Sur’dan ayrılan ailelere yakınları ve akrabaları evlerini açtılar. Politik yapılarımız ve binlerce sivil insanımız gece gündüz demeden yardım topladı ve bunları adilce dağıtmak için çabaladı. Kobanê sürecinde yaşanan yardımlaşma çabalarının aynısı yaşandı. Ailelerin her tür ihtiyacı hızla karşılanmaya çalışıldı, onlara çalışabilecekleri işler de bulundu. (Yardım toplamak ve dağıtmak için çaba sarf edenlere, \"Sur\'dan ayrılmışlara yaptığınız yardımlar Sur içindekileri Sur\'dan ayrılmaya özendiriyor. Sur\'un boşalmasını sağlıyorsunuz!\" diyenlerin bu garip, çarpık mantığını kimse dinlemedi.) Ne yardım yapan yüceltildi, ne yardım alan incitildi; tüm çalışmalar sessizce, saygıyla yapıldı ve halen de devam etmektedir. Bu hızla gelişen tutum ailelerin topraklarımızı terk etmeme kararına destek ve cesaret verici etki yaptı. Hendekler sadece yoksul Sur içini, Cizre\'yi darmadağın etmedi, onları çevreleyen kenti ve bölgeyi de derinden olumsuz etkiledi.
Yüzlerce güvenlik görevlisinin hayatını yitirmesine rağmen neden hala ölümsüz öfkeli kalabalıklar harekete geçip, insanlarımızın evlerini ve işyerlerini yakıp linç girişimlerinde bulunmadı, bayrak ve büst öptürmedi? Bunun yanıtı, ‘Hendekler yüzünden insanlarımızın İstanbul ve Mersin’e kitlesel göçlerinin bu kez yaşanmamış olması’ olabilir mi? İnsanlarımız ölümsüz öfkeli kalabalıkların son işlerini izleyerek ve duyarak göç etmekten vaz geçmiş olabilir. Göç yoksa göç edenlerin sindirilmesi ve öfkeli kalabalıkların öfkesini yansıtmaları için kıpırdanmalarına şimdilik izin de yok belki de! Bu, oralarda on ve yüz yıllardır yaşayan insanlarımızın huzurlu yaşayacakları anlamına gelmiyor.
Çok varlıklı ailelerimiz 40 yıldır Kuzeyi terk ediyorlardı. Şimdi sıra ücretli, memur kesimlere geldi. İlk tayin fırsatında Kuzeyi terk edecek memur sayısını özellikle takip etmek gerekiyor. Tayin isteyen sayısı çok yüksek olursa kuzeyin orta sınıfı sayılan memurların gidişi geleceğimizi daha güvensiz ve belirsiz hale getirecektir. Bu insanlarımıza \'gitmeyin\' diyebilmek gerekiyor.
Yerel ihalelerden beslenen ve birikimi emaneten olanlardan bahsetmiyoruz. Onlar bizim orta ya da üst sınıfımız, hele hele burjuvazimiz olamayacaklar.
Diyarbakır’ın fabrikası inşaatlardır, diyor emlakçılar ve ekliyorlar; “Diyarbakır’da inşaat sektörü hemen hemen durma noktasında!” Konut fiyatlarında yerine göre şimdilik en az %10 ila 30 arasında bir düşüş olmasına rağmen alıcı yok. Alıcı bulan konutlar ise en fazla 200 bin liralık olanlar. Daha yüksek fiyatlı olanlar ise alıcı bulamıyor. İnsanlarımız ellerindeki nakit parayı ya koruyor ya da İstanbul ve Antalya’nın göze batmadan yaşayabilecekleri pahalı semtlerinde ev almaya çalışıyorlar.
Sur içinden çıkanlar Bağlar’da, Yenişehir ve Bağlar’dan çıkanlar ya da çıkmak isteyenler ise daha sakin olan Kayapınar’a yerleşmek istiyor ve şimdilerdeki konut satışları bu çok düşük gelirli kesimlerin bütçesine uygun alım satımlardan oluşuyor.
Evini satan da parasını alıp kuzeyi terk etmiyor. Bağlar’da yaşayan evini satıp Urfa yolunda, Urfa yolundaki evini satıp Gazilerde, Gazilerdeki evini satıp otogar ve Lunapark civarında ev almaya çalışıyor. Beladan mümkün olduğunca uzağa gitmeye çalışıyorlar ama bu, ülkeyi terk etme aşamasına gelmiyor.
Varlıklı ya da gelir düzeyi yüksek olanlar ise çatışmalara en uzak bölgelerden ev almaya çalışsa bile maliyetin tümünü bankalardan kredi olarak çekmenin yollarını arıyorlar. Bunun nedeni ise ellerindeki nakitle gerektiğinde bölgeyi terk edebilmek, terk ederken de bankaya borçlu olmak. Her hâlükârda karlı çıkmaya çalışıyorlar.
Lüks konutların fiyatlarının düşüşü, bu konutların satışını kolaylaştırmıyor. Nakdi olan kimi insanlarımız ise konuta yatırım yapmak yerine arsa almayı tercih ediyor çünkü konut tahrip olabilir ama arsaya bir şey olmaz.
Kuzeydeki belirsizlik büyük yatırım yapmak isteyen girişimcileri de Antalya gibi yerlerde inşaat başlatmaya ya da otel satın almaya itiyor.
200 bin liranın altındaki konutların taliplileri sadece esnaf ve özellikle memurluk yapan Diyarbakırlılar değil, aynı zamanda Cizre’den, Şırnak’tan gelenler de var. Konut almaya çalışanların üçüncü ve ilginç grubunu ise İstanbul, İzmir, Ankara, Mersin gibi yerlerde yaşayan insanlarımızın oluşturması. Bu kesim konut alırken “Yarın öbür gün başımıza bir felaket gelirse en azından buralarda bir evimiz olsun, akrabalarımıza yük olmayalım” gibi açıklamalara sahipler. Kısacası hendekler sadece bizi değil, yıllar önce Kuzeyi terk etmişleri de rahatsız ediyor.
Fiyat düşüşleri çoğu insanı da kelepir konut arayışına itiyor ve bu fırsatçılık çatışmalar ilerledikçe daha karlı olacak gibi görünüyor.
Bu gelişmeler şunu gösteriyor: İnsanlarımız ülkeyi terk etmeye direniyor ve terk etmiş olanlar da can güvenliklerinin sağlanacağı topraklarına geri dönmeye çalışıyorlar.
On yıllardır izlediğimiz bir olgu vardı. Çatışmalar şiddetlendiğinde insanlarımız can havliyle İstanbul, Mersin, Adana’ya giderlerdi. Bu son süreçte bu tekrarlanmadı. İnsanlarımız topraklarımızın daha güvenli olduğunu artık görüyorlar.
İnsanlarımızın göç etmeye direnmesinden, ne olursa hangi şartlarda olursa olsun topraklarımızda kalma kararlılığından kaynaklı olabilir. 90’larda insanlarımız kitlesel ve perişan halde sürgün edilirken, “Halkımız metropollere gidince görecekler asıl savaşı” derlerdi. Geçen bu kadar yıldan sonra Adana\'ya, Mersin\'e, İstanbul\'a, Manavgat\'a sürülen insanlarımızdan geriye ‘Kürdlüklerini yani topraklarını yitirmekten başka bir şeyleri kalmadığı’ ortaya çıktı. Onların nasıl mahvolduklarını, dağıldıklarını hepimiz çaresizce izledik.
Hendeklerin yol açtığı toplumsal yıkımımıza rağmen; sonuçlarını doğrudan yaşayan insanlarımız topraklarımızı hala terk etmediyse, bize düşen bu iradeyi sahiplenmek ve açıktan savunmak, bu iradeye destek vermek, güçlendirmek olmalı değil midir? Canlarını ve elindekinin tümünü yitirmiş insanlarımızın bu iradesi başına getirilenlere karşı bir yanıttır ve bu geleceğimize yön verebilecektir. Yeter ki, bu irade sahiplenilsin.
(*): Deng Dergisinin 101. sayısında (Mart 2016) yayınlanmıştır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.