Boston’a 30 Kasım günü ulaştık. Havaalanında bizi Nusret Öner, Şehymus Yüksekkaya, Kamuran Yakut karşıladılar.
Şeyhmus, Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde uzman psikiyatr olarak çalışıyor. Nusret Öner lokanta çalıştırıyor. Kamuran Yakut, inşaat işi yapıyor. Kamuran Yakut, üniversitede siyaset bilimleri tahsil eden oğlu Botan kadar genç… Arkadaşlar, bizi üç gün kalacağımız, daha önce kiraladıkları eve götürdü. Sertaç, burada da yeni bir araba kiraladı. Chicago’da kullandığımız arabayı orada bırakmıştı.
Evde biraz oturduktan sonra, yemek için dışarı çıktık. Arkadaşlar, Brezilya lokantasından, İtalyan lokantasından… söz ettiler. Her lokantanın yemeklerinin lezzetinin farklı olduğunu anlattılar. Benim, yemek konusundaki tutumum şudur: ‘Yaşamak için yemek lazımdır.’ İnsanın yaşaması için, nasıl hava alması, su içmesi gerekiyorsa yemek yemesi de gerekiyor.
Bir de ‘Yemek için yaşamak lazımdır’ şeklinde bir tutum var. Bu, dünyada çeşitli lezzetler vardır; insanın onları tatması için çok yaşaması ve çok seyahat etmesi gerekir, anlamına gelmektedir. Brezilya yemeklerinin lezzeti farklıdır, İtalya yemeklerinin lezzeti farklıdır, Uzakdoğu yemeklerinin lezzeti farklıdır vs. Bunları tatmak gerekir. Bunun için de çok yaşamak ve çok seyahat etmek gerekir. Arkadaşlar bana, ‘Yemek için yaşamak lazımdır’ muamelesi yapıyorlar. Boston’daki çeşitli lokantalara götürmek istiyorlar. Ben de kıramıyorum. Çeşitli lokantalara gidiyoruz. Öte yandan beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlar da yeni lezzetleri tatmayı arzu ediyorlar… Arkadaşlar, lokantada yemek seçmede bana yardımcı oluyorlar. Ama benim tutumum her zaman ‘yaşamak için yemek lazımdır’ şeklinde gerçekleşiyor.
1 Aralık günü, Şeyhmus, öğle yemeği için bizi evine davet etti. Şeyhmus’un eşi Amerikalı. Yemek çok kalabalıktı. Başka davetliler de vardı. Öğleden sonra Harry Sarkisian\'la buluştuk. Harry Sarkisian, bizim geleceğimizi haber almış, bizi bekliyordu. Harry Sarkisian\'la, dört yıl kadar önce, Prof. Dr. Baskın Oran hocamızın evinde tanışmıştım. Tehcir’de, ailesinden çok büyük kayıplar olmuş. Geriye kalanlar, 1920’lerde Kayseri’den ABD’ye göçmüşler. Boston’a yerleşmişler. Harry Sarkisian Boston’da doğmuş. 83 yaşında. Çok dinç… Günde on kilometre yürüyor.
Harry Sarkisian, bizi Boston’da, üniversite çevresinde dolaştırdı. Harvard Üniversitesi, Massachusetts Teknik Üniversitesi önemli üniversiteler olarak görünüyor. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi bahçesinde çok ulu ağaçlar var. Bahçede ve ağaçların üzerinde, çimenler üzerinde, sincaplar dolaşıyor. Sabah vakti, kaldığımız evin bahçesinde de tilki görmüştüm. Şişman bir tilki. Tilki, onu kovalayan başka bir hayvan veya insan olmadığı için şişmanlamış.
Harry Sarkisian, bizi bir mezarlığa da götürdü. Burada, Osmanlı döneminde, ABD’nin ilk Boston Konsolosunun mezarı da var. 1870’lerde görev yapan ilk konsolos Ermeniymiş…
Mezarlığın bulunduğu bu alanda, bir Ermeni kilisesi de vardı. Kilisede tamirat yapılmış, o gün yeniden açılıyordu. Daha sonra Boston’un iç kesimlerinde, mahallelerde uzun bir gezi yaptık. Harry, Boston’da yaşıyor ve orada emlak alımı-satımı işleri yapıyor. Bu bakımdan Boston’u çok iyi biliyor. Sokaklarda dolaşırken, sık sık ‘bu evde Ermeni bir aile oturuyor’, ‘Burada Arap bir aile var’ ‘Bu ev İtalyanların’ gibi açıklamalar yapıyor. Evler genellikle bahçeli ve iki katlı… Boston, bu kesimlerde, yatay olarak büyümüş. Gerek caddeler, gerek ara sokaklar, çok geniş, bakımlı ve temiz… Kendi ailesinin oturduğu, kardeşlerinin, kendisinin doğup büyüdüğü sokağı, evi de gösterdi. Boston’da nüfusun önemli bir kesimi Ermeni.
Sokakları dolaştıktan sonra, bir Ermeni müzesini de ziyaret ettik. Küçük bir müze. Henüz kuruluş halinde… Üçüncü, dördüncü katı henüz ziyaretçilere açık değil.
Ermeni müzesinin hemen yakınında bir market var. Türklerin çalıştırdığı bir market. Daha çok Türkiye’den giden ürünler satılıyor.
Massachusetts Teknik Üniversitesi
Boston’daki Konferans Massachusetts Teknik Üniversitesi’nde 2 Aralık tarihinde gerçekleşti. Konferansları Kurdish Policy Research Center’in (KPRS) düzenlediğini belirtmiştim. KPRS’nin direktörü Prof. Dr. Deniz Ekici. Sertaç Temel, Servet Tosun, Ömer Kaçmaz, Salih… bu kurumun üyeleri oluyor.
Konferanstan önce, 15 dakika kadar süren İsmail Beşikci Vakfı’nın kuruluşu Belgeseli gösterildi. Bu belgesel, Chicago’da, Northwestern Üniversitesi’nde, gerekli mekanizma kurulamadığı için gösterilememişti. Konferansı, Şeyhmus Yüksekkaya ve Türkiye’den bir avukat arkadaşımız çeviriyor. Çeviri çok başarılı. Konferansı, öğrencilerden, hocalardan, Kürdlerden, Ermenilerden, Türklerden, Amerikalılardan… oluşan büyükçe bir grup izledi. Konferansı, dostumuz Harry Sarkisian da izledi. Harry, başka bir Ermeni programına katılmak için, konferanstan sonra, soru-cevap bölümü başlayınca, salondan ayrılmak durumunda olduğunu da dile getirmişti. Massachusetts Teknik Üniversitesi’nde o gün, başka salonlarda, başka konferanslar, seminerler de vardı.
Konferans, Türk Milliyetçiliğinin Gelişimi ve Kürdler üzerineydi. Bu konu irdelenirken İttihat ve Terakki Fırkası’nın devlet ve toplum tasarımı üzerinde duruldu. İttihat ve Terakki Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar bir imparatorluk düşünüyordu. Bu imparatorluk, sadece Türklerin yaşayacağı bir imparatorluk olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu, Türk etnisi etrafında yeniden organize ediliyordu. Bu durumda, imparatorluk sınırları içinde yaşayan Rum, Pontus, Ermeni, Asuri-Süryani gibi Hristiyan halklara, Müslüman ama Türk olmayan Kürdlere, Ezidi Kürdlere, Rêya Heqîyê inançlı kitlelere nasıl bir politika uygulanacaktı.[1] Bu, İttihat ve Terakki’yi çok yakından ilgilendiren bir konuydu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinin hiç değişmeyen üç üyesinin, Bahattin Şakir’i, Dr. Nazım’ı ve Ziya Gökalp’i meşgul eden en önemli iş buydu. Vardıkları sonuç şudur: Ege\'deki, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz’deki Pontuslar sürgün edilecektir. Ermenilerin tehcir edileceği, Ermeni nüfusunun tamamen çürütüleceği, yok edileceği vurgulanmaktadır. Rumlardan, Pontuslardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallara da el konulacağı, bunların Müslüman Türk tüccarının denetimine verileceği, böylece Osmanlı ekonomisinin millileştirileceği söylenmektedir.
Pontusların, Rumların sürgünü 1912 Balkan Savaşı yenilgisi sonrasında hemen başladı. Rumlar ve Pontuslar, yenilginin nedeni olarak, dış düşmanlarla işbirliği yapan iç düşmanlar şeklinde değerlendirildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında, bir buçuk milyon civarında Ermeni, tehcirle, soykırımla yok edildi. Ermenilerden kalma taşınmaz mallara el konuldu.
Konferansta, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Rum malları, Pontus malları olduğu vurgulandı. Kürdistan’da bazı Kürd aşiretlerinin, şeyhlerinin, toprak sahiplerinin zenginliğinin kaynağının, yine, Ermeni malları, Asuri-Süryani malları olduğu belirtildi. Ve, bütün bunların, Osmanlı’ya ‘hasta adam’ denilen bir dönemde gerçeklemiş olması dikkate değer bir durumdur.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, İttihat ve Terakki döneminde başladı. Cumhuriyet döneminde daha kararlı ve sistematik olarak yürütüldü. 1916 büyük Kürd sürgününün temel amacı asimilasyonu gerçekleştirmekti.
Sürgünlerin asimilasyon için çok elverişli bir ortam yarattığı aşikardır. 1916’da, Rus işgali de gerekçe gösterilerek, Erzurum, Van, Muş, Bitlis yörelerinden 800 bin civarında Kürd’ün sürgün edildiği bilinmektedir. Soğuk, hastalık, açlık, susuzluk, bakımsızlık, ilgisizlik nedeniyle, bunların ancak 200 bin kadarı, Orta ve Batı Anadolu illerine varabilmiştir.
Rêya Heqîyê inançlıların, Müslümanlığa asimilasyonu ise, Sultan Abdülhamid döneminde başlamıştır. İttihat ve Terakki döneminde bu daha da yoğunlaşmış, bu süreç Cumhuriyet’de doruğa ulaşmıştır.
Devletin, Ermenilere ve Kürdlere karşı izlediği politika çok farklıdır. Ermenilere, tehcir adı altında soykırım yapılmıştır. Ermenilerin taşınmaz mallarına el konulmuştur. Tehcire, soykırıma rağmen, geriye kalan Ermeniler varsa, onların ülkeye dönüşlerine engel olmak için her türlü önlem alınmıştır. Anadolu’da, Ege, Çukurova, Antep, Urfa gibi alanlarda, 1918 sonlarından itibaren kurulmaya başlayan Kuvva-i Milliye oluşumlarının temel nedeni budur. Osmanlı Devletinin, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra, geri dönerek topraklarına, mülklerine sahip olma durumu. Bu durumun yaşanmasına engel olmak… Çünkü, bu mülkler zaten, Müslüman Türk eşraf ve Kürd unsurlar tarafından yağmalanmıştı. Kürdlere uygulanan politika, asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu… Bu süreçte de baskı, zulüm, hatta, soykırım, uygulamaları vardır[2] Ama geriye kalanların Türklüğe asimilasyonu için her türlü çaba gösterilmektedir. Kürdçe yasakları, bu politikanın çok önemli bir boyutudur. 1925’de, hazırlanan Şark Islahat Planı’ndan beri, devletin çeşitli unsurları tarafından hazırlanan gizli raporlarda, Kürdçe yasakları ısrarla önerilmektedir.
Konferanstan sonra, soru-cevap bölümü de büyük bir katılımla geçti.
3 Aralık sabahı, Nusret Öner’in lokantasına, sabah kahvaltısına gittik. Nusret, Öner, eşi, oğlu Welat, lokantayı birlikte çalıştırıyorlar. Biz orada otururken birkaç Amerikalı müşteri de geldi oturdu. Birkaç Amerikalı da lokantadan birşeyler satın alıp gittiler. Ailenin oturduğu ev de lokantaya çok yakın bir sokakta.
3 Aralık sabahı, Boston’dan, Rhode Island’a doğru yola çıktık. Rhode Island, New Jersey New York yolunda, New Jersey’e yakın bir yerde. Rhode Island bir ada. Burada, akşam bir sohbet toplantısı olacak.
Sohbet toplantısı, akşam bir kilisede, Armenian Church’da yapıldı. Toplantıya, Kürdler, Ermeniler, Amerikalılar… katıldı. Nusret Öner eşiyle katıldı. Mehmet Şirin katılımcılar arasındaydı. Kamuran Yakut, eşi ve çocukları katıldı.
Toplantıda, birçok konuda sohbet edildi. İttihat ve Terakki’nin ve sonrasında Cumhuriyet’in, Ermeni ve Kürd politikaları üzerine konuşuldu… Mehmet Şirin ve arkadaşları, Ekim 2014’de, Kobani olayları sırasında, Boston senatörleri ve Başkan Obama ile yaptıkları görüşmeyi anlattılar…
Ermeni Kilisesi’nde, sohbet sırasında, Ani Horanian isimli bir kadınla tanıştım. Ani Horanian’ı görünce, zihnimde bir anı canlandı. Bu anımı da daha sonra, Ani Horanian’a bir mektupla ifade ettim. Bu mektup ek olarak yazının sonunda yer almaktadır. 4 Aralık sabahı Rhode Island’dan arabayla, New York’a doğru hareket ettik. Boston’dan Rhode Island’a kadar arabayla gelmiştik. Arabayla devam ediyoruz. Bostan-New York arasındaki mesafe 350 km. kadar. Yolu rüzgar gibi geçmedik. Bazı yerlerde, dinlenme tesislerinde durarak dinlenerek, yavaş yavaş yol aldık… yol aldık…
Yol çok geniş, bakımlı, kaliteli. Yolun iki tarafında ormanlar var. Ana yoldan, yerleşim alanlarına yan yollar açılıyor. Yerleşim alanları ana yoldan epey içerlerde yer alıyor.
Bu yolda ilerlerken, yollarla ilgili bir anım kafamda canlandı. 2015\'de, soykırımın yüzüncü yılında Ermenistan’daydık. Erivan’dan, Kürdlerin yaşadığı Elegez taraflarına bir gezi yaptık. Yol 90 km. kadar. Yol tek şerit. Kötü bir yol. Bu yolda minibüsle ilerlerken, 1953-1955 İskilip-Çorum yolunu hatırladım. Ağaçtan telefon direklerinin bir kısmı kısa bir kısmı uzun bir kısmı kırık eğri bir kısmı da kırıktı. Telefon direklerinin biri sağa yatmış, bir başkası da sola yatmıştı. İskilip-Çorum yolu 1950’lerin ortalarında böyleydi. Ama günümüzde bu yol her şeyiyle çok düzgün… Erivan-Elegez yolu ise 2015’de böyleydi…
2015’de, Erivan-Tiflis yolculuğu da yaptık. Bu yol 400 km. kadar... Tek şeritli bir yol. Ama gelişi-gidişi olan bir yol. Bu yol da çok kötüydü. Yol bazı yerlerde iyice daralıyordu. Yolcular için mola alanları, dinlenme alanları vs. yoktu. Tuvalet ihtiyacını giderecek mekanlar bile yoktu…
Boston-New York yolu sonunda, öğleden sonra New Jersey’e vardık. New Jersey’de bir otele yerleştik. Sertaç burada yeni bir araba kiraladı…
EK
Merhaba Ani Horanian,
Selamlar, sevgiler…
5 Aralık 2018’de, Rhode İsland’daki Armenian Church’de sizi görünce bir anı zihnimde canlandı. Bu anıyı ifade etmek istiyorum.
Bu yıl Mayıs ayında Sason-Kozluk taraflarında bir inceleme gezisine katıldım. 19. yüzyıl’da bölgede Ermenilerin yaşadığını yakından biliyordum. Şehir yapılarında Ermeniler, kırsal kesimlerde Kürdler daha ağırlıktaydı. 1894-1895 Sason olaylarında Ermeniler de Kürdler de çok kayıp verdi. Ama Ermeniler çok daha büyük kaybetti. Çünkü, Ermeniler, evlerini, mallarını-mülklerini terk etmek ve sürgün yaşamak zorunda kaldılar… Örneğin bölgeden, İstanbul’a, ABD gibi ülkelere göç arttı. Sason olayları, denir. Aslında çatışmalar, Diyarbakır, Bitlis, Muş gibi çok geniş alanlarda bir iki yıl sürmüştü.
Bütün bunları bilerek, Sason’daki, Kozluk’daki arkadaşlara, bölgede, hâlâ Ermenilerin yaşayıp yaşamadıklarını sordum. Bu çatışmalardan sonra, kalanların Müslümanlaştıklarını, kendilerini ifade etmekten çekindiklerini söylediler… Bölgede, sadece iki Ermeni ailenin yaşadığını belirtiler. O aileleri ziyaret edebileceğimizi de söylediler… Bu ailelerden birinin genç bir oğlu varmış. Ona telefon ettiler. Randevu aldılar… Yedi kişi bu aileyi ziyaret ettik…
Aile Mereto Dağı (Çiyayê Mereto) eteklerinde bir alanda yaşıyor. Gerilla mücadelesi sırasında, Mereto Dağı’nın çok adı geçiyordu. 3000 metreyi aşan yükseklikleri var sanıyorum. Gideceğimiz ev de 1750-1800 metre yüksekliğinde bir alandaydı. Evlerin az olduğu, dağınık olduğu bir alan…
İki araba ile yola çıktık. Yol durmadan yükseliyordu. Yükseldikçe de kötüleşiyordu. Taş, toprak, su birikintileri, çukurlar olan bir yol… Arabamızın biri yolda kaldı. Daha ilerleyemedi. Benim içinde bulunduğum araba biraz daha ilerledi. Biraz daha yükseldiğimiz bir noktada, ailenin genç oğlu bizi karşıladı. Yürüyerek biraz daha yükseldik. Bir noktada kıvrılarak, arabadan indiğimiz yerin dikey olarak 300 metre kadar yukarısında yer alan bir eve vardık… Geçtiğimiz yerler, yol falan değil. Ağaçların, otların, çalıların arasında yürümeye çalışıyorsunuz. Dereciklerin, su birikintilerinin üzerinden atlayarak, ilerliyorsunuz…Yarı yolda, arabadan inmek zorunda kalan arkadaşlar yürüyerek bize ulaştılar…
Tek katlı küçük bir evdi. Evin, derme-çatma, bakımsız bir görünümü vardı. Evin etrafında çok ulu ceviz ağaçları, çınar ağaçları vardı. Elma ağaçları da görünüyordu. O bölgede ekilir bir toprak yok. Hayvancılık yapılıyor…
Ailenin, insanların, evin yoksul bir görünümü vardı. Hatta çok çok yoksul bir görünümü vardı… Eve varınca, yaşı 65 civarında olan bir erkek bizi karşıladı. Evin önünde küçük bir düzlük var. Oraya bir masa kurulmuş… Etrafında sandalyeler var. Ev sahibi bize yer gösterdi. Oturmamızı rica etti. Ev sahibiyle konuşurken, 85 yaş civarında olan bir kadın geldi. Ev sahibi bu kadını ‘anam’ diyerek takdim etti. Bu kadın bize selam vererek, 3-4 metre ilerimizde yer alan evin kapısının önündeki taş basamağın üzerine oturdu. Biraz sonra 55-60 yaş civarında olan bir kadın daha geldi. Ev sahibi bu kadını ‘eşim’ diye takdim etti. Bu kadın da bize selam verip kayınvalidesinin yanına oturdu.
Bu kadının, duruşu, yüzü, elbisesi hiç gözümün önünden gitmiyor. Mazlum bir duruş, mazlum bir yüz, mazlum bakışlar… Haksızlığa uğramış, çaresizlik içinde bir yaşam… Haksızlığın, çaresizliğin bilincinde olan bir yaşam… Haklarını bilen ama haksızlık ama haksızlıklar içinde bir yaşam…
Değerli Ani Horanian, Rhode İsland’da, Ermeni Kilisesi’nde sizi görünce bu kadını hatırladım. Sizin yüz ifadeniz, duruşunuz, konuşmanız bana bu kadını hatırlattı. Size Kilisede bu anımı anlatmak isterdim… Ama o akşam bu fırsatı bulamadım… Bu anıyı yazılı olarak ifade etmeyi uygun buldum. Bu yazıyı bu amaçla yazıyorum.. Umarım bu anlatılarımla sizi sıkmamışımdır…
Ben biraz teknoloji özürlüyüm… Sason\'daki arkadaşlarda bu gezi ile, bu aile ile bu kadınlarla ilgili pek çok fotoğraf var… Fotoğraflar söylemeye çalıştıklarımı daha güzel ifade ediyorlar…
Bu aile hakkında biraz daha bilgi vermek isterim… 8 kişilik bir aile. Ev sahibi, eşi, anası… Genç oğlu evli. Evde genç bir gelin var. Üç çocukları var…
Ailenin dünyadan kopuk bir yaşantısı var. Ama bu tercih edilmiş bir yaşam değil. Örneğin, New York’dan Washington’a gelirken, arkadaşlar bizi Hemişler’in (bir etnik grup) yaşadığı bölgeden geçirdiler… Hemişler’in yaşamı da dünyadan kopuk bir yaşam… Ama Hemişler böyle yaşamayı tercih ediyorlar. Bu aile böyle yaşamak zorunda bırakılmış. Baba Hrant Dink’i bilmiyordu. Suriye’de yaşayan akrabalarından söz ediyordu. Onlarla telefonla konuştuklarını söylüyordu. Baba Arapça ve Kürdçe konuşuyor. Çok az Türkçe konuşuyor. Genç oğlu Hrant Dink’in nasıl katledildiğini biliyordu…
Genç oğul çobanlık yapıyormuş. Ama Müslüman ailelerle anlaşmazlık yaşadığı için çobanlığı bırakmak zorunda kalmış. Yolun kıyısında arabadan indiğimiz yerde bir ev var. Müslüman bir aile yaşıyor… Bu ailenin evi, bu evin dikey olarak 300 metre kadar yukarısında. Genç oğula, neden bu evden kestirme olarak evlerine çıkmadığımızı, yükselerek ve kıvrılarak daha uzun bir mesafe katettiğimizi sordum… Müslüman aile ile anlaşmazlık içinde olduklarını, Müslüman ailenin onlara yol vermediğini, bu bakımdan şehirden dönüşlerinde burada arabadan indiklerini, evlerine varabilmek için dolaştıklarını söyledi.
Aile, un, çay, şeker, tuz gibi gıda maddelerini, gazyağını… şehirden alıyor. Bunları, köyler arasında çalışan minibüsle getiriyor. Minibüsten inince de sırtlarında evlerine kadar taşıyorlar…
Aile Ermeni, Hıristiyan… Ama Kilise, Manastır gibi kurumlardan çok uzak… Zaten bölgede, kiliseler, manastırlar vs. harabe halinde, yıkılmış, yakılmış… Dini, Hıristiyanlığı kendi evlerinde yaşıyorlar…
Ailenin birkaç koyunu, tavukları vs. var… Oturduğumuz yerin üç metre kadar aşağısında küçük bir toprak parçası var.. Orada biber, domates, maydanoz, soğan vs. yetiştiriyorlar… Bölgede su çok zengin…
10-12 yaşlarındaki iki çocuk okula gidiyor. Yürüyerek gidiyorlar. Okulları çok uzaktaymış… Çocuklar da bize selam verdiler…
Burada su çok bol… Biz eve vardığımızda gelin çamaşır yıkıyordu… Evde elektrik yok… Aydınlatma aracı olarak, gazyağı ile çalışan lambalar, mumlar kullanılıyor.
Gelin bizim için çay hazırladı. Bize çay, ev yapımı pasta ikram edildi…
Öbür Ermeni aileyi de ziyaret etmek istiyorduk, Bunun için biraz daha dağa tırmanmamız gerekiyordu. Epey uzaktalarmış. Hava kararmaya başlamıştı. Güvenlik sorununu da dikkate alarak o aileyi ziyaret edemedik… İki aile sık sık görüşüyormuş…
Değerli Ani Horanian, size bir anımı dile getirmeye çalıştım. Umarım sizi sıkmamışımdır. Sizlere selam ve sevgilerimi yolluyorum. Sağlık diliyorum, başarılar diliyorum…
İsmail Beşikci
Ankara, 14 Aralık 2018
[1] Günümüzde, Rêya Heqîyê inançlı kitlelere, genellikle Alevi deniliyor. Halbuki Alevi, Alevilik teriminin en fazla 140-150 yıllık bir tarihi var. Bu, Sultan Adülhamid’in Rêya HeqÎyê inançlıları zorla Müslümanlaştırmaya başladığı dönemdir. Alevi kavramı bu dönemde kullanılmaya başlanıyor. İttihat ve Terakki döneminde bu tutum pekiştiriliyor. Alevilik, Orta Asya kökenli, Türk inancı olarak anlaşılmaya, anlatılmaya başlanıyor.
Rêya Heqîyê inançlı insanlara Kızılbaş da deniyor. Halbuki Kızılbaşlık’ın 500-550 yıllık bir tarihi var. Rêya Heqîyê inançlı insanların bir bölümünün, kendilerini, Müslüman olarak anlattıkları da görülüyor. Halbuki İslam\'ın en fazla 1400 yıllık bir tarihi var. Oysa Rêya Heqîyê inancının en az 4500 yıllık bir tarihi var. Rêya Heqîyê Aryan inançlardandır. Mithra, Zervan Zerdüşt, Mani, Mazda, Yarasan (Ehl-i hak), Ezidî kökenlidir. Bu konular için bk. Ahmet Önal, Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam, nerinaazad, 16 Aralık 2017
Rêya Heqîyê bir doğa dinidir. İnsanı yaşamın merkezine koyan, suları, dağları
ağaçları, hayvanları, kısaca doğayı kutsal bilen bir dindir.
[2] Örneğin 1927 Guew’de (Bingöl), 1930 Zilan’da, 1935 Sason’da, 1937-1939 Dersim’de soykırım yapılmıştır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.