Ülkemiz iki gün boyunca bir grup insanımızın eliyle yıkıldı, yakıldı, kana boyandı, 50’ye yakın öldürülmeler gördü ve parçalandı. 6-7 Eylül, Sivas, Çorum ve Maraş olayları süreçlerini bilenler, özellikle Sivas’ı bilenler; son olayı önceki olaylara benzeterek “6-7 Ekim Olayları” demektedir.
6 Ekimde adadan “Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, nerede IŞİD varsa sonuna kadar onlarla mücadele edilecektir.” mesajı geldi. Ertesi gün HDP MKYK’sı yazılı açıklamasında “Kobani\'de yaşanan katliam girişimine karşı 7\'den 70\'e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz.” dedi. YDG-H da yine 7 ekimde bir tweetle hedefi ve nasılını netleştirdi: “Türkiye ve Kürdistan’daki tüm birimlerimizin dikkatine: Silahlanın. Hizbullah-kontra-HudaPar görüldüğü yerde infaz edilecektir.”
Bu mesajların ardından, bir kesim her yerde “IŞİDçi” aramaya başladı. Sakallılar korkudan traş oldu. Xançepek’te iki insan bir binanın ikinci katından atıldı. Ardından, Bağlar’da zılgıtlar eşliğinde “linçle” öldürülmüş cesetler üçüncü kattan atıldı, bu cesetlerin arabayla üzerinden geçildi, kafaları taşla ezildi, boğaz kesildi ve yakıldı. Adana’da 69 yaşında biri IŞİDçi denilerek bıçaklanarak öldürüldü. Eş zamanlı ve belirli yerler yakıldı, yağmalandı.
Birkaç ay önce Şeyh Said meydanındaki iftar çadırını sallamalarla parçaladıktan sonra Tekkapı’nın karşısındaki fırına girip bulduklarını deşen kesim, bu son olaylarda hedefti. 6-7 Ekim olaylarından sonra bu grup ‘şiddete şiddetle karşılık vermeyeceğiz, coğrafyamızda kimsenin kanını dökmeyeceğiz’ demek yerine ‘misliyle ödeteceğiz!’ dedi ve demeye devam ediyor. Yayın organlarında da öfkeyi ve nefreti misliyle tırmandırmaya devam etmektedir. Kısacası, her iki kesim de yöntem olarak şiddeti ve imhayı bilmektedir ve bu yöntemi mükemmel uygulamaktadır.
Sivas, Maraş olayları lokalken, “6-7 Ekim Olayları” başta Diyarbakır, Batman, Bitlis ve Siirt olmak üzere Kürdlerin yaşadığı her yeri kapsadı. 6-7 Ekim olaylarında da belirli bir kesimce, diğer iki kesime ait binalar, evler, dükkanlar eş zamanlı hedef alındı (Toplamda 112 okul, 3000 iş yeri, 1113 bina yakılmış). Yağmalar ve yakmalar durmadı. İlk kez komşunun kapısı hışımla çalınıp “Eylemlere destek vereceksiniz!” dendi. Olayları güvenlik güçleri sadece seyretti. Yaşananlar bir ayaklanma, protesto ya da direnişten ziyade, çok amaçlı bir yıldırma ve tasfiye hareketiydi. Bunun bir operasyon olduğu, olaylar başlar başlamaz hemen fark edildi. Kontrollü başlatıldı ve erkenden de olsa kontrollü sona erdirildi.
Geride başı yerden kalkmayan bizler kaldık. Cinnet ve eşkıyalık haliyle beliren yaşananlar siyasal değil, sosyal problemlerle ilişkili olmalıdır. Yakmalar, yağmalar, vahşice insan öldürmeler ve cenazelere eziyet etme olaylarını Kürdler kimlerden gördü de öğrendi?
Son 30 yılda belki 50 bin, belki 750 bin Kürd öldürüldü, gerçek sayıyı bilmiyoruz. En az beş yüz bin insan gözaltına alındı, tutuklandı. İç ve dış sürgünlerle yaşanan maddi ve özellikle manevi kayıpların, trajedilerin haddi hesabı yok. Bu mağduriyete ve masumiyete doğrudan sahip kesimin evlatlarının barındırdığı kin ve öfkeyi Kobané direnişi adı altında yönlendirmek, yönlenmişken durdurmamak, bayrak ve büste gösterilen hassasiyeti can ve mal kayıplarına karşı da göstermemek önemli bir delildi. Bayrak ve büste dair açıklama ile birilerine “Size karşı değiliz, bizim derdimiz başka!” mesajı verildi. Bu deliller meselenin Kobané ya da ulusal talep olmadığının kanıtıydı. Bu kanıt, yaşananlara sebep olanların değil, engel olmayanların da masumiyetini yok etti ve işlenen suçların pasif faili yaptı.
İki grup arasında arabuluculuk yapmaya çalışanlar ya taraflardan korkmaktadır, ya da kısa ve uzun vadeli planları, çıkarları zarar görmesin istemektedir. Arabulucu öncelikle taraflara ‘Birbirlerine yaptıklarının insanlık dışı olduğunu, bu topraklarda bu yönteme son verilmesini’ söyler ve yaptıkları vahşeti kabul etmelerini ister. Bu yapılmadan tarafları barıştırmaya çalışmak hem sorunu gizliyor hem de yaşanacak yeni utanılası olaylara zemin hazırlıyor. Bugüne kadar da bunun aksi yaşanmadı, kimse kendine çeki düzen vermedi. Bizim öncelikli sorunumuz böyle arabulucular değil; bizim gerçekleri söyleyenlere, kişilikli duruş sergileyenlere ihtiyacımız var. Ayrıca, arabulucuların görüştüğü tarafların irade ortaya koyma ve alınan karara uyma gücünü de sorgulamak gerekiyor.
Yaşananların sızmalarla, dış tahriklerle, karanlık güçlerce, istihbaratlarca meydana getirildiğini iddia edenler, bu olayların nasıl da sistematik ilerlediğine ve nasıl da birden bire son verilebildiğine açıklık getirmek zorundalar. Bu nasıl bir kovandır ki, içine aynı anda her isteyen sayısız çomak sokabiliyor? Hep arılar zarar görüyor ve hatta arılar birbirlerine kıyasıya zarar veriyor da çomak sokanlara bir şey olmuyor?
Maraş ve Sivas olaylarının ardından Sivaslıların ve Maraşlıların zamanla ağırlığını hissettikleri utanca karşı “Şehirden kimse yoktu, eylemcilerin hepsi dışarıdan geldi.” açıklamalarının aynısını 6-7 Ekim olaylarından sonra Diyarbakırlılar söylüyor. Kimse kendini kandırmasın, dışarıdan kimse gelmedi. Her gün birbirinin yüzüne bakan ve bakmaya devam edecek insanlarımız birbirine zulüm yaptı.
Kürd kendi gibi düşünmeyen Kürdden nefret ediyor, yaşam hakkı olmadığını savunuyor, katlini vacip sayıyor ve katlediyor. Bir Kürdün böyle bir psikolojiye sahip olması çok kolay sağlanıyor. Bu durum eğitimsizlikle, kentlileşememeyle, sosyal, siyasal ve ekonomik vs. yetmezlikle açıklanamaz. Daha yapısal, daha köklü problemler devrede olmalıdır. Kürd Kürdün dirisine de, ölüsüne de saygı duymuyor. Birbirine bile tahammül edemeyen seküler ya da din eksenli Kürdler mi aleviye, Süryaniye, Araba, Türk’e, Keldaniye, Ermeniye mal ve can güvenliği vaad edecek ve Türklerle barışı tesis edecek?
Kuzeylilerin kabullenmesi gereken bir durum var: ‘Bizim toplumumuzda karşıt gruplar yoktur.’ Karşıt gruplar söylemi eski kafaların kategorisidir ve bizi geçmişte tutar. Farklı düşünen insanlarımız kendileri gibi düşünmeyenlerin karşıtı ya da düşmanı değildir.
Bizim en büyük ilkelliğimiz, dar ya da geniş, aktif ya da pasif haldeki her hangi bir grubun ülkenin bugünü ve geleceği üzerinde tek söz sahibi olarak kendisini görmesidir. Oysaki geleceğimiz, bir grubun değil tüm grupların tüm bireylerin ‘ortak sorun karşısında ortak davranmasına’ bağlıdır.
Bu topraklarda kimin yaşayıp kimin yaşamayacağına, kimin kalıp kimin gideceğine, kimin fikrini yayıp kimin yaymayacağına, hangi kültürün yeşerip hangisinin kurutulacağına, bu toprakları kimin sahiplenip kimin sahiplenemeyeceğine kimse karar veremez.
Çözüm sürecinin temel savunması insanların artık şiddetten bıktığı ve barış istediği üzerineydi. İnsanlarınızın şiddeti istemediğini, barışı istediğini öne sürüp sonra şiddeti insanlarınıza taşıyıverip kanıksatırsanız, ardından uygulayacağınız tüm şiddet sizin yalnızlaşmanızı sağlar ve yaşanan da budur.
Ailede, okulda, sokakta, bireyler ve kesimler arasındaki her tür temasta, her hangi bir hak talebinde, toplumsal olaylarda “meseleyi” dile getirirken, “meseleyi” tartışırken, “meseleyi” çözümünüz şiddet içeriyorsa, bu kabul edilebilir bir tutum değildir. Her türlü şiddeti reddetmek ve şiddetten uzak durabilmek, medeni olmanın ilk gereğidir. Şunu kabullenmek ve buna dair güven vermek gerekiyor; şiddeti uygulayan değil, şiddeti reddeden kazanır. Bunu anlamayanlar yol gösterici olamazlar.
6-7 Ekim’deki olaylar gerçekte ne olduğumuzu olgunca, dürüstçe ve gizlemeden tartışmamız için bir şans, bir başlangıçtır; bu başlangıcı heba etmemek, ertelememek gerekiyor.
6-7 Ekim sürecini, aktörlerini cesurca tartışmalıyız. Bu yapılamazsa “sermaye ve beyin göçümüz” artarak devam edecek, ülkemiz daha da yaşanmaz hale gelecek ve ayrıca, dünya kamuoyunun bize karşı tedirginliği haklılaşacak ve kronikleşecek. Bunların önlenmesi, bu sonuçları doğuran söz ve adımların göz önüne serilerek bir daha tekrarlanmamasını sağlamakla mümkün olabilir.
Yaklaşık yüz yıl önce Sadrazam Mahmut Şevket Paşa tuttuğu günlükte, ‘vahşi kabileler hakkında uzman olan İngiltere’den jandarma getirilerek Kürdleri ıslah etmesini’ teklif edeceğini belirtiyor. İttihat ve Terakki’nin bakışını da yansıtan bu görüş ve bu görüşe sahip günümüz ardılları, bir milleti topyekün vahşi olarak nitelemektedir. Halbuki, bir millette her tür davranış sergileyen olabilir. Bu tür olumsuz örneklere günümüz batı dünyasında da rastlanıyor. Bizim sorunumuz, coğrafyamızda ‘ilkellik ya da şiddet’ anlayışının hakim kılınmasıdır. Bu ‘ilkelliğe’ katlanamayanlar ya sinmekte ya adapte olmakta ya da topraklarımızı terk etmektedir.
Diyarbakır’la güçlü bağları olmayanların ya da güçlü bağları olup da kentin bu haliyle bağ kurmak istemeyenlerin her şeyini satarak kenti terk etmesi muhtemeldir ve bu terk sadece Diyarbakır’la sınırlı olmayacaktır. İnsanlar evlerinde bile kendilerini güvende hissetmedikleri bir psikoloji edindi ve bunun bize maliyeti felaketimiz olacaktır.
Ankara merkezli bazıları 6-7 Ekim olaylarının üzerine doğru hatta gittiler. Diyarbakır merkezlilere ilişmeyiniz. Onlar arabulucu.
I. ve II. Dünya savaşında boğazlaşan, merhametsizleşen devletler, toplumlar ve bireyler savaş sonrasında savaş öncesindeki ilişkilere geri dönebildiyse, bizim de dönebilmemiz mümkündür ve elzemdir. Yeter ki, bizim de böyle bir mecburiyete rızamız ve katkımız olsun.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.