“Ti ganî xo engiştanê xo ra maç bikî.” (Sidê ra hurmet kena)
“Bugünlerin geçtiğini görmek için, yaşamalısın!” (Yüzüklerin Efendisi; 2003)
Seyid Rıza’nın 157, Şeyh Said’in 155, ve Said-i Kurdi’nin 142 yıllık ana kuzusu, nazik bedenleri nerede; bu üç Kürdün şahsında, diğer bedenler nerede? Hala fotoğraflarındaki bedenlerinden ibaret Şeyh Said’in 95, Seyid Rıza’nın 83, ve Said-i Kurdi’nin 60 yıllık mezarı nerede?
Seyid Rıza’nın ailesi mezar yerini resmi prosedür yoluyla sorduğunda, aileye Seyid Rıza’nın nüfus kaydı olmadığı bildiriliyor. Şeyh Said’in ailesinin talebine olumlu yanıt verilmediğinden yargıya taşınmış durumda. Said-i Kurdi’nin hayattaki tek varisi, Said-i Kurdi’nin vasiyetine referansla, talepte bulunmamış; diğer taraftan, baronun başvurusu ise akraba olunmadığı gerekçesiyle reddedilmiş.
Ah şu bizler!
İnsancıl hukukun temel belgesi olan Cenevre Sözleşmesi’ne ya da diğer uluslararası belgelere atıf yaparak ya da Türkiye vatandaşlarını bağlayan ve her bir geçerli belgeye dayanarak bu üç bedenin ailelerine iadesi için aileleri de dahil olmak üzere Kürdler ne yaptı, ne yapmadı, ne yapmalı?
Onlar bizi incitmedi, iyiliğimizi düşündü, iyiliğimizi istedi. “Kürdler cenazelerine de sahip çıkamıyor, cenazelerini istemiyor, isteyemiyor, bunu bile zorlamıyor, beceremiyor!” mu demek lazım? Hukukî dayanaklar üzerine mi yoğunlaşmalı? Fısıltıları takip edip mezar yerlerine mi ulaşmaya çalışmalı?
Ah şu onlar!
Spielberg’in “Munich”, Gibson’un “Cesur Yürek” ya da Tarantino’nun “Django” filmlerini izleyip aklına bir an bile Kürdleri getirmeyen Türkler, Araplar ve Farslar var mıdır? Halbuki, bu filmleri izleyenlerin akıllarına Kürdlerin değil de kendilerinin geldiğine, kendilerine hayıflandıklarına tanıklık etmedik mi? Daha doğru bir ifadeyle, akıllarına bile gelmediğimize defalarca şaşırmadık mı? Bu şaşkınlığımız hatırımızdayken yine de öyle değilmiş gibi, her an değişecekmiş gibi bir beklenti içinde olmadık mı? Böyle bir ruh halinin denetimi altında yaşamak sağlıklı mı?
1915’te Ermenilerle birlikte Süryaniler de kayboldu. Buna rağmen Ermenilerin dünyanın dört bir yanında sadece kendilerinden bahsetmelerine, sadece kendileri maruz kalmış gibi davranmalarına, sadece kendileri için girişimlerde bulunmalarına kimi Süryaniler akıl sır erdiremezler (Süryanilere göre o dönem en az 300 bin Süryani kaybedildi). Süryaniler, ne Ermenilerle birlikte anılırlar ne de Hıristiyan adı altında isimleri, kayıpları duyulur. 1915 ya da Seyfo deyip de Dersim, Zilan, Koçgiri’ye değinmeyen olabilir mi?
“Kürdlerin acılarını ve kayıplarını bilmiyorlar, umursamıyorlar, Kürdlere kayıtsız kalıyorlar.” diye ha bire birilerine kızmamız gerekmiyor.
Kimi bireyler gibi kimi toplumlar da dürtü kontrol bozukluğuna sahip olabilir mi? Yani bir toplumun kültüründe, kültürel aktarımında dürtü kontrol bozukluğunun izleri sürülebilir mi? Bunun kıstası ve işareti, edimler sonucunda yaşanan iç yıkım ve ortaya çıkan delik deşik yaşamlardır. Bireysel rahatsızlık olduğu kadar, yukarıda bahsedilen cinnet kimi toplum için de geçerlidir. Yoksa bazı rahatsızlıklar, her insanda az ya da çok var; önemli olan mantığın dürtülere hükmederek iradeyi elde tutabilmesi ya da tutamamasıdır; bu, aslında olmak ya da olmamak gibi bir şey.
Ah şu dostlarımız!
Dostlarımız bize neler öneriyor? Şunları: Kolektif hafıza çok önemlidir. Belleğinizi canlı tutun, dokümantasyona önem verin, belgeleri bulun, belgesel yapın, arşivleyin. Yaşananı açığa çıkarmak, kabullendirmek, yüzleşmek, arındırmak ve yas tutmak için 1915’i, Seyfo ve Holokost’u iyi okuyun, yöntemleri örnek alın. Geçmişinize dair hakikat ve adalet isteyin. Hakikatleri araştırma komisyonları talep edin. Kolektif hafıza oluşturun, kolektif bellek kurun. Hafıza merkezleri oluşturun. Cezasızlığa karşı elinizden geleni yapın.
Rejimle ya da rejimler arası çatışmalarda işlerine geliyor diye, dönemsel gereksinim nedeniyle Kürdleri incelikle ayarlanmış bir dozda etkileme, etkisizleştirme niyetli kolektif haklardan ya da Dersim’den, Kürdce konuşma ve yazma yasağından, yer adlarının değiştirilmesinden bahsetmeleri, ‘dostlarımızın’ bizim iyiliğimizi, travmadan kurtulmamızı, özgürleşmemizi istedikleri anlamına gelmeyebilir. “Demokrasi” mücadelesi, “gericiliğe” ket vurulması, İslam’ı kontrol altına alma da dahil tek ve ikinci adam dönemlerindeki uygulamalar, darbe süreçleri, anayasaları ve bunların sonuçları üzerinden hesaplaşmalarda taraflar Kürdlere nasıl yaklaşmaktadır? Geçmişe göndermelerde, gerçekten Kürdlerin geçmişte başına gelenlerin kabulü, sorunların elden gelebildiğince giderilmesi ve tekrarlanmaması temelli yaklaşım mı sergileniyor, yoksa bir kesim bir başka kesime sataşmak, zor durumda bırakmak ya da bir sürece engel olmak için mi Kürdlerin travmalarını anıyor?
Kürdler kendilerini anladığını, anlayabileceğini düşündüğü her kesime yakınlık duyuyor, destek veriyor. Siyasi görüşüne ya da yaşamsal hassasiyetlerine uygun düşen siyasi yapılara yaklaşıyor. O yapıların paradigmasına sığışamıyor, sahiplenemiyor; ancak yaşam gereği uzak da duramıyor. Bazı argümanlara sesini çıkarmıyor, bazılarında ise kendini de bulduğu için diline doluyor. Örneğin Fatih’in torunları diyenlerle İslami, Selahaddin-i Eyyübi’nin torunları diyenlerle Kürdlük yanıyla ilişki kuruyor. Mahir Çayan’a “ilerici” gözle bakarken, onun içselleştirdiği statüko güzellemelerini duymazlıktan geliyor. Bu durum, hangi kesimde olursa olsun az ya da çok, şuurlu ya da şuursuz bir yöneliş yaratıyor. Bu akış Kürd zihin dünyasının seçici körleşmesini, çarpıklığını düşündürüyor; karanlık, tutarsız, yapay, yabancılaşmış ve asılsız noktaların, bölgelerin oluşmasına neden oluyor. Meşru ve güçlü bir odağa yaklaşıyorsanız, her tür dalgalanmada birçok etken yüzünden alabora olmak kaçınılmazdır. Batmayan kayık (paradigmalar) yapmışlar ancak suya düştüğünde boğulmayan Kürd yapmamışlar.
Gerçekte biricik sorular şunlardır: Kürdler taraflara nasıl yaklaşıyor? Kendisi bir taraf olarak yaklaştı mı? Kürdler geçmiş ve gelecek düzleminde kendini nasıl konumlandırıyor? Kendini bir taraf olarak hiç düşündü mü, kurguladı mı, konumlandırdı mı? Kendi konumlanmasında iç taraflaşmalar nelerdir ve içte kurulan ilişkilerin seyri ve içeriği nedir? Kürdler tarafları nasıl konumlandırıyor? Kendini bir özne olarak mı görüyor, koruyor, savunuyor ve dayatıyor; yoksa kendini karşıdakinin insafına bırakmış bir nesne olarak mı biliyor, hissediyor? Bu ve benzeri soruların ardından Kürd meselesinde aslında Kürd’ün kişiliğini, kişilik sorunlarını tartıştığımızı tespit ediyoruz.
Şimdi’nin İcadı.
Kürdlerin, Hobsbawn’ın derlediği “Geleneğin İcadı” isimli kitapta irdelediği gibi bir “geleneğin icadı”na değil; “şimdi’nin icadı”na, “şimdi’nin inşası”na ihtiyacı olduğunu öne sürüyorum. Bana göre, Kürdler “şimdi”lerini yitirmiştir. “Şimdi’nin icadı ve inşası”na şimdi başlansa, o “şimdi”nin var olabilmesi uzun zaman alacak; ancak başlanmadığı sürece, başlanamadığı için asla gerçekleşmeyecek.
Kürdler “şimdi”lerine hakim değil. Kürdlerin “şimdi”si olmadığı için ne hafızası sağlıklıdır ne de geleceklerinin kurgulanışı sağlıklı olacaktır. Kürdlerin geçmişi parçalara bölünmüş bir fotoğraf gibi. Fotoğrafın her bir parçası birilerinin hafızasında saklı, yakılmış ya da gizli tutulan bir belgede görünmez kılınmış. Her parçayı bulmak, bu parçaları tümleyerek büyük fotoğrafı görmek gerekmez mi? “Şimdiyi inşa” etmeden geçmişi (parçaları kopmuş fotoğrafı birleştirir gibi) tümleyemezseniz geleceği kurgulayamazsınız. Ancak “şimdi” inşaya başlanırsa; süreç hem geçmişi hem de geleceği uyumlu hale getirebilir, bütünleyebilir. Pastoral ve siyasi iktidarın her anı kendine, kendisi için koşullanmışsa; “şimdi”nizi inşanız için kendiniz kolları sıvamak zorundasınız.
2019 Haziran’ında, 1938’in Dersim’inde kullanılan gazların Almanya’dan temin edildiğine dair belgeler basında yer aldı. Bu belgelere dayanarak Londra ve Berlin’de yaşayan Alevi bireylerinin bu iki parlamentodan arşivlerinde yer alan kendi belgelerini yayınlamaları, sattıkları gazın nerede kullanıldığı hakkında bilgilerinin olup olmadığı; bilgileri olduysa, harekat esnasında Dersim’e gelip gelmedikleri, teknik destek yardımı yapıp yapmadıkları, sattıkları ürünün etki gücünü takip edip etmedikleri bilgisini edinmelerini rica ettim. Eğer belgeler, bilgiler ve tanıklıklar varsa, Londra ve Berlin parlamentosunun Alevi Kürdlerden özür dilemelerini talep etmelerini de önerdim. Elbette dostlarımız bu adımı atamadı; çünkü “şimdi”leri de hala o geçmişin karanlık, puslu, ansızın, kanlı, tedirgin kuytusunda hapsolmuş. Yani, “şimdi’yi inşa” edemezseniz eğer, bireysel ve kolektif hafızanın tutarlılığını ve sürekliliğini de sağlayamazsınız.
“Şimdi’nin icadı ve inşası” ile bir Kürd miti, mitolojisi oluşturmaktan bahsetmiyorum. “Şimdi”yi mitleştirmekten, Kürd “şimdi”sinin mitleşmesinden bahsediyorum.
Ah şu yassız Kürdler!
Bir statüsü olan toplumlar tarihsel haksızlıkların, vahşetlerin, sürgünlerin, açık ve örtük soykırımların ortaya çıkarılması ve teşhir edilmesi konularında yol aldı. Alınan bu yolu Naziler üzerinden örnekleyecek olursak; bu yolun sadece Nazilerin yargılanması ve cezalandırılması ile ilgili olmadığını görürüz. Elbette bu da meselenin önemli bir yanıdır; ancak bu süreç bambaşka ve yeni bir başlangıç düzleminin belirmesine, kurgulanmasına ve gerçek kılınmasına vesile olur. Gelinen noktada kıymetli olan dünyanın her yerindeki Yahudi toplumunun sağlıklı yas tutabilmiş olması ve yası böylelikle tamamlamasıdır. Bir toplumun yas tutabilmesi için öncelikle kendine güvenen bir rahatlıkla, silkinişle, objektiflikle, kararlıkla, açıklıkla meseleyi halletme aşamasına geçebilmesi gerekir. Kürdler hala yas tutmaya hazır hale gelememiştir.
Yahudilerin yaşadıkları süreçlerin, reflekslerin, deneyimlerin bir benzerinin coğrafyamızda gelişmesi beklenmemelidir. Şu anki yaşam koşulları, daha doğru ifadeyle kendi coğrafyamızda yaşamımızı olanaklı kılan koşullar biz Kürdlere yası atlatmak için sağlıklı çözüm yolları denememizi, bulmamızı mümkün kılmıyor. Bu mümkün kılmayış; geçmişle, şimdiyle, travmalarımızla, acılarımızla ilişkilenme biçimlerimizi çarpıklaştırıyor, irrasyonelleştiriyor. Bu da bizi hafızasızmışız gibi yapıyor. Böyle “mış gibi” görününce de içeriden ya da dışarıdan birileri, isteyen istediği kadar bize ve her şeyimize sızabiliyor, zarar veriyor, kaybettiriyor. Bizi felç ediyor, acizleştiriyor, hiçleştiriyor. Amerikan futbolunda tribünde gülen yüz kostümlü biri dolaşır. Bu kişiye ne kadar vurulursa vurulsun yüzü hep gülmektedir, böylece daha çok vurmamak işten bile değildir.
Kürdlerin tarihte maruz kaldığı kıyımların her yönüyle açığa çıkarılmasını, mahkemelere yansıtılmasını Kürdlerin talep etmemesi gerektiğini savunuyorum. Örneğin, Kürdlerin hakikatleri araştırma komisyonlarının kurulmasını istemesine, bunlar için Kürdlerin çaba harcamasına karşı çıkıyorum. Bunu derken Kürdler tarihle ilgilenmesin, tarihsel vakalar, travmalar üzerine çalışmasın demiyorum.
“Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz!” (Mağdurun Dili, Nurdan Gürbilek, 2007 Metis)
Kürdler neden bunların peşine düşmek zorunda olsun? Biz Kürdler neden kendimize ve kendimiz dışındakilere mağdur olduğumuzu anlatıp durmak, bunu ispatlamak zorundayız? Neden bunların peşine düşmek yalnızca Kürdlerin görevi olsun? Kürdleri bu hususta görevlendirme algısı neden genel bir algı?
Bir Ispartalı, Bolulu, Edirneli: ”Dersim’de ne oldu?” diye sorarsa; yani bu ve diğer soruları Türk toplumu dile getirir ve irdelerse, ısrarla yanıtlar beklerse, seçmen iradesine yansıtırsa ancak o zaman iyi şeyler olabilir.
Dersim (1938), Halepçe (1988), Kamışlı (2004), Mahabad (2015)
Kolektif hafıza denildiğinde Iran’da Farslarla, Irak ve Suriye’de Araplarla, Türkiye’de Türklerle ortak hafıza anlaşılsa bile, Kürdlerin kendi kolektif hafızasının da olduğunu kabul etmek ve sıralananlardan ayırmak gerekiyor. Kürd-Türk, Kürd-Arap, Kürd-Fars hafızası ne kadar değerli, zengin ve tarihselse, Kürdün kolektif hafızası en az bunlar kadar değerli, zengin ve tarihseldir. Bu nedenle, şöyle demek doğru olabilir: Kürdün kolektif hafızası.
Kürd bireysel ve kolektif hafızasını nasıl kurgulamalı? Nereye temellemeli? Derdini kime yanmalı? Derdini kimlerin anlamasını beklemeli? Hümanistçe mi, yoksa dönemine göre mi; yoksa Arap, Fars ve Türk hassasiyetlerinin gereğine göre mi biçimlendirmeli? Kimi ‘birilerinin, ideolojilerin, inançların’ bencil, keskin, buyurgan, parmak sallayan ‘insafına’ mı derdini dökmeli? Milliyeti her ne olursa olsun tarih araştırmacılarına, yani Kürd olmayanlarına, sorulsa acaba Kürde nasıl bir hafıza önerir, önerir mi!
Şu tutum önerilebilir: Diğer milliyetlerle her türlü iletişim kurabilmeliyiz. Bu da şu kabulle: Kendimizi anlatmama üzerinden!
Kötülerle, kötülük yapmış olanlarla, yapılan kötülüğe kötülük demeyenlerle, kötülüklerin devam eden hallerini izleyenlerle, savunanlarla kolektif bellek oluşturmanız mümkün mü? Hakikat ve adalet beklentisi içerisine girmeniz makul mü, gerçekleşmesi mümkün mü?
Bireysel hafıza ve kolektif hafıza oluşturmada ve hafızayı tümlemede biz ne Yahudilerle, ne Cezayirlilerle, ne Güney Afrikalılarla benzeşiriz. Kürdlerin çok daha farklı bir geçmişleri, yaşantıları, bölünmüşlükleri var. Kürdler şimdilerini ellerine almaya başlamadıkları, gündelik yaşantılarını sıradanlaştırmaya çalışmadığı sürece de geçmişlerini doğru değerlendiremeyecek. Kürdlerin hafızayla ilişkilenme biçimleri Kürdün duygularını, zihnini, üretkenliğini, bugününü, geleceğini özgürleştirmiyor. Aksine daha da bağımlı olmasına; gittikçe zayıflayan, direnci azalan ve daha kompleksli bir hal almasına neden oluyor.
Kürdler açıklamalar yapıyor: Dersim’i, Zilan’ı, Peçar’ı, Maraş’ı, Roboski’yi unutmayacağız. Edilgenliğin, çaresizliğin dışa vurumu olan bu yaklaşımdan kurtulmak gerekiyor. Kürdler kimseden hesap sormamalıdır. Hesabı soracak olan parlamento ve asli halktır. Kürdler öyle bir süreçte ancak kolaylaştırıcı olabilir. Hesap sormak, hakikatleri ortaya çıkarmak istemek, yüzleşme, arınma talep etmek bir yanılsamadan ibarettir. Kimse 1915’in üzerinden 104 yıl geçmesine rağmen bu kadar süre zarfında somut adımlar var mı diye tartışmıyor. Ancak Kürdlerden sürekli adalet beklentisi içinde olmaları, ömürlerini buna ayırmaları bekleniyor. Özgürleşmek bunlardan arınmayı gerektirir. Bu beklenti, öfke ve nefretten sıyrılınırsa özgürleşme yolunda ilk güçlü adım atılmış olur.
Nasıl..
Kürdler etkileştikleri Türk, Arap ve Farslardan olumlu deneyimler kazandı; onların entelektüel birikimlerinden faydalandı, birikimlerine katkıda bulundu. Bu toplumların arasında ve komşuluğunda yaşayan Kürdler onların düşünce ve duygu sistematiğini çözdü, sorun tanımlama ve çözme yollarını gözlemledi, deneyimledi. Bu etkileşimler oldukça değerlidir. Bunlar geleceğin Kürd düşün ve üretim dünyasında bir elekten geçirildiğinde, elek üstünde kalanların canlılığı bereketli olacaktır.
Kürdler melankoliden kurtulmalı, kendisi ve toplumu için tutarlı bir rasyonellik sağlayabilmelidir. Kürdler çok da zaman kaybetti. Zaman kaybetmemek için acilen harekete geçilmelidir. Örneğin, Şark Islahat Plânı’nın, Dersim’in, Maraş’ın, asit kuyularının, fail-i meçhullerin, Lice’nin yakılışının, köy yakmaların, köy boşaltmaların, Roboski’nin açığa kavuşturulması için çırpınmak zaman kaybettiricidir. Bu içerikteki bir hafıza oluşturma alanı; meselenin asıl taraflarına, karar vericilerine, aktif ve pasif destekleyicilerine bırakılmalıdır. Kürdler tarihle didişmek yerine, şimdiyi kotarmaya çalışmalıdır.
Hesap sormak, mağdurun faille arasında bağ kurmasıdır. Bazı durumlarda bu bağ faili ya da failleri pervasızlaştırırken, mağduru sonsuza kadar mağdur olarak yaşatır. Bizim durumumuz bu bağı güçlendirmeyi değil, zayıflatmayı değil; koparmayı gerektirmektedir. Mağdurların ve faillerin ruh hallerinden ibaret ve özellikle mağduru tutsak kılan o dünyadan çekilmek gerekmektedir. Özellikle failleri bir başlarına bırakmak gerekiyor; düşünsel ve duygusal olarak onlardan izole olmak gerekiyor. O zaman mağdur özgürleşecektir.
Bizi faille bağ kurmamıza zorlayan, bunu teşvik eden, allayıp pullayarak bunu mecburiyetimizmiş gibi sunanlar bizim dostumuz değildir. Onlar bağlanmaktan, bağı güçlendirmekten başka istekleri olmayan insanlardır. Faillerle aralarında derece farkı olsa da bilinçaltlarında benzer sonuçları elde etmeyi hedeflemektedirler. Hangi dilden, hangi inançtan, inançsızlıktan olursa olsun bizlerle dost olanlar; bizi tutsak kılan, bizi özgürleştirmeyen böylesi bağa, bağlara mecbur ve mahkum kılamaz. Zihnimiz, duygularımız ve edimlerimiz özgür olduğunda onlar da özgür olacaktır. Bu tutumuz her şeye rağmen, onlar için yani dostlarımız için yapacağımız büyük bir iyiliktir; onları da özgürleştirecek ve güçlendirecektir. Ancak, aslolan bizim özgürleşmemiz ve güçlenmemizdir. Bunun için de kimselere danışmaya ya da kimselerden izin almaya ihtiyacımız yoktur. İstersek “şimdi”nin kolektif hafızasını oluşturmaya başlayabiliriz.
Kürdlerin Türk, Arap ve Farslarla derdi, husumeti olmamalı; onlara düşmanlığı olmamalı, hainlik beslememelidir. Kürd artık kendi işine bakmalıdır. Kürdün kazanması Türkün kaybetmesi anlamına gelmemelidir. Kürdün kazanması Türkün de kazanmasıdır. Türk kaybederse Kürd de kazanamaz.
“Şimdi”ye yoğunlaşmak geçmişi unutmak değildir. Hiçbir ulus emanetlerini terk etmez, haksızlığın somutlaştığı emanetleri terk etmez, haklılığın sembollerini terk etmez. Biz de unutmayacağız: Seyid Rıza’yı, Şeyh Said’i, Ali Şer’i, Said-i Kurdi’yi.. Olan olmuş, geçen geçmiş, biten bitmiştir. Bırakınız çektiklerimiz yanımıza kar kalsın. Yüzümüzle, duyumsamalarımızla kendimizin “şimdi”sine ve geleceğine dönelim; tüm varlığımızla, tüm enerjimizle, her şeyimizle.
Seyid Rıza, Şeyh Said, Ali Şer, Said-i Kurdi ile diğer insanlarımız ülkemizin koynunda kaybolmuştur. Bu kayboluş post-modern bir kayboluş yani bir varoluştur, tezahürdür. Onlar ülke topraklarının her yeridir, hissedebiliyorsanız ülke toprakları onların ta kendisidir. Onların bedenlerine, mezarlarına ulaşmanın; bunun için uğraşmanın anlamı, gereği yoktur. Onlar da “şimdinin icadını ve inşasını” yaparken kaybolmuşlardır. Kaldıkları yerden devam edelim demeyeceğim; çünkü onların ardından bizler de az yol almadık. Öyleyse devam edelim.
(*) Bu yazı Tahir Elçi Vafı tarafından çıkarılan Kırık Saat dergisinin Subat 2020 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.