) Fail-i meçhul cinayetleri işleyenlere engel olmaya mı çalıştı? Bunların hangisini yaptı? Vahşete sebep olduğu yetmedi, ardından tüm bunları kullandı, mağduru ve mağruru oynadı. Günümüzde de masum görünmeye ve demokrasi güçleri tarafından masum gösterilmeye çalışılıyor. Ölen, tutuklanan, sürülen yoksul ve sahipsiz Kürdler olduğu için kimse yaşanana tarafsız bakma vicdanını sergilemiyor.
“Devlet kimyasal silah kullanıyor” dendi ama bu hiçbir zaman kanıtlanmadı. Ortada kanıt yoksa ve kimyasal silah kullanıldığı reddediliyorsa, konu kapanmıştır.
Bir dönem de çocuklara taş attırıldı ve tutuklanan çocuklarımız cezaevinde işkenceye, tecavüze uğrayınca kimse “bu çocukların eline taş verilmemeli” demedi. ‘Çocuklar tecavüze uğruyor’ diye sadece yaygara koparıldı; Ne taş attıranlar kınandı, suçlandı, ne de önlem alınmasına çalışıldı. Buna benzer sayısız olay yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Kürdlere her türlü zulüm kabullendirilmeye, acizlik kanıksatılmaya çalışılıyor.
Çatışmaları ilçelere, şehirlere taşımak ve sokaklara yaymak PKK’ye değil, yine bize çok pahalıya mal olmaktadır. Canlı kalkan yaklaşımı da canımızı çok yakacağa benziyor. Sivil insanlarımızın gördüğü, göreceği her zararın suçlusu en az devlet kadar PKK’dir. Çatışma bölgesine sivilleri çağırmak, götürmek savaş ve insanlık suçudur, cinayettir. Çatışan taraflar bir sivilin hangi tarafa ait olduğunu nereden bilebilir?
Vur-kaçların ardından, çatışma ortasında, hendek kazılmış sokaklarda ya da herhangi bir operasyon esnasında sivil insanlarımızı güvenlik güçleriyle baş başa bıraktıktan sonra yaşananlar şuna benzer kalıp cümlelerle anlatılmaya başlanıyor: “AKP devletinin/AKP hükümetinin memurları tarafından ‘halkımıza yönelik topyekun imha saldırısında’ (biri) çocuk (dört) kişi...
Türkiye dünyaya Cizre’yi, Silvan’ı, Varto\'yu anlatırken, PKK hendek kazdı, diyor. Şırnak’tan ayrılan 18 bin insanımızın neden ayrıldığını tartışıyor muyuz, ayrılmayabilirlerdi diyor muyuz? Bu sayı daha da artacak, buna engel olmaya çalışıyor muyuz? Bu göçler için PKK’yi suçluyor muyuz? Askeri, polisi mayınla, kurşunla öldüreceksin, ardından \"devlet Silvan’ı, Şırnak’ı, Cizre’yi yıktı, yaktı. Sur ve Yüksekova\'da da aynısını yapmak istiyor\" diyeceksin. Diyemezsin, çünkü ilanını savunacak askeri, siyasi, ekonomik ve sayısal kapasiten yok, ilanına ciddi ve bütüncül yaklaşımın yok ve daha da önemlisi halkı savunma, koruma, toprağında tutma gibi bir geleneğin, derdin, amacin yok. 1984’ten beri de hiç olmadı; Geride mahvedilmiş bir coğrafya, ekonomi ve ‘düşürülmüş bir halk’ olarak kaldık.
Savaş kararının ve bakan isimlerinin aynı kişi tarafından belirlendiğini öne sürüp, ısrarla savaş hükümeti diye anıp ardından kabinede yer alırsanız; Sizin de işin içinde olduğunuz izlenimini güçlendirir. HDP olarak kabinede yer alabilecek 79 vekille (Levent Tüzel hariç) Yüksekova\'da, Varto\'da, Cizre\'de, Sur\'da olsanız, buralarda yatıp kalksanız daha iyi olacakken; Kulaklarınız ve gözlerinizin bakanlık teklifi için çalacak cep telefonunuzda olmasını da tarih tartışacaktır. Dahası, bakanlık teklif edilenin sergilediği neşeyi, coşkuyu da tarih ıskalamayacaktır. Dahası, teklif alanların coşkusuna bakarak, bakanlık teklif bekleyen 77 kişinin hayal kırıklığının dozunu tahmin etmek de mümkün.
HDP, Türkiye’de sistem değişikliği tartışmalarına, yeni sistem dayatmalarına karşı demokratik bir yöntem olan referandumu çözüm olarak önerdi. Demirtaş şunları söyledi: “Referandum yapalım. Bakalım halk ne istiyor. Oldu bittilerle rejim değiştirilemez, halk istiyorsa değiştirelim.” Oysa aynı kişiler, 13 yerde özyönetim ilan edip hendek kazmaya başlamadan önce bırakın referandumu, bu 13 yerde \'özyönetim nedir?’ sorusunu tartışmayı aklına bile getirmiyor ve sanki oldu bittiye getirir gibi ilan edip çekiliyorlardı. İlan etme yetkisini kendinde nasıl buluyor? Bu yetkiyi kimler, nasıl ve ne zaman verdi? Bu ilanın dayanağı genel seçimde alınan oyla ilgili değildir. (Olaya kabaca ve yanlışça yaklaşacak olunursa, alınan oy oranı önemliyse, “Türkiye’nin sistemi değişti” diyenlere de sesinizi çıkaramazsınız.)
Geçen yıl 13, 14 yaşındaki çocuklarını PKK’den isteyen Kürd annelerle görüşen hukukçu Selahattin Demirtaş şöyle aktarmıştı: “Çocuklar \'ikna edilip\' dağa götürüldüler.” Kısacası, HDP kendini Ankara’da radikal demokrat, Diyarbakır’da radikal anti-demokrat gibi yansıtıyor izlenimi uyandırıyor. Söylem ve tutumlarınızın her yerde aynı olması gerekir, aynı değilse tehlikeli bir durum vardır. Sizin söylem düzeyinde ne kadar ilerici olduğunuz önemli değildir, önemli olan sizin söylemde ve eylemde tarzınızın içerdiği nezaketin doğallığıdır, samimiyetidir.
Yarın bir başka partimiz, vakfımız ya da derneğimiz başka bir tür özyönetim ilan edebilir mi? Örneğin, bir parti ‘Şeriati Özyönetim’, bir diğeri ‘Anaerkil Özyönetim’ ya da ‘Neo-Liberal Özyönetim’ ilan edebilecek mi? Biri bu özyönetim ilanını savunurken dikenli tel, bir diğeri sokak girişlerine hazır beton kullanarak duvar örebilecek midir, bir diğeri hendeklere bebekleri ve yaşlıları mı oturtacaktır, bir diğeri hava saldırılarına karşı başka bir deneme yapabilecek midir?
Daha geçenlerde Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri, UNECO dünya kültür mirası listesine alınmıştı. Bu listeye girmek için yıllarca fedakarca çalışılmıştı. Sur’da ilan edilmeden önce UNESCO\'dan özyönetim ilan izni alındı mı? Korunması gereken ve çok fukara ailelerin yaşadığı Sur yerine, neden Kayapınar\'da özerklik ilan edilmedi? Deneseydiniz, güvenlikli sitelerin önüne de hendek kazılıp kazılamayacağını test edilmiş olurdu.
(Diğer taraftan, bölgede olanları Manisa, Edirne, Rize, Yozgat ve diğer yerlerden izleyenler devlete baş kaldırıldığını düşünüyordur. Halbuki, öyle bir durum yok ve hiç olmadı. PKK devletin bekası zararına ya da bölünmesi yararına hiç raydan çıkmadı, hep ölçülü oldu. (Örneğin, Duran Kalkan’ın PKK güçlerine şu çağrısı önemliydi: “Kesinlikle operasyona çıkmayan, gerillaya ve halka saldırmayan, siyasi yönetimle ilgilenmeyen, vatanı korumak adına sınırda, karakolunda duran askerlere dönük saldırı yapmamalılar.”) İzin verin sizi de demokratikleştirsinler, demokrasi güçleriyle birlikte her köyde, mahallede demokratik özyönetim ilan etsinler. Keşanlılar da demokratik özyönetimden nasibini alsın. Özgür yaşamın inşasına Silvan’dan ya da Xançepek’ten değil; Bodrum’dan, Cihangir’den başlansın. Bu öneri sizi tedirgin ettiyse, aynı tedirginliğe etrafınızdaki Kürdlerin de sahip olabileceğini umursayınız.)
Yaşananlar her hangi bir açıdan olumlu gelişmelere sahip de, gebe de değildir ve devam eden toplumsal yıkımın daha da şiddetlenmesine neden olacaktır. Hakların alınmasının mutlak yolu silah, mayın, hendek değildir; Aksine, bulunduğumuz koşullarda silah hakların gasp edilmesinin, terörize edilmesinin teminatıdır.
Coğrafyamızda huzurla, güvenle, eleştiriyle, adaletle, tutarlılıkla, üretkenlikle yaşamak imkansız mı? Öylesi bir yaşamdan bizi uzaklaştıranlara, dahası yaşamı cehenneme çevirenlere, tekrar çocuklarımızın öldürülmesine, fail-i meçhullere ve göçlere zemin hazırlayanlara böyle bir haklarının olmadığını dile getirmek çok mu zor?
Bu yıkıcı süreci başlatanlar, verilen zararın sorumluluğunu da üstlenerek sonlandırma kararını verebilmelidir. Kürdler artık öldürülmesin, öldürmesin. Çocuklarımızı öldürtmeyelim, sözle ve bakışla incitilmelerine bile izin vermeyelim.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.