Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık vahyolunmuş dinlerdir. Bu dinlerle dile getirilen düşünceler Tanrı’nın sözüdür. Bunlar, doğruluğundan hiç kuşku duyulamaz, eleştirilemez düşüncelerdir. Burada, inanç, iman önemlidir. Bu görüşlere inanılır, güven duyulur. Gerekleri yerine getirilir.
Vahyolunmuş bu düşüncelerle ilgili olarak incelemeler yapmak ilim alanına girmektedir. Bu tür konularla ilgilenen kişilere âlim deniyor.
Musevilik, Peygamber Hz. Musa’ya vahyolunmuştur. Kutsal kitabı Tevrat’tır. Buna Eski Ahit denilmektedir. Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda inen On Emir’in bizzat Tanrı tarafından taşa kazındığına inanılır.
Hz. İsa, çarmıha gerilip katledildiğinde Peygamber değildir. Peygamberlik Hz. İsa’ya, daha sonraki yıllarda Oniki Havariler tarafından bahşedilmiştir.
Yeni Ahit İncil, Pavlus’un Yahudi olmayanlara yazdığı mektuplardan ve Oniki havarilerden Markos, Lukka, Matta ve Yuhanna tarafından sırasıyla, 70, 70-80, 80-90 yılları arasında ve 100’den sonraki yıllarda yazılan yedi elçi metin ile, yazarı belli olmayan ve Kıyamet Günü Vahyi olarak bilinen metinlerden oluşur.
İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran, 610-632 yılları arasında Peygamber Hz. Muhammed’e vahyolunmuştur. (bk. Kemal Gürüz, Medrese V. Üniversite, Geri Kalmanın ve İlerlemenin, Karşılaştırmalı Tarihçesi, İnkilâp Yayınevi, İstanbul 2020, s. 16,31)
Bilim çok faklı bir kavramdır. Bilim olgusaldır. Bilim, doğanın ve toplumun işleyişini, insanın davranışlarını olgulara dayanarak anlamaya, kavramaya çalışır. Olguları, olgular arasındaki ilişkileri, olgusal süreçleri anlamaya kavramaya çalışmak bilimin çok önemli bir boyutudur. Bu olgular, olgusal süreçler, her zaman, izlenebilir, gözlenebilir, sayılabilir. Tanrı sözünü ise, izlemek, gözlemek, saymak mümkün değildir. Çünkü bu sözler olgusal değildir. Fizik, Kimya, Biyoloji, Zooloji, Tıp, Ziraat, Mühendislik gibi Doğa Bilimleri de, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Siyaset Bilimler, Ekonomi gibi Sosyal Bilimler de olgusaldır. Olgulara dayanmayan, olgular tarafından test edilemeyen, yanlışlanamayan hiçbir önerme bilimsel bir önerme değildir. Bilimsel araştırma yürütenlere bilim insanı deniyor.
Bilimde eleştiri çok önemlidir. Herhangi bir yazının, incelemenin kamuoyuna açıklanması, paylaşılması bunların eleştiriye açık olması anlamına gelmektedir. Kamuoyuna açıklanmayan, sadece araştırma yapan kişinin zihninde saklı düşünceler bilimsel düşünceler değildir.
Bilim, dünyayı, toplumu, insanı kavramanın, anlatmanın, en sağlıklı yöntemidir. Dinler de doğayı, toplumu, insan anlamaya kavramaya anlatmaya çalışırlar. Ama ikisi arasında çok büyük fark vardır. Dinler, Tanrı’nın sözüdürler. Bu sözler hiç eleştirilemez, bu sözlerin doğruluğundan kuşku duyulamaz. Dinlerde Tanrı’nın sözüne iman etmek, güvenmek, dinin gereklerini yapmak esastır. Bilimde ise eleştiri, çok önemlidir. Özgür eleştiri bilimsel sürecin çok önemli bir boyutudur. Dinlerde akıl ön planda değildir. Eleştiri yasak olduğundan zihinsel muhakeme yoktur. Tanrı sözüne güvenmek iman etmek, gereklerinin yapmak esastır. Bilimdeyse akıl şüphesiz ön plandadır. Hipotez geliştirilirken, hipotezler test edilirken, herhangi bir önermeyi eleştirirken akıl ön plandadır.
İlmin tedris edildiği, öğretildiği yer medreselerdir. Bilimlerin incelendiği, üretildiği yer ise üniversitelerdir. Medreselerde yapılan eğitim skolastik eğitimdir. Bu eğitimde, nedensellik üzerinde konuşmak, düşünmek yasaktır. Üniversitelerdeki eğitimin esas amacıysa nedensellik ilkesi üzerinde durmaktır. Üniversitelerde sorgulayıcı, ucu açık bir eğitim vardır. Bunun dışında yeni bilgiler üretmek, araştırma yapmak çok önemli bir amaçtır.
Medrese, İslam aleminin yüksek eğitim kurumudur. Üniversite ise, Katolik Hristiyan dünyasının yüksek eğitim kurumudur. Üniversite başlangıçta Katolik Kilisesi’ne bağlı olarak kuruldu. Ama üniversite zamanlar Katolik Kilisesi’yle bağını kopardı, bağımsızlaştı. Napoli Üniversitesi, 1224’de Katolik Kilisesi’nden bağımsız olarak İmpartor II. Frederick tarafından kuruldu. ( y.a.g.e .s. 124)
Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün, yukarıda sözü edilen Medrese V. Üniversite çalışmasında bu konularla ilgili çok önemli, çok değerli bilgiler vardır.
Medrese ile üniversite aşağı-yukarı aynı zaman diliminde kurulmuştur. Medresenin, Orta Asya, Maraünnehir taraflarında, onuncu yüzyıla kurulduğu söylense de İlk teşkilatlı Medrese, 1067’de Bağdat’da kurulan Nizamiye Medresesi’dir. İlk üniversite ise 1088’de İtalya’da, Bologna’da kurulmuştur. Bologna Üniversitesi 1988’de bininci kuruluş yılını kutlamıştır.
Medreseleri özel kişiler de kurabilir. Ama 1067’de Bağdat’da kurulan Nizamiye Medresesi devlet kurumudur.
Üniversite, tüzel kişiliği olan, ortak çıkarları savunan, bağımsız bir kurum şeklinde tarif edilir. Evrensellik ve çeşitlilik günümüz üniversitesini çok önemli bir özelliğidir.
1088’de kurulan Bologna Üniversitesi’nden sonra, Paris Üniversitesi 1160’da kurulmuştur. Onu 1167’de kurulan Oxford Üniversitesi izlemiştir. 1209’da Cambridge, 1224’de Padua (İtalya), 1235’de Orleans (Fransa), 1239’da Montpellier Üniversitesi (Fransa) kurulmuştur.
Oxford Üniversitesi, Fransa Kralı II Henry’nin, İngiliz öğrencilerin Paris’e gelip eğitim görmelerini yasakladıktan sonra kurulmuştur (y.a.g.e. s. 117)
Bologna, Paris, Oxford, Cambridge, Padua, Orleans, Montpellier, Batı’da kurulan ilk yedi üniversitedir. Clark Kerr (1911-2003) yüksek öğretim kurumlarıyla ve Bilim Tarihi’yle ilgili olarak yaptığı araştırmalarla tanınır. Üniversiteler konusunda şöyle söylüyor: Batı’da 1520 yılına kadar kurulan 70 üniversite, kuruldukları tarihteki şekil ve işlevleriyle varlıklarını sürdürmektedir. Bu 70 üniversitenin tarihsel çizgileri hiç kırılmamıştır.
Batı’da kurulan ilk yedi üniversiteden sonra yaşama geçen üniversitelerden bazıları şunlardır: İberik Yarımadası’nda, Palancia (1208), Salamanka (1218) Lizbon, 1290), Prag (1347), Krakov (1364), (Viyana (1365), Heidelberg (1385), Köln (1388), Glaskov (1451) Basel (1459) Kopenhag (1475), Uppsala (1477), Frankfurt (1489), Edinburg (1532)
Batı’da, 1378’de 28, 1400’de 31, 1500’de 63, 1520’de, 70 üniversite vardır. (a.g.e. s. 123)
***
Hristiyanlık sadece uhrevi bir dindir. İslamiyet ise hem uhrevi hem de dünyevi bir dindir. Hz. Muhammed bir İslam devleti kurmuştur. Kutsal Kitap Kuran’da, devlet-toplum ilişkileriyle, fert-devlet ilişkileriyle, günlük hayatla ilgili hükümler vardır.
14. ve 15. Yüzyıllarda, Avrupa’da Humanizma gelişti. Aslında, Humanizma, Rönesans, Reform birlikte gelişti. Bunu 1350-1550 yılları olarak belirlemek mümkündür. Humanizma, aklı ön plana alan, dil, tarih, doğa bilimleri konusunda atılım yapan bir anlayıştır. Birinci Bilimsel Devrim, arkasından Aydınlanma böyle bir süreç içinde gelişmiştir. Humanizmanın sanatlarla ilgili yönü Rönesansı, dinle ilgili yönü Reform hareketlerini yaratmıştır. Batı’da 1516 yılında, Papa ile, Fransa Kralı I. François arasında yapılan anlaşma sonucunda, uhrevi konular dünyevi konulardan tamamen ayrıldı.
Petrarch (1304-1374) Boccacio (1313-1375), Nicolaus Copernicus (1473-1574), Miguel Servetus (1511-1553), Tycho Brahe (1546-1601), Giordano Bruno (1548-1600), Galileo Galilei (1564-1642), Johannes Kepler (1571-1630) İsaac Newton 1643-1727)… hem Humanizma’nın, hem Rönesansın, hem Birinci Bilimsel Devrim’in, hem Aydınlanmanın öncüleridir.
Humanizma ile birlikte, Eski Yunan’ın ve Roma’nın felsefi birikimi bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Doğa bilimleri üniversitenin müfredatında önemli bir yer almaya başladı. Nedensellik ilkesinin konuşulması, yaşama geçmesi önemli oldu. Bilimsel araştırmalarda, ne, niçin, nasıl, neden, nerede, gibi sorular elbette çok önemlidir.
Eski Yunan’ın ve Roma’nın felsefi birikimi deyince, akla, Sokrat M.Ö. ( 469-399), Eflatun (M.Ö. 428-348), Aristo (M.Ö. 384-322), Çiçero (M.Ö. 106-45) gelmektedir.
Eski Yunan’ın ve Roma’nın felsefi birikimi söz konusu olunca antik çağlarda yaşayan Homeros, İlyada, Odysseia şüphesiz çok önemlidir. Tales (M.Ö. 624-526), Pisagor (M.Ö. 570-495), Oklid (M.Ö. 330-275), Arşimed (M.Ö. 287-212) Bilim Tarihi’nde çok önemli bilim insanlarıdır. Heredot (M.Ö.484-425) önemlidir. Atina ve Isparta arasında gerçekleşen 30 yıl Savaşları döneminde yaşayan Thukididis (M.Ö. 434-404) önemlidir. Polibios (M.Ö. 264-146), Titus Livius (M.Ö. 59- M.S. 17), Tacitus (M.S. 50-120) önemlidir. Üç büyük tragedya yazarı Eshilos (d. M.Ö. 525), Sofokles (M.Ö. 495-406), Euripides (M.Ö. 480-406) çok önemlidir.
Sağlıkla ilgili olarak Hipokrat ( d. M.Ö 470), Galen (M.S. 129-216), Gökyüzü incelemeleri ile ilgili olarak Batlamyus (M.S. 100-170) önemlidir.
***
Batı’da üniversite, hem Kilise’ye karşı bağımsızlık mücadelesi vererek, hem de kendini yenileyerek gelişmiştir. Bu yenilenme Pierre Abelard (1079-1142) ile başladı, Thomas Aquinas (1227-1274) ile sürdü, Albertus Magnus (1193-1280) ve Brabandlı Sieger (1240-1284) ile tırmandı. ( a.g.e. s. 284)
Batı’da üniversitenin Kiliseyle mücadelesi çok sancılı geçmiştir. Örneğin İspanyol rahip Miguel Servetus, Baba-oğul-Ruhülkudüs hakkında laf etiği için ve kan dolaşımıyla ilgili araştırmalar yapıp bir kitap yazdığı için, Cenevre’de, Calvin tarafından (1509-1564) diri diri yakılmıştır. Hatta çabuk ölmesin, çok acı çeksin diye kazığa bağlanıp yakma sürecinde yeşil yapraklı dallar kullanılmıştır.
Gökyüzü ile ilgili görüşlerinden dolayı Giardano Bruno’nun da 1600 yılında yakılarak katledildiği biliniyor. Aynı nedenden dolayı Galileo’nun da 1634 yılında Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılandığı bir gerçektir. Bu yargılama sürecinde, Galileo, düşüncelerinin inkar etmesine, Kilisenin düşüncelerini doğrulamasına rağmen ölünceye kadar ev hapsinden kurtulamamıştır.
Burada genç asistanı ile Galileo arasındaki ilişki dikkate değer bir ilişkidir. Genç asistan, Galileo’nun uzun yıllar yaşamasını, daha pek çok araştırmalar yapmasını arzu etmektedir. Aynı zamanda, Kilise karşısında düşüncelerini savunmasını da istemektedir. Bu konu genç asistanı ile Galileo arasında konuşulmuş değildir. Genç asistanın böyle bir beklentisi vardır. Genç asistanın bu isteklerinde trajik bir durum söz konusudur. Çünkü, Galileo’nun, Kilise karşısında düşüncelerini savunduğu zaman, Miguel Servetus gibi, Giardano Bruno gibi daha pek çokları gibi, ‘cadı’ denen kadınlar gibi yakılarak katledilmesi muhtemeldir. Ama, hala yaşıyorsa, bu, düşüncelerini Engizisyon Mahkemesi’nde inkar ettiği anlamına gelir.
Duruşmada Galileo’nun düşüncelerinin inkar etmesi, genç asistanın büyük bir hayal kırıklığı yaşamasına neden olur. Genç asistan ’bir toplum ki karamanları yoktur, zayıf bir toplumdur’ der. Galileo Galilei’de bu söz karşılığında, ‘çok basit gerçekleri ifade etmek için bile kahramanlara ihtiyaç duyan bir toplum zayıf bir toplumdur’ diye karşılık verir. Bilim Tarihi, her iki sözün de değerli olduğunu kaydeder. Bütün bunlara rağmen Galileo Galilei, şüphesiz, Bilim Tarihi’nde çok değerli bir bilim insanı olarak anılmaktadır.
Kilise’den bağımsızlaşmanın ne kadar sancılı geçtiğini anlamak için Miguel Servetus’un zindandaki son günleri üzerinde kısaca durmakta yarar var. İspanyol rahip Miguel Servetus ile Cenevreli teolog Jean Calvin çağdaştırlar. Calvin, zindana attığı Miguel Servetus’u ziyaret eder. Servetus, iki elinden ve iki ayağında çivilenerek duvara asılmıştır. Günlerce aç- susuz bırakılmıştır. Yerin altındaki zindan çok karanlık ve soğuktur. Servetus çıplaktır. Sık sık zindanın çeşitli taraflarından şiddetli gürültüler işitilmektedir. Yaralarından dolayı, Servetus yoğun acılar içinde kıvranmaktadır.
Teolog Jean Calvin, Miguel Servetus’un yanına kadar giderek, görüşlerini ve yazdığı kitabı reddederse, Kutsal Kilise’nin düşüncelerini onaylarsa, serbest bırakılacağını, yaralarının tedavi edileceğini söyler. Miguel Servetus hiçbir söz söylemez, acı acı gülümser. Calvin, bu gülümsemeyi, kendisine hakaret olarak algılar. Zindanı hızla terkederek, yanındaki görevlilere, infazın kısa zamanda gerçekleştirilmesini emreder. Teolog Jean Calvin, Miguel Servetus’un yakılmasını, dikkatli bir şekilde, baştan sona kadar izler.
Batı’da Kilise, 1014’de Katolik Kilisesi-Ortodoks Kilisesi diye ikiye bölünür. 1517’de Martin Lutherle, (1483-1546) Protestanlık başlar. Katolik Kilisesi- Protestan Kilisesi şeklinde yeni bir bölünme ortaya çıkar. Jean Calvin, Cenevre’de Protestanlık taraftarıdır.
***
18. yüzyıl sonunda, Avrupa’da sanayi devrimi başladı. Bu, yaklaşık olarak 1760-1830 yıllarını kapsamaktadır. Politeknik Okulu’nda Matematik öğretmenini olan Auguste Comte (1794-1858) sanayi toplumunun sorunlarını incelerken, ‘Sosyoloji’ terimini ilk kullanan kişi oldu. Auguste Comte bir mühendisti.
Wilhelm Von Humboldla (1767-1835) birlikte, Alman Üniversitelerinde eğitimle birlikte, araştırma da üniversitenin öneli bir faaliyeti oldu Fransa’da, Emile Durkheim (1858-1917) Sosyal Bilim kavramını ilk kullanan sosyolog oldu ve Bordeau Üniversitesi’nde Sosyal Bilim okutmaya başladı.
Nedensellik ilkesini çözmüş üniversite, Batı’da her türlü gelişmenin, ilerlemenin merkezi olmuştur. İslam alemindeyse, nedensellik ilkesinin konuşulmasını, yazılmasını yasaklayan Medrese, her türlü yeniliğin karşısında durmuş, her türlü tutuculuğun merkezi olmuştur.
İmmanuel Kant
Kemal Gürüz hocanın Medrese V. Üniversite, Geri Kalmanın ve İlerlemenin Karşılaştırmalı Tarihçesi, kitabında, İmmanuel Kant’ın (1724-1804) bilim yöntemiyle ve ifade özgürlüğüyle ilgili bir açıklamasına rastladım. Prof. Dr. Kemal Gürüz, Wilhelm Von Humbold’un akademik özgürlükle ilgili görüşünü belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “… Üniversite özerkliğinin ayrılmaz bir parçası, ve eski tabirle mütemmim cüzü olan akademik hürriyet kavramına, İmmanuel Kant’ın çizdiği şu çerçeveyi de eklemeyi gerekli görüyorum: ‘Kamusal alanda görev yapan üniversitede görevli bir profesör, öğrencilerine ders verirken, devletin çıkardığı kanun ve yönetmeliklere mutlaka uymak zorundadır. Buna karşılık özel alanda yer alan dergiler, kitaplar ve konferanslardan herkes istediği gibi yararlanabilir, bu vasıtalarla kendi inanç ve görüşlerini yayabilir ve yeni bilgiler edinebilir.’ Burada geçen, ‘devletin çıkardığı kanun ve yönetmelikler’ ibaresinin sınırlarının ne olduğu, bunların ne ölçüde bağlayıcı olduğu günümüzde de her zaman tartışma konusudur.” (s. 231)
Dikkat edelim, İmmanuel Kant, herhangi bir profesörün, üniversitede öğrencilere ders verirken başka, kitap ve dergilerdeki yazılarında başka türlü hareket etmesini önermektedir. Bunun birbirleriyle çelişen bir ifade olduğu açıktır. İmmanuel Kant, Johann Wolfgan von Goethe (1749-1832), Friedrich Schiller (1759-1805), Georg Friedrich Hegel (1770-1831)… gibi düşünürlerle birlikte Aydınlanma’nın önde gelen bir filozofuydu. Bilim yöntemiyle ve ifade özgürlüğüyle ilgili olarak böyle çelişki içinde olması çok şaşırtıcıdır.
Önemli olan, akademik özgürlük değil, ifade özgürlüğüdür. Eğer bir devletin siyasal sisteminde ifade özgürlüğü kısıtlıysa, akademik özgürlüğün hiçbir değeri yoktur. İstediğiniz kadar profesör olun, istediğiniz kadar unvanınızı, makamınızı büyütmeye çalışın, Kürdler, Ermeniler, Aleviler gibi temel konularda resmi ideolojinin belirlediği görüşlere aykırı bir görüş ileri sürüyorsanız, kendinizi karakolda, Cumhuriyet Savcısı’nın karşısında bulabilirsiniz. Akademisyenler bu yaptırımlarla karşılaşmamak için otosansür yapmaktadır. Otosansür ise, zihni kötürümleştiren, körelten, dumura uğratan çok yıkıcı bir süreçtir.
Öte yandan akademik özgürlük, insan haklarına aykırı bir kavramdır. Çünkü, insan hakları, ırk, dil, din, cinsiyet farkı gözetmeden bütün insanlar içindir. Akademik özgürlük ise sadece üniversite öğretim üyeleri içindir. Fiili olarak yaşam bulmadığı da açıktır. Akademik özgürlük konusunda İmmanuel Kant’a başvuran Kemal Gürüz hocanın da bu konuda ikircikli olduğu anlaşılmaktadır.
Medreselerde Eğitim
Medreselerde doğa bilimleri yasaktır. Nedensellik ilkesi üzerinde durmak, konuşmak yasaktır. Başta Aristo olmak üzere, Eski Yunan ve Roma’nın felsefi birikimi tamamen yasaktır. Dört işlem, aritmetik bile, ancak yirminci yüzyılın başlarında programa alınabilmiştir. Medrese eğitiminin içeriğinde, Kuran, Hadis, Tefsir (metinleri açıklama), Fıkıf (İslam Hukuku) Tecvid (Kuran okuma), Sarf, Nahiv (Arapça dil bilgisi) vardır. Bunlara İslami İlimler deniyor.
İslam Rönesansı şeklinde adlandırılan bir dönemden söz etmek mümkündür. Bu El Kindi (801-873), El Razi (865-915), Farabi (870-950), İbni Sina (980-1037), İbni Rüşd (1126-1198) gibi düşünürlerle anılan bir dönemdir.
Bu dönemde Farabi, Aristo’nun altı ciltlik Organon kitabını Arapça’ya çevirmiş, açıklamalarla ve eklerle 8 cilt olarak yeniden yayımlamıştır. Bu dönemde, Süryani düşünürler, Eski Yunan ve Roma’nın felsefi birikimini Arapça’ya çevirmiştir. Bu eserler, Arapça’dan da Latince’ye ve Batı dillerine çevrilmiştir. Batı’nın, Eski Yunan ve Roma’nın felsefi birikimine bu yolla ulaştığı vurgulanmaktadır.
Bu dönem, 12. Yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür. Ondan sonra İslam alemi koyu bir taassuba sürüklenmiştir. Ebu Hasan Eşari (873-937), Gazali (1058-1111), İbni Teymiyye (1263-1328) cihatçılık, Selefilik taraftarları, İslam aleminin zihninin kapanmasında, köreltilmesinde, dumura uğratılmasında çok büyük rol oynamışlardır. Özellikle Gazali’nin bu yöndeki rolü çok büyüktür. Bunun için Gazali, ‘Karanlık Dahi’ olarak da anılmaktadır.
Bilim Tarihi konularında önemli çalışmaları olan Eduard Sachau, şöyle demektedir: Eğer Eşari, Gazali olmasaydı, Araplar, (Müslümanlar), arasından da, Galile, Kepler, Newton düzeyinde, bilim insanları çıkabilirdi. (a.g.e. s. 70) Bu ifadeye, Eşari ve Gazali’nin yanına cihatçı Selefi, İbni Teymiyye’yi de eklemek gerekir.
Kürd medreselerinde bazı hocalar, Kürd sorununa yakın durmaktadır. Bu medresenin genel programıyla ilgili değildir. Hocanın kendi inisiyatifiyle ilgilidir. Örneğin, 1960’larda, 1970’lerde, Cizre’de Şeyh Seyda Kürd sorununa çok uzak hatta karşı bir hocaydı. Kozluk’da Mele Abdullah Timoqî ise, (1904-1992) Kürd sorununa çok yakın bir hocaydı. Yetiştirdiği meleler de Kürd sorununa çok yakın durdular.
***
Medrese medeni dünyada silinmiştir. Sadece, Pakistan, Hindistan, Bengladeş gibi ülkelerde varlığını sürdürebilmektedir. Oralarda da üniversiteler üzerinde baskı kurmaya gayret etmektedir. Hindistan’da 172 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu Hindistan nüfusunun % 14’ nü oluşturmaktadır. Müslüman nüfusa bütün eyaletlerde rastlamak mümkündür. En çok Jammu Keşmir, Kerala, Batı Bengal, Assam eyaletlerinde görülmektedir.
Pakistan’ın nüfusu 225 milyondur. Nüfusun % 97’si Müslümandır. Bengladeş’in 170 milyon olan nüfusunun % 86’sı Müslümandır.
***
1950’lerde Türkiye’de üç üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi. 1950’lerin ortalarında, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin, Ege Üniversitesi’nin, Atatürk Üniversitesi’nin, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kuruluş çalışmaları başladı.
Bugün Türkiye’de 131’i devlet üniversitesi, 78’i vakıf üniversitesi olmak üzere 209 üniversite vardır. Her ilde en az bir üniversite vardır. Bu şüphesiz, üretilen bilimin, eğitimin ve araştırmanın kalitesini düşürmüştür. Fakat, Batı üniversitelerinin gelişmesiyle ilgili olarak değerli bir çalışma ortaya koyan Prof. Dr. Kemal Gürüz’in, Türkiye’deki üniversite çoğalmasına, ilişkin bir değerlendirmesi yoktur.
1950’lerde, herhangi bir branşda, Türkiye’nin genelinde, ancak 2-3 profesör sayılabilirdi. Şimdi yüzlercesi var. Evet, onlarca, değil yüzlerce … Akademik yükselmenin en önemli kriteri iktidara yakınlık olmuştur. Hiçbir şey yazmazsanız, araştırma yapmazsanız, hatta, derslere bile girmezseniz de olur. Bilimin, kalitesini düşmesinin önemli bir göstergesi budur kanısındayım. Akademik unvanların son 20 yılda hızla yükseldiği, çoğaldığı, bilim kalitesinin bu nedenlerle düştüğü, akademik unvanların değersizleştiği yakından biliniyor. Ama, Prof. Dr. Kemal Gürüz, Medrese V. Üniversite kitabında bu çok önemli gelişmeyi i değerlendirmemiş.
Bütün bunlara rağmen, üniversitede Bilim Yöntemi çerçevesinde hareket eden akademisyenler de şüphesiz vardı.
Miguel de Unamuno
İspanya’da, Salamanka Üniversitesi’nde düzenlenen bir toplantı. Cristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 439. Yıldönümü kutlanmaktadır. Toplantı’ya Krallık taraftarı, Francisco Franco’ya (1892-1975) çok yakın olan general Millar Astray ve askerleri de katılmaktadır. General, alkışlar eşliğinde ateşli bir konuşma yapar. Konuşmasını ‘Yaşasın ölüm!’ diye bitirir. Daha sonra, kürsüye, Rektör, Prof. Dr. Miguel Unamuo (1864-1936) gelir. Rektör Miguel Unamuno, konuşmasında, general Millar Astray’ı eleştirir. Rektör Unamuno konuşurken general, bu sefer, ‘Entellektüellere ölüm!’ diye haykırır. Salon alkışlarla yıkılır. Rektör Miguel Unamuno sakin bir şekilde konuşmasını sürdürür. General Astray’a hitaben, ‘Sen kazanacaksın, çünkü yeteri kadar kaba kuvvete sahipsin. Ama hiç kimseyi ikna edemeyeceksin’ der. General Astray’ın askerleri, silahlarını Rektör Prof. Dr. Miguel Unamuno’ya doğru doğrultur. General Astray çılgınca alkışlar arasında solunu terkeder. Miguel Unamuno Rektörlükten alınır. Ölünceye kadar ev hapsinde tutulur.
İspanya, iç savaşa doğru yürümektedir. İspanya İç Savaşı 1936-1939 yılları arasında gerçekleşir. Cumhuriyetçilerle Krallık taraftarları çatışmaktadır. Uluslararası Tugaylar Cumhuriyetçilerle birlikte savaşır. Adolf Hitler (1889-1945), ve Benito Mussolini (1883-1945) Krallık taraftarlarını destekler, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa Cumhuriyetçileri destekler, ama destekler çok yetersiz kalır. İngiliz yazar, 1984 ve Hayvan Çiftliği romanlarının yazarı George Orwel’in, bu şavaşta Uluslararası Tugaylar içinde asker olduğu bilinmektedir. George Orwel aynı zamanda gazetecidir. İspanya İç Savaşı’nı Francisco Franco taraftarları kazanır. Francisco Franco 36 yıl, ölünceye kadar İspanya’yı diktatörlük yaparak yönetir.
Prof. Dr. Kemal Gürüz, ‘bugün, Türkiye’de, binlerce profesörden kaçı, Miguel Unamuno’yu bilir?’ diyerek kitabını sonlandırmaktadır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.