Üniversitenin temel işlevi bilgi üretmektir. Araştırma, inceleme yapmak, gerçeği arayıp bulmak, bilimsel bilgi üretmek, üniversitenin temel işlevidir. Öğrencileri topluma hazırlamak, eğitim-öğretim, üniversitenin ikinci derecedeki işlevidir.
Araştırma inceleme yapma, bilgi üretme, düşüncenin özgürce geliştiği bir ortamda gerçekleşebilir. Bunun temel koşulu ise anayasada ifade özgürlüğünün koşulsuz bir şekilde yer almasıdır. Bunun saptanması yeterli değildir, Üniversitenin ve bilimsel bilgi üretme amacıyla kurulan öteki kurumların ifade özgürlüğünü hiçbir zaman savunmadıklarını vurgulamak gerekir. Türkiye’de üniversitenin temel sorunu budur. Türk üniversitesi bilgi üreten öteki kurumlar, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (kuruluşu: 1963), Türkiye Bilimler Akademisi (kuruluşu: 1993) veya Bilim Akademisi (kuruluşu: 2011) ifade özgürlünü kusursuz bir şekilde hiçbir zaman savunmamışlardır.
Türk üniversitesi araştırma inceleme yapmada, gerçeği arayıp bulmada ciddi bir engelle karşılaşmadığını düşünmektedir. Akademik özgürlük, akademik özerklik, bilim özgürlüğü, üniversite muhtariyeti, üniversite özerkliği, demokratik üniversite gibi kurumların bu özgürlüğü sağladığını düşünmektedir. Halbuki ifade özgürlü koşulsuz bir şekilde yoksa, özgür eleştiri kurumlaşmamışsa akademik özgürlük, bilim özgürlüğü, üniversite özerkliği gibi kurumların hiçbir değeri yoktur. Bu koşullarda siyasal iktidar, hükümet, üniversiteyi, üniversite yöneticilerini, öğretim üyelerini çok kolay bir şekilde denetim altına alabilmektedir, yönlendirebilmektedir. Bu bakımdan, koşulsuz ifade özgürlüğünün olmadığı bir durumda akademik özgürlük, akademik özerklik, bilim özgürlüğü gibi söylemler yanıltıcıdır, aldatıcıdır. Koşulsuz ifade özgürlüğünü savunmak önemlidir.
Buna rağmen üniversitenin ifade özgürlüğü diye bir sorunu yoktur. Üniversite, araştırma inceleme yapan bilgi üreten öteki kurumlar, ifade özgürlüğünün insan hakları kurumlarının, insan hakları savunucularının uğraştığı işler olduğunu düşünmektedir. Hatta, üniversite sık sık, ifade özgürlüğünü baskılayan devlet politikalarına, uygulamalara, destek de vermişlerdir.
Profesör Doktor Raşit Tükel, Evrensel gazetesinden Fatih Polat’a verdiği bir röportajda akademik özerkliği üniversitenin kendi öz yönetimi olarak ifade etmektedir. Üniversitenin kendi kendini yönetimi, yönetimde kendinden güç alması… Prof. Tükel, bilimsel özgürlüğü ise “akademisyenlerin bilgiyi üretme, aktarma ve yayma açısından tamamen özgür olmasıdır” şeklinde tanımlamaktadır (Evrensel, 15 Nisan 2015). İstanbul Üniversitesi’nin Seçilmiş ama Atanmamış Rektörü başlıklı röportajın alt başlığı: “Rektörlük Seçimlerinde Yaşananlar Ülkemizin Demokrasiyle İmtihanıdır” şeklindedir.
Burada akademik özerklikten, bilimsel özgürlükten söz edilmektedir. Eğer anayasada ifade özgürlüğü koşulsuz bir şekilde yer almıyorsa bu kurumların hiçbir değeri yoktur. Türkiye’de üniversitenin temel sorunu budur. Bununla ilgili olarak Prof. Tükel Evrensel gazetesinde, 16 Nisan’da devam eden röportajında “bilimsel özgürlüğü de ifade özgürlüğünden ayrı düşünemeyiz” demektedir.
Eğer bir siyasal sistemde ifade özgürlüğü koşulsuz bir şekilde yer alıyorsa orada rektörün nasıl seçileceği önemli bir konu değildir. İfade özgürlüğünün koşullu bir şekilde yer aldığı bir siyasal sistemde, rektörü doğrudan doğruya öğretim üyeleri seçmiş olsa akademik özgürlüğün, akademik özerkliğinin, bilim özgürlüğünün yaşama geçtiği söylenebilir mi? Örneğin 1946 tarihli ve 4936 sayılı Üniversite Kanunu… Bu kanunun yürürlükte olduğu 1946-1960, 1960-1963 dönemini düşünelim. Bu dönemde rektör, üniversite öğretim üyeleri tarafından seçiliyordu. O zaman Türkiye’de üniversite vardı, özerkti, özgürlük vardı vs. denebilir mi?
1973 tarihinde, 1750 Sayılı Üniversiteler Kanunu’nda da durum böyledir. 1973-1981 arasında durum böyleydi. Rektörü üniversite öğretim üyeleri seçiyordu. 6 Kasım 1981’e, 2547 sayılı yasaya kadar durum böyle devam etti. 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu (YÖK), rektörün seçiminde yeni bir usul ortaya koydu. Üniversite öğretim üyeleri altı aday belirliyor ve bu listeyi YÖK’e gönderiyor. YÖK alt adayı üçe indirip listeyi Cumhurbaşkanı’na gönderiyor. Cumhurbaşkanı üç adaydan birini seçiyor. Gerek YÖK gerekse Cumhurbaşkanı tercih yaparken puanlara dikkat etmeyebiliyor. Seçimde az puan almış bir kişiyi çok puan almış bir kişiye tercih edebiliyor. YÖK’ün bilimsel bir kurul olmadığını, politik bir kurul olduğunu vurgulamak gerekir. YÖK, üniversitelerle ilgili olarak, devlet tarafından, hükümet tarafından verilen direktifleri üniversitelere ulaştıran bir kuruldur.
1946 tarihli ve 4936 sayılı yasanın uygulandığı dönemde, daha sonra 1973 tarihli ve 1750 sayılı yasanın uygulandığı dönemde üniversite vardı, akademik özgürlük vardı, bilim özgürlüğü vardı denebilir mi? Denemez. Zaten üniversite olsaydı YÖK olmazdı.
Bu dönemin önemli bir özelliği üniversite profesörlerinin herhangi bir kitapla, yazıyla ilgili davalarda, düşün davalarında, mahkemelerin istemi üzerine “bilirkişi raporları” hazırlamalarıdır. Düşüncede suç arayan bir zihniyet, kitapları, yazıları “içinde suç var mı yok mu” diye okuyan bir zihniyet, bilim zihniyeti olamaz. Düşüncede suç arayan zihniyetten bilim çıkmaz. Bu memur zihniyetidir. Siyasal iktidarın istemlerine, gereklerine göre, yani resmi ideolojinin gereklerine göre hareket etmektir.
Resmi ideoloji
Resmi ideoloji, Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideoloji anayasada, yasalarda, yönetmeliklerde vs. geçen bir terim değildir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde içeriği etraflı bir şekilde anlatılır. Devletin bu görüşünü, yani resmi ideolojiyi eleştirenlerin, benimsemeyenlerin devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşacağı vurgulanır. Böylece, devletin görüşleri doğrultusunda düşünmeyi ve davranış göstermeyi haklı çıkarmak, düşünce ve davranışları etkilemek için inanç, tutum ve düşünceler geliştiriliyor.
Demokratik toplumlarda resmi ideoloji olmaz. Bütün toplumlarda olduğu gibi demokratik toplumlarda da ideoloji olabilir ama resmi ideolojiye sahip olmak antidemokratik toplumların bir özelliğidir.
Resmi ideoloji sadece siyaseti değil düşün hayatını, bilimi ve sanatı da kontrol etmekte, yönlendirmektedir. Türkiye’de üniversiteyi yönlendiren de bilim yöntemi anlayışı değil resmi ideolojidir.
Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi sosyal bilimler okutulan tüm üniversitelerde Sosyal Bilimler Metodolojisi, Bilim Yöntemi, Bilim Felsefesi gibi dersler okutulur. Bilimin olgusal olduğu söylenir. Olgulara sadakat göstermenin gereği üzerinde durulur. Olgusal olmayan hiçbir söz, iddia, varsayım veya teori bilimsel değildir, denir. Olgular tarafından doğrulanmayan hiçbir önermenin kabul edilemeyeceği vurgulanır. Metodoloji derslerinde, Hukuk Sosyolojisi derslerinde olgu böyle anlatılır. Bilimin olgusal olduğu, olgulara sadakat göstermek gereği her zaman vurgulanır.
Bütün bunlara rağmen Kürd/Kürdistan olgusu neden bu kadar kolay bir şekilde ve hızlı bir biçimde inkar edilebilmiştir, yok sayılabilmiştir, görmezlikten, bilmezlikten gelinebilmiştir? Kürd olgusunu inkar eden, yok sayabilen üniversite, bilime değil resmi ideolojiye hizmet etmiştir. Olgunun yerine “ben vatanımı çok seviyorum”, “ben devletimi, milletimi çok seviyorum” gibi ahlaki bir önermeyi koyarsanız burada bilim zihniyeti oluşmaz. Böyle bir zihniyetin geliştiği yerde bilim ortamı oluşmaz.
Osmanlı İmparatorluğu döneminden Cumhuriyet’e geçişte, Rum malları, Ermeni malları, Pontus Rumlarının malları çok önemli konulardır. Türk üniversitesi bu konulara değinebilmiş midir, bu konuları gündeme getirebilmiş midir? Örneğin İzmir İktisat Kongresi, İtibar-ı Milli Bankası bu açıdan irdelenebilmiş midir?
Üniversitenin temel sorunu ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğü elbette tüm toplum içindir. Anayasada elbette koşulsuz bir şekilde yer almalıdır. Türk üniversitesi bu yönden, kurumsal olarak resmi ideolojiye çok bağlıdır. Hatta resmi ideolojiye bağlı olan kurumların başında yer aldığı söylenebilir. Üniversite kurumsal olarak böyledir. Üniversitede resmi ideolojiyi eleştiren hocalar az da olsa şüphesiz vardır. Burada, fizikteki birleşik kaplar teorisine de dikkat çekmek gerekir. Herhangi bir anayasada ifade özgürlüğü koşulsuz bir şekilde yer alıyorsa orada çok büyük demokratik ilerleme sağlanmış demektir. Örneğin basın hürriyeti tam anlamıyla yaşama geçmiş demektir. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü gibi ilkeler siyasal sistemin önemli bir unsurudur. Kamu yönetiminde merkezi yönetim yerel yönetim ilişkileri yerel yönetimler lehine gelişmiştir. Siyasal partiler, sendikalar sivil toplumun önemli, vazgeçilmez unsurları olmuşlardır. Böyle bir demokratik gelişme sürecinde ifade özgürlüğü de anayasada koşulsuz bir şekilde yer alır. Ama üniversitenin, üniversite öğretim üyelerinin, üniversite mensuplarının her koşul altında, her yerde ve her zaman ifade özgürlüğünü savunmaları gerekir.
Bilimde kalitenin gelişmesi, ifade özgürlüğünün yaşam bulmasıyla yakından ilgilidir. İfade özgürlüğü geliştikçe, yaygınlaştıkça bilimsel bilgi üretiminde kalite de artar ama üniversitedeki bugünkü sistem, araştırma görevlisi, doçent, profesör şeklindeki hiyerarşi bilimde kaliteyi sağlamaz. Bu sadece genç öğretim elemanlarının resmi ideolojiye ne kadar bağlı olduklarını test eder.
Son iki üç ay içinde bilim ve üniversitelerle ilgili iki kitap yayımlandı. Bilim ve Toplum Evrensel Kültür Kitaplığı tarafından yayımlanmış. Cem Terzi tarafından hazırlanan kitapta Hayat TV’de gerçekleşen “Bilim ve Toplum” programlarında üniversite hocaları ve düşün adamlarıyla yapılan söyleşiler yer alıyor (Nisan 2015).
Kitapta Aydın Çubukçu’nun “Özgürlük İçin Bilim, Bilim İçin Özgürlük” başlıklı sunuş yazısı var. Bu yazıda söz ve ifade özgürlüğüne vurgu yapılıyor. Ama kitapta yer alan söyleşilerde ifade özgürlüğüne vurgu yok. Şüphesiz bu bir eksiklik.
İkinci kitap Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler başlığını taşıyor. Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabı Serdar M. Değirmencioğlu ve Kemal İnal hazırlamış. Kitapta birçok üniversite hocasının, düşün adamının konuya ilişkin yazıları, görüşleri yer alıyor (Mart 2015).
Bu yazılarda da ifade özgürlüğüne vurgu yok. İfade özgürlüğünün kurumlaştığı, özgür eleştirinin sistematik bir şekilde yaşama geçtiği bir toplumda üniversitelerin kimin tarafından kurulduğu ciddi bir sorun değildir kanısındayım. İfade özgürlüğünün koşullu bir şekilde yer aldığı bir siyasal sistemde bütün üniversiteleri devlet kursa bilimsel gelişme sağlanmış olur mu? Örneğin 1960’ların sonlarına kadar hep devlet üniversitesi vardı. O zaman üniversite, üniversite miydi?
Yukarıda, ‘üniversite olsaydı YÖK olmazdı’ dedik. Bu düşünce şu şekilde genişletilebilir. Türkiye’de gerçek bir üniversite olsaydı, askeri darbeler de olmazdı. Çünkü, askeri darbelerin gerek hazırlanış döneminde, gerek askeri darbelerin gerçekleştiği anlarda, gereksi darbe sonrasında, darbelere en çok destek veren kurumsal olarak üniversitedir. Öğretim üyesi pek çok profesör askeri darbelere bulaşmıştır.
Bugün Basra Körfezi’nden Fas’a kadar bütün Arap devletlerinde, İran, Türkiye gibi Ortadoğu devletlerinde, Kazakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Afganistan gibi Asya devletlerinde yüzlerce üniversite var. Buralarda yüzlerce üniversitenin olması, bilimin üretildiği anlamına gelmemektedir. Bütün bu devletlerin her birinin resmi ideolojisi vardır. Üniversiteler resmi ideolojiye uygun bilgiler üretirler. Bu, sosyal bilimler bakımından açıkça böyledir. İfade özgürlüğünü savunmak bu bakımdan çok önemlidir.
İfade özgürlüğü bakımından Türkiye elbette İran, Irak, Afganistan, Suudi Arabistan değildir. Zaten Avrupa Birliği’ne aday olan Türkiye’yi bu devletlerle karşılaştırmak doğru değildir. Avrupa Birliği ülkeleriyle karşılaştırdığımız zaman ise Türkiye’nin ifade özgürlüğü bakımından çok gerilerde olduğu hemen görülmektedir.
Mezopotamya Vakfı-Mezopotamya Üniversitesi’ne Doğru
Mezopotamya Vakfı, Diyarbakır’da bir üniversite kurmaya çalışıyor.
İyi doktor, iyi mühendis, iyi ziraatçı, iyi veteriner yetiştirmek şüphesiz çok önemlidir. Ama Mezopotamya Vakfı’nın kuracağı üniversiteye temel niteliğini veren sosyal bilimler fakülteleri olacaktır. Çünkü devletin İttihat ve Terakki’den beri, yüz yıla yakın bir zamandır inkar ettiği, asimilasyonla ve zor gücüyle yok etmeye çalıştığı alan bu alandır. Bu bakımdan Kürd diliyle, Kürd tarihiyle, Kürd-Kürdistan toplum yapısıyla ilgili araştırmalar çok önemlidir. Bu araştırmalar, bilinçli bir şekilde karanlıkta bırakılan bu alanı aydınlatacaktır.
Türkiye’de, başka üniversiteler, iyi mühendisi, iyi doktoru vs. nasıl yetiştiriyorlarsa, Mezopotamya Vakfı’nın kuracağı üniversitede de, iyi mühendis, iyi doktor vs. öyle yetiştirilecektir. Ama, tarih, sosyoloji, siyaset bilimler, antropoloji gibi sosyal bilimlerin, Kürdolojinin, hukuk gibi normatif bilimlerin, psikoloji gibi beşeri bilimlerin çok farklı bir özelliği vardır.
Bilime kimin ihtiyacı varsa bilimi o üretir. Kürdlerin bilime, bilimsel bilgiye ihtiyaçları çok büyüktür. Bilimi bu alanlarda Kürdler üretecektir.
İfade özgürlüğünü savunmak herkes için görevdir ama ifade özgürlüğünü en başta Mezopotamya Vakfı savunmalıdır. İfade özgürlüğüne en çok Kürdlerin ihtiyacı vardır. Şu da önemlidir. Kürd diliyle, Kürdistan’la ilgili araştırmalar sırf Kürdlerle ilgili araştırmalar olarak ele alınamaz. Kürdler Ortadoğu’nun ortasında Ermenilerle, Süryanilerle, Êzidî Kürdlerle birlikte yaşadılar. Araştırmalar, Ermenileri, Süryanileri, Êzidî Kürdleri de kapsamak zorundadır.
Ortadoğu’nun ortasında Kürdlerle, Ermenilerle, Süryanilerle, Êzidî Kürdlerle, Musevilerle, Gürcülerle ilgili araştırmalar, bu halkların birbirleriyle ilişkilerini dile getiren araştırmalar, Türk, Arap, Fars resmi ideolojilerini de eleştirmek durumunda olacaktır. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.