Munro Leaf 1936’da Ferdinand’ın Öyküsü kitabını yayımladı. Çok değil iki yıl sonra Disney bu öyküden 8 dakikalık bir kısa film yaparak Oscar’ı kazanacaktı. Franco tarafından pasifisizmi aşılamakla suçlanan kitap Nazilerin de dikkatinden kaçmayacak, toplatılarak yakılacaktı Gandi ve Wells ise bu kitabı çok sevecekti. Yayımlanmasının üzerinden 81 yıl geçse de etkisini günümüze dek yitirmedi, tıpkı Küçük Prens gibi, ve Ferdinand'ın Öyküsü 108 dakikalık bir animasyona dönüştü.
Buz Devri ve Rio yapımlarında da çalışan Carlos Saldanha bu öykü kitabından Ferdinand isimli animasyonu başarıyla kotaran yönetmen oldu. Kitabı 6 yazar sinemaya uyarladı. İlk yayımlandığında popülerleşen ve çoğu çocuğun kitaplığında yer alan kitabın film uyarlaması vizyona girdiğinden beri Amerika ve Avrupa’da izleyicilerin dikkatini çekmeye devam ediyor ve bir klasik olarak tartışmalarda yerini şimdiden almışa benziyor. Öykü güçlü olunca ve onun sinemaya uyarlanmış hali de etkileyici olunca birbirini tamamlamış oluyor.
Anime reddetme, direnme, başkalarını olduğu gibi kabul etme, dahil etme temalarını esas alıyor. Tek düşündükleri matadorla arenada çarpışmak ve matadoru yenmek olan boğalar, bu çarpışmada galip gelince özgür olacaklarını sanıyorlar; dahası, matadorla savaşta galibiyeti hayattaki var olma nedenleri olarak kanıksamışlar. Rakiplerini yenince bu kez de matadorla karşılaşıyorsun. Böyle bir yaşantıda boğalar birbirine rakip; yardımlaşmaya, dayanışmaya, zayıflık belirtilerine yer yok! Ya yenersin ya mezbahada kesilirsin! Bu fikrin boğalar ve diğerleri tarafından kabullenmesine rağmen, Ferdinand’ın buna direnç göstermesinin, direnmekte sergilediği kararlılığın Franco ya da Hitler’i neden çileden çıkardığını açıklıyor. Babasının kesilmesinden sonra kaçan Ferdinand, yaşamaya başladığı çiftlikte huzuru, güveni ve sevgiyi buluyor.
Bir köpekle bir boğa kardeş olamaz mı? Aynı türler ya da farklı türler birbirine yardım edemez mi, 'destek atamaz' mı, birbirini kollayamaz mı? Bir kere diğerlerine rakip olarak koşullandığınız zaman gözünüz kararıyor ve hedefinize odaklanıyorsunuz. Yaşam boğaları arenaya sürükleyen bir akışa sahip oldu mu, boğa dahil diğer her canlı da bu akışa angaje oluyor ve sürecin bir bileşeni parçası haline geliyor; keçiden atlara, insanlara kadar. Film, bunların tümünü doğal bir akışla yansıtıyor ve bu duygulara sahip olanları kırmadan, zamanla gerçeğin farkına vardırarak bu süreçten çıkmalarını sağlıyor.
Ferdinand kaçınca farklı, bambaşka bir dünyanın da var olduğunu görüyor. Doğal bir süreçmiş gibi yansıtılanın da böylece zora ve zorbalığa dayalı olduğu açığa çıkmış oluyor ve bunun da ayırdına varan Ferdinand, geri dönmek zorunda kaldığında artık eskisi gibi değil, daha bir bilinçli tutum sergiliyor. Somut başkadır!
Kendini tamamen arenaya çıkmaya koşullamış, koşullanmış bir boğanın boynuzunun kırılma anı filmin en can alıcı ve tartıştırıcı sahnesi. Ya arena ya mezbaha diyen Cesur, boynuzu kırılınca bu kabulüne direnmiyor ancak Ferdinand hiçbir arkadaşını geride bırakmıyor ve bu davranış tümünü motive etmeye yetiyor, Bencillikten, körlükten sıyrılıp birbirleriyle ortak hareket etmeye başlıyorlar.
'Bir köpek ve bir boğa nasıl kardeş olabilir?', diyerek Ferdinand’a direnen köpek, kuyruğunun istemsiz sallanmasına engel olamıyor ve bu sahne de animenin diğer güzel dikkat çekmelerinden biri olarak not ediliyor. Oyuncak sevgisinin zayıflığı ya da pazarlığın gücünü zayıflattığını yansıtan da etkili bir sahne. ‘Matadorun boğalaştığı, boğanın matadorlaştığı’ sahneler de ciddi bir yergi içeriyor ve bu yergi oldukça başarılı, duygulu ve kararında veriliyor. Orijinal filmde Ferdinand’ın boğa güreşçisi John Cena tarafından seslendirilmesi de dikkate alınmalı! Ayrıca, Ferdinand o dükkana boşuna girmiyor!
Film İspanya’da geçmesine rağmen İspanyol kültürünü sergilemekten kaçınıyor, nadiren de olsa garip biçimde basit İspanyolca kelimeler kullanıyor, Nina’nın kendisinin nasıl oluyor da Ferdinand ismini kullandığını açıklamıyor, Alman atlarını (lipizzaner atları) neden öyle yansıttığını da belirtmiyor. Arenanın ortasına karanfil ulaşır mı, o da ayrı bir soru? Film tonu yerinde müziklerle akıyor ama İspanyol rüzgarı yaratamıyor. Türkçe seslendirmeyi yapanlar konusunda keşke biraz daha seçici olunabilseydi.
Nina dışında herkesin sevgiden, sevmekten uzak olduğu izlenimi yaratılmış. Arena zorbalık, öfke ve kan görmek için toplanan insanlardan oluşuyor. Gerçekten de sadece boğa güreşi, boğa koşusunun değil, canlıları dövüştürmenin artık terk edilmesi gerekmiyor mu? Bu film, kitabı perdeye taşıyarak bu tartışmayı bir de görsellik üzerinden deniyor.
Film kendine güveni, kendisi olmayı ve kendisi kalmayı, dayanışmayı, yanlışa dur demeyi, direnmeyi, sevgiyi, sevmeyi betimliyor. Gerçekten de, arenaya sürülen boğalar bir çift boynuzdan daha değerli değiller mi? Gerçekten de gününü, anını ‘gerçekleşmesini istediğimiz geleceğine göre planladığımız, zorladığımız’ insanlar varsa etrafımızda; onun kim olduğunu, ne istediğini, onu nelerin mutlu ettiğini sorgulamak ve açığa çıkarmak gerekmiyor mu? Elbette hayır, buna maruz kalanlar bu iradeyi sergilemedikçe yaşam böyle yaralı yaralı, yaralaya yaralaya sürecek.
Sakin ve kendinden emin Ferdinand perdede eğlendiriyor, heyecanlandırıyor, anlatıyor, direniyor, asla vazgeçmiyor, çiçekleri ve kokularını duyumsuyor, hayatı ve Nina’yı seviyor, arkadaşlarını terk etmiyor, başarıyor. Film biz izleyicilere ‘Peki ya siz neredesiniz ve hangisisiniz’ sorusunu soruyor olamaz değil mi; izlediğiniz yer arena mı, sinema salonu mu; siz matador musunuz, Ferdinand mısınız, yoksa Cesur mu? Ve lütfen, Tres’den bahsetmeyelim!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.