Haksızlık! ‘Madımak: Carina’nın Günlüğü’ isimli kurmaca film yaptığı haksızlıklarla anılacak. Senarist/yönetmen Ulaş Bahadır’ın film boyunca yakılarak öldürülenlere, sağ kurtulabilmişlere, yakılanların ailelerine ve dostlarına, bize, olayların geçtiği mekanlara, tarihe, geleceğe karşı yaptığının adıdır haksızlık.
Filmi izlerken artan huzursuzluğumu tartışmak için Madımak katliamının her aşamasının tanıklarından Sevgi ve Reşit Sertaşar’ı filmi izlemeye davet ettim ve aynı günün son geç seansını birlikte izledik. Filmin ardından Sevgi’nin söylediği ilk cümle şu oldu: “Filmde problemler olduğunu ve bunu olayın baştan sona birebir tanığı olan bizlerle tartışmak gerektiğini düşünmüşsün ama yönetmen filmi çekmeden önce senin bu yaptığını bile denememiş.\"
Filmin bir sahnesinde merdivende Metin Altıok, Behçet Aysan ve Hasret Gültekin’i otururken görüyoruz. Gerçekte ise o merdivende Hasret Gültekin değil Uğur Kaynar yer alıyor. Madımak’ta yaşananı dünyaya anlatma derdiyle davrandığını öne süren yönetmen, bırakınız Uğur Kaynar’ın ailesini, Hasret Gültekin’in eşi Yeter Gültekin ve Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok’un bu sahne üzerine kendisine yönelttikleri ‘izleyicinin hafızasına yanlış bilgi yerleştirilecek’ endişesini umursamamış.
Film yaşananlara o derecede garip ki, yakılarak öldürülenlerin aileleri ve katliamdan sağ kurtulabilenler bir araya gelip filme karşı basın açıklaması yapmak zorunda kalmış. Kısacası, “Gözümü karartıp, hiçbir şeyden çekinmeden giriştim” diyen yönetmen bu filmle kendi algısına uygun bir iş ortaya çıkarmış. Elbette istediği gibi yapabilir, ama yaptığı bizi yaralamamalıdır.
Tarihsel bir olayı perdeye aktarmak elden geldiğince arşiv çalışmasını, gerekli kişilerle görüşmeyi, hakikate öncelik vermeyi ve tarafsızlığı gerektirir. Ulaş Bahadır’ın filmi katliamın dünyaya duyurulması ve bu katliamı yapanlara ayna olmayı amaçlasa da, gelinen nokta kendi içimizde rahatsızlık yaratabilmiş olmasıdır. Otobüs sahnesindeki dialoglardan bahsetmek bile gerekmiyor.
Aramızda yaşayan ve üstelik bizim gibi yaşayanların bizi anlatırken sergiledikleri keyfiliği, cımbızlamayı, tarafgirliği nasıl açıklamak gerekir? Olmuş bitmiş ve her ayrıntısıyla ortada olan olayları gerektiği kadar yansıtmamak nasıl bir psikoloji gerektirir? Halbuki bir meseleyi sağlamca tartışan Dennis Villeneue (İçimdeki Yangın), Steven Spielberg (Munich) ya da Radu Mihaileanu (Hayat Treni, Bir Şans Daha) ya da Fatih Akın (Kesik) gibi hepimizin bildiği yönetmenler de var. Bunların olanakları var deniyorsa Hany Abu-Assad’ın Ömer adlı filmine dikkat çekmek gerekir.
Spielberg Madımak’ın filmini sevgili Carina’nın günlükleri merkezinden çekseydi bu tartışmaların ne kadarı yaşanırdı? Yanıtını Yahudi olan Spielberg\'in Schindler\'in Listesi ya da aksi bir örnek olarak, Ermeni olmayan Fatih Akın\'ın Kesik filminde bulabilirsiniz. Belki şöyle de sorulabilir: Bizim yönetmenler Falaşaları anlatmaya kalkışsalar ortaya nasıl bir yapım çıkar?
Neden yönetmenlerimiz kendi tarihimiz olunca bu kadar rahat, eleştirilere, önerilere kapalılar? Ermenilerin, Süryanilerin, Nasturilerin, Keldanilerin, Ezidilerin, Arapların, Yahudilerin, Rumların, Pontuslu Rumların, Lazların, Çerkeslerin, Romanların geçmişindeki facialara da aynı vurdumduymazlıkla mı yaklaşacaklar? Bu topraklarda tutarlık, bilimsel metotlar, rasyonalite, eleştiri kendini güvenli kılamadıkça, ‘ben yaptım oldu’culara ve ‘bu iş, bu meselenin tartışılmasında ilk adımdır’cılara karşı böyle yazılar daha çokça yazılacaktır.
Film kadının örtünmesi, kadının yeri gibi konuları yanlış tartışıyor. İslamiyet’le karşılaştırarak Aleviliği övme çabalarına giriyor, ki bu da Alevilerle Müslümanları karşı karşıya getirmek demektir. Halbuki, Hıristiyanlar ya da biz Aleviler ‘ilerici’ değiliz, Müslümanlar da ‘gerici’ değildir. Herkes istediği gibi yaşama, inanma hakkına sahiptir; yeter ki kendi içindekine zorla kurallarını dayatmasın, yeter ki başkasının kültürünü küçümsemesin, yok saymasın ve kendi gibi yaşamayana kendini özendirmeye, benimsetmeye, dayatmaya çalışmasın.
Filmi \'Bir yönetmen iyi bir film eleştirmeni de olabilmeli midir?\' sorum ile tartıştığım Kenan Tekeş bana şu cümleyi iletti: “Andre Bazin’e göre, sinemada bütünüyle gerçeklik elde edilemez ve mutlaka kaçacak bir yer bulur… ona göre sinema sanatı yalan söyler ve bu özelliğinden dolayı kınanmamalıdır. Çünkü sanatı bu yalanda saklıdır. Kınanması gereken zamanla sinemacının kendisinin de nerede yalan, nerede gerçeği söylediğini bilememesidir. Bir zaman sonra yalanın dizginleri sinemacının elinden kaçar. Sinemacı bunun farkına varmazsa kendi gerçekliğini yitirmiş olur…”
Deneyimli yönetmenler için tartışılabilir olan bu cümlelerin yeni yönetmenleri kapsayacağını sanmıyoruz. Yeni kimi yönetmenlerin işe ilk başladıklarında aslında kendi gerçekliklerini kurgulayamadıklarını yüksek sesle duymaya dayanamadıklarını belki de bizim kabullenmemiz gerekir.
Yobazlığı, “görmediği, dokunmadığı, izlemediği, hakkında fikir sahibi olmadığı bir şeye anında karşı çıkar” şeklinde tanımlayan yönetmen, katliam öncesinde oteldekileri de çökmüş ruh halinde gösteriyor. Oysa ki, Madımak’ta katledilmeyi bekleyenlerin incecik de olsa ellerinde tuttukları sopa, Antranik Gırcikyan’ın “Sessiz ölüm ölümdür, sesli ölüm ölümsüzlüktür” sözü kadar muhteşemdir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.