Hrant Dink’ten çok önemli ve değerli kurumlar kaldı. Bu kurumlar yaşıyor, yaşatılıyor. 5 Nisan 1996 tarihinde kurulan Agos Gazetesi yayınını sürdürüyor. 13 Ocak 2017’de, 1076. sayısı yayımlandı. Yine 1990’larda kurulan, Aras Yayıncılık, yayına devam ediyor. Kamp Armen’e kararlı bir şekilde sahip çıkılıyor.
Hrant Dink Vakfı, katliamdan hemen sonra kuruldu. Hrant Dink Vakfı çerçevesinde, konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenleniyor. Bu konferanslarda, panellerde, sempozyumlarda, Ermeni sorunu, Rum, Pontus, Süryani, Kürd, Ezidi Kürd, Alevi… Sorunlarıyla birlikte ele alınıyor. Hrant Dink Vakfı bünyesinde, Ermeni dili ve kültürüyle ilgili programlar da yürütülüyor. Hrant Dink Vakfı Yayınları da var. Kitaplar yayımlanıyor. Ermenistan Seyahat Bursu da Hrant Dink Vakfı çerçevesinde veriliyor.
2009’dan beri, Uluslar arası Hrant Dink Ödülleri veriliyor. Jüri heyetinde yerli ve yabancı, değerli aydınlar, yazarlar yer alıyor. 15 Eylül 2017’de dokuzuncusu verilecek… Bunların dışında, Hrant Dink, her yıl, 19 Ocak’ta, İstanbul’da, Ankara’da İzmir’de, birçok şehirde, kararlı bir şekilde anılıyor.
Bütün bu faaliyetlerin çok önemli bir sonucu oldu. 1980’den sonra doğan Ermeniler, Ermeni çocuklar artık, geçmişi konuşmaya başladılar.
Aras Yayıncılık, günümüze kadar, Ermenilerle ilgili birçok kitap yayımladı. Belge Yayınları’na, Peri Yayınları’na, Ütopya Yayınları’na, Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları’na, İletişim Yayınları’na Avesta Yayınları’na, İBV Yayınları’na, Everest Yayınları’na, İmge Yayınları’na dikkat çekmek gerekir. Şüphesiz, bu konularla ilgili kitaplar yayımlayan başka yayınevleri de var.
23-25 Eylül 2005’de, İstanbul’da, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen, İmparatorluğun Çöküş Döneminde, Osmanlı Ermenileri, Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, konulu sempozyumu unutmamak gerekir. Bu sempozyuma sunulan bildiriler, Mart 2011’de, Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında kitap olarak çıktı. (XXXIV artı 614 s.) Bu sempozyumda 50 kadar bildiri tartışılmıştı. Bu sempozyumun hazırlanması ve gerçekleşmesi de başlı başına incelenmesi gereken bir süreçtir. Bu sempozyum hazırlıklarına Bilgi Üniversitesi’yle birlikte, Boğaziçi Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi de katılmıştı. Sempozyumun hükümet tarafından yasaklanması, idare mahkemesin den bu yasağı kaldıran karar alınması vs. ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi gereken bir süreçtir.
Bilgi Üniversitesi’nin, Taner Akçam ve Vahakn N.Dadrian tarafından hazırlanan, Tehcir ve Taktil, Divan-ı Harbi-i Örfi 1919-1920, Zabıtları ve İttihat ve Terakki’nin Yargılanması, 2009, kitabı da dikkate değer. (732 s.)
Bu arada, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin düzenlediği iki sempozyuma da değinmek gerekir. 24-25 Kasım 2010 Günlerinde düzenlenen Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme Sempozyumu, Bu sempozyuma yerli-yabancı 30 kadar bildiri sunulmuştu. Sempozyuma sunulan bildiriler, Nisan 2013 de Ütopya Yayınevi tarafından kitap olarak yayımlanmıştı Editörler Sait Çetinoğlu ve Mahmut Konuk, 448 s.
İkinci sempozyum, Hrant Dink’in Katline 2015 Prespektifinden Bakmak başlığını taşıyordu. ‘Yuvarlak masa Toplantı Tebliğleri’ 18 Ocak 2014 de sunulmuştu. Ankara Düşünceye özgürlük Girişimi, bu sempozyumu, Batı Ermenileri Ulusal Kongresi’yle birlikte düzenlemişti. Bu toplantıya da 26 bildiri sunulmuştu. Bu sempozyumun bildirileri de Nisan 2014’de, Ütopya Yayınevi tarafından kitaplaştırıldı. Editörler, Ramazan Gezgin, Serdar Koçman, Mahmut Konuk, 311 s
***
Bu yazıda, Rumları, Pontusları, Ermenileri, Kürdleri, Süryanileri, Ezidi Kürdleri, Alevileri vs. birlikte ele almaya, bu halkların, Osmanlı yönetimiyle, İttihat ve Terakki İle, giderek Türklerle ilişkilerini değerlendirmeye çalışacağım.
Bu ilişkileri belirleyen, yönlendiren üç önemli olgu vardır. Bu olgulardan biri, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı’dır. İkincisi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda gündeme gelen Ermeni Islahat Programı’dır. Bu ıslahat programı çerçevesinde yürütülen çalışmalardır. Üçüncüsü 1891 yılında kurulan Hamidiye, Hafif Süvari Alayları’dır. Bunların ayrı ayrı değil birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bu olguların, olgusal ilişkilerin, birbirlerini etkilemesi, birbirlerinden etkilenmesi sürecinde değerlendirilmesi gerekir. Bütünü kavrama açısından böylesi bir analiz çok daha yararlıdır.
1.Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı
1839 Tanzimat Fermamı ve 1856 Islahat Fermanı, Hristiyanları Müslümanlarla eşit hale getiriyordu. Hristiyanlar ve Müslümanlar, din, dil, ırk farkı gözetilmeden kanun önünde, devlet kurumları önünde eşit olacaklardı. Osmanlı yönetimi bu reformları Batı’nın isteği hatta dayatması üzerine yerine getiriyordu. Batı’ya göre o dönmede, gayrımüslümler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryanilerdi. 1839’un, kapitülasyonların da yaşama geçirildiği bir tarih olması dikkate değer. Ama Müslümanlar, gerek Türk olsun, gerek Kürd olsun, bu eşitlik anlayışını sindiremediler. Hristiyanlara karşı hegemonyacı tutumlarının sürdürdüler. 1839 Tanzimat fermanı böyle bir eşitlik anlayışını dile getiriyordu. 1856 Islahat Fermanı bu anlayışı biraz daha güçlendirirci bir metindir.
Bu eşitlik anlayışına karşı Müslümanları tepkisi gittikçe yaygınlaşıyordu, güçleniyordu. Devlet kurumları, devlet yöneticileri, Tanzimat Fermanı’nın, Islahat Fermanı’nın getirdiği ilkelere rağmen, Müslümanların gittikçe artan bu tepkisini dikkate alıyordu. Bu reformları savsaklayarak Müslümanları sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu tepkilerin daha da büyümesini engellemek için, fermanları, fermanlarda dile getirilen ilkeleri görmezlikten geliyordu.
Osmanlı sisteminde Müslümanlar Millet-i Hakime, Gayrımüslimler, Hristiyanlar, Millet-i Mahkume olarak adlandırılıyordu. Millet-i Hakime’den olanlar, Millet-i Mahkume’nin kendileriyle eşitliğini kabul etmek istemiyorlardı. Prof. Dr. Baskın Oran’ın, ‘1839’dan 1915’e Yuvarlanan Süreç’ yazısı dikkate değer bir analizdir. Yukarıda sözü edilen, ‘Öncesi ve Sonrası ile 1915, İnkar ve Yüzleşme’ kitabı içinde (s. 36-39)
Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği dönem, Kürd mirliklerinin de yıkıldığı, Kürdistan’nın, merkezi yönetime entegre edilmeye başlandığı bir dönemdi. Mirlikler döneminde, mirlerin Kürd toplumu üzerinde otorite kurduğu dönemlerde, Ermeniler daha rahattı. Hem devlete hem de mirlere vergi ödemelerine rağmen daha rahattı. Ticaret, zanaat Ermenilerin elindeydi. Ermeniler, mirlere de vergi ödeyerek ticaret ve zanaatı rahat bir şekilde yürütüyorlardı. Tarımsal faaliyeti de geniş ölçüde Ermeniler yürütüyordu. Kürdler daha çok hayvancılıkla meşguldü. Mirlikler yıkılınca, mirler sürgüne gönderilince, toplumda bir kaos başladı. Mirlerin otoritesini devralacak yeni kurumlar oluşamadı. Şurada-burada yeni yeni ağalar çıktı. Bu, Kürdistan’da şeyhlerin yükseldiği bir dönemdir. Bu süreçte Ermenilere karşı saldırılar arttı. Ermeni ürünlerin gasp etme, Ermeni topraklarına el koyma olayları çoğaldı. Bu genel olarak Ermenilerin yoksullaşmasını getirdi. Ama, bu genel olarak Kürdlerin zenginleşmesini sağlayan bir süreç değildi.
2.1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı
Bu savaşta, Osmanlı Devleti, Rusya karşısında, hem Kafkas cephesinde, hem de Balkan cephesinde büyük yenilgi aldı. Bu yenilgiden sonra, Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında, Ayestefanos Anlaşması yapıldı. Bu anlaşmanın 16. Maddesinde, Osmanlı Devleti’nin Ermeni halkını, Kürd çetelerinin ve Çerkez çetelerinin saldırılarına karşı koruması isteniyordu. Bu anlaşmanın garantörü Çarlık Rusyası’ydı. Çarlık Rusyası’nın Osmanlı işlerine bu kadar etkili bir şekilde karışması, Büyük Britanya’yı ve Fransa’ydı çok rahatsız etti. Rusya, Osmanlı Devletini ‘Hasta Adam’ olarak nitelendiriyordu. Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın araya girip, denge sağlamaya çalışması ise, ‘Hasta Adam’ın ömrünü uzatmak, ölümü geciktirmek anlamına geliyordu.
Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın araya girmesiyle, yeni bir anlaşma yapıldı. Berlin Anlaşması. Ama, Berlin Anlaşması’nın 61. Maddesi de Ayestefanos Anlaşması’ndaki 16. Maddeyi tekrar ediyordu. Osmanlı Devleti’nin Ermenileri, Kürd ve Çerkes saldırılarına karşı koruması isteniyordu. Ayrıca, bir ıslahat programı öneriyordu. Çarlık Rusya’sı ile birlikte Büyük Britanya ve Fransa da bu anlaşmanın garantörü oluyordu.
Rusya, Büyük Britanya ve Fransa, Ermeniler için bir ıslahat programı hazırladılar. Batı tarafında hazırlanana bu programda, altı il, Ermeni illeri olarak gösteriliyordu. Bunlar, Sivas, Erzurum, Harput (Ma’muret-ül Aziz), Diyarbakır, Bitlis ve Van’dı. O zaman bu iller eyalet olarak anılıyordu. Örneğin Bitlis eyaleti, Muş ve Siirt sancaklarını da içeriyordu. Hakkari, Van eyaleti içindeydi. Doğubeyazıt ve Erzincan Erzurum eyaleti sınırları içinde yer alıyordu. Samsun, Sivas eyaleti, bugünkü Antep Harput eyaleti içindeydi. Ermeni nüfusun çok olduğu bildirilen bu altı il, Harput eyaleti üzerinden Klikya (Çukurova) ile birleşiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki eyaletlerinden biri de Musul’du. Musul, ise, bugünkü Hewler, Duhok, Süleymaniye, Kerkük illerini, Halepçe, Şengal. Xanekin bölgelerini kapsıyordu. O zaman, Irak’ Bağdat, Basra, Musul olmak üzere üç eyaletden meydana geliyordu.
Bu altı ile Vilayat-ı Sitte deniyor. Baskın Hoca, yukarıda belirtilen yazısında, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin İngilizce ve Fransızca metinlerinde, bu altı ilin Ermeni illeri olarak gösterildiğine işaret ediyor. (s. 38)
Bu ıslahat programı kısa zamanda basına da yansıdı. Kürdler, Kürdlerin de yaşadıkları bu altı ilin, Ermeni illeri olarak gösterilmesine çok büyük tepki gösterdiler. Batı devletleri ve Rusya tarafından hazırlanan bu Ermeni İslahat programı Kürdlerle Ermeniler arasında kırılmalara neden oldu. Bu süreçde, Kürdlerin, Ermeni köylerine saldırılarında, Ermenilerin ürünlerinin, hayvanlarının, gasbedilmesinde artışlar kaydedildi. Bu saldırılara karşı Ermenilerin şikayetleri de artıyordu. Bu şikayetler, İstanbul’da Ermeni Kilisesi tarafından Osmanlı yönetimine ulaştırılıyordu. Aynı zamanda, Batı basınına, Batı hükümetlerine de ulaştırılıyordu.
Osmanlı yönetiminin Ermeni Islahat Programı karşısındaki tutumu çok nettir. Bu programı uygulamamak… Büyük Britanya, Fransa, Rusya gibi devletlerle, Osmanlı devlet ve hükümet yöneticileri arasında bu konuda çok sık görüşmeler oluyordu. Bu görüşmelerde Batı devletlerinin temsilcileri, Osmanlı yönetimine, bu programın uygulanması için baskı yapıyorlardı. Osmanlı yöneticileri bazen, ‘uygulayacağız’ diyorlardı fakat, uygulamak için hiçbir girişimde bulunmuyorlardı.
Osmanlı devlet ve hükümet yöneticilerinin Ermeni sorununun, Çarlık Rusyası tarafından kışkırtıldığına dair bir inancı vardı. Bu inanç, bu görüş, bu programın tartışılması ve Osmanlı’ya dayatılması sürecinde güç kazanmaya başladı. Bu dönemde, Ermenistan’ın ve Ermenilerin, Osmanlı Ermenistan’ı, Rus Ermenistan’ı şeklinde bölünmesi kanımca, Ermeni sorununun, Ermeni soykırımının temelinde yatan önemli bir olgudur. Bu konudaki olgusal ilişkilerin çok zengin olgular ışığında ele alınması gerekir.
17.yüzyılda, 1639’a kadar, Ermenistan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer almaktadır.1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla Kürdistan gibi Ermenistan’da bölündü, paylaşıldı. Ermenistan’ın doğusu, İran’ın denetimine girdi. 1812-1813 Rus-İran savaşları sonunda, Baku, Karabağ, Şirvan, Azerbaycan’ın kuzeyi Rusya’nın denetimi altına girdi. 1828 Rus-İran savaşları sonunda gerçekleşen Türkmençay Anlaşmasıyla, İran kesimindeki Ermenistan’la birlikte büyük bir Kürd nüfus Rus İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdi. Bu Rus İmparatorluğu’nun Kafkasya’da genişlemeye başladığı bir dönemdir. Bundan sonra, Rus Ermenistan’ı-Osmanlı Ermenistan’ı şeklinde değerlendirmeler gündeme gelmiştir. 1923-1929 arasında, Ermenistan’la Karabağ arasında kurulan Kızıl Kürdistan, Kafkaslardaki Kürdistan’ın bir kesimidir.
Bu arada, Ermeni gençleri, Paris, Londra, Cenova, Cenevre, Moskova gibi çeşitli alanlarda, tahsil görüyorlardı. Bunlar tahsilden sonra, Ermenistan’a dönmekte, milli bir hareket başlatma süreci içine girmektedir. Armenekan 1885’de Osmanlı devleti sınırları içinde kurulmuştur. Hınçak 1887 de Cenevre’de kurulmuştur. Ama altı ili hedefleyen çalışmalar yapmaktadır. Taşnak 1890’da böyle bir süreç içinde kurulmuştur.
1894-1895 Sason çatışmalarından, 1896 İstanbul’daki Osmanlı Bankası baskınından sonra reform istekleri, Ermeni Islahat Programı daha da yoğun bir şekilde gündeme geldi. Batılılar, Rusya, reform isteklerinin, Ermeni Islahat Programını hiç gündemden düşürmüyorlardı. 1909 da Klikya’da meydana gelen çatışmalardan sonra, reform ve Islahat programı, batılılar ve Rusya tarafından daha bir sıklıkla konuşulmaya, Osmanlı yönetimine hatırlatılmaya başlandı.
Bu ilişkiler ağında, İttihatçılarda Türkçülük akımı güç kazanıyordu. İttihatçıların, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk ulusu etrafında yeniden organize etmek gibi bir tasarımı vardı. Osmanlı İmparatorluğu, bir Türk imparatorluğuna dönüşecek, bu imparatorluk sınırları içinde tamamen Türkler yaşayacaktı. Bu devlet ve toplum tasarımı çerçevesinde, Hrıstiyanlar, yani, Rumlar, Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler, Ezidi Kürdler, sürgün edilecek veya nüfusları soykırımla çürütülecekti. Kürdler Türklüğe, Aleviler Müslümanlığa asimile edilecekti. Böylece, imparatorlukta yaşayan herkes Türk olmuş olacaktı. Bu politikaların uygulanması sonucunda, Rumlardan, Pontuslardan ve Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz mallara, her türlü zenginliğe banka hesaplarına, sigorta primlerine vs. el konulacak, Müslüman Türk tüccarın denetimine verilecek, böylece Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı
1911 Trablus, 1912 Balkan yenilgisinden sonra, iç düşman gözüyle bakılan, yenilgilerden sorumlu tutulan, dış düşmanların içimizdeki uzantıları denen Rumlara ve Pontuslara karşı sistematik tacizler başladı. Devlet, İttihat ve Terakki bu tacizleri teşvik ediyordu, destekliyordu. Tacizlerle birlikte sürgünler de gelişiyordu. Tacizler sonunda kaçırtılan, sürgün edilen Rumların, Pontusların taşınmaz mallarına, ziynet eşyalarına bankadaki paralarına vs. el konuyordu. Müslüman Türk tüccarın yağması için yol açılıyordu. Bütün bu süreç içinde, Batılıların ve Rusya’nın, reform ve Ermeni İslahat Programı ısrarı da sürüyordu. Osmanlı Padişahı nihayet, 8 Şubat 1914’de, reform programını, Ermeni Islahat Programının onaylamak durumunda kaldı.
Bu programın özü şuydu. Batılılar tarafından seçilen ve Padişah tarafından atanan iki genel müfettiş on yıl boyunca Vilayat-ı Sitte’de görev yapacaktı. Bu genel Müfettişler bütün memurları azletmek, atamak ve ayrıca, idareyi, adliyeyi polis ve jandarmayı denetleme yetkisine sahip olacaklardı. Vilayet meclislerine gayrimüslimler nüfusları oranında katılacaklardı. Bu anlaşmanın taraftarları Osmanlı Devleti ve Çarlık Rusyası’ydı. Garantör Rusya’ydı. Yani Berlin Anlaşması 61’den, Ayastefanos Anlaşması 16’ya geri dönülmüştü. Ermeni Islahat Programı’nın uygulanması konusunda verilen sözlerde muhatap artık Rusya idi.
Büyük Britanya, Rusya’nın bu kadar etkili bir şekilde öne çıkmasına neden karşı çıkmadı? Çünkü Büyük Britanya, gittikçe güçlenen Almanya’nın, Doğu’ya ve Güney’e doğru genişlemesini engelleyecek tek gücün Çarlık Rusyası olduğunu düşünüyordu. Almanya, İttihat ve Terakki’nin, Orta Asya’ya doğru hareketine, Ermenilere, karşı bastırma hareketine neden destek veriyordu? Çünkü Almanya, Orta Asya üzerinden, Büyük Britanya’nın sömürgesi Hindistan’a baskı kurarak İngiliz çıkarlarını darbeleyebilirdi. O dönemde, Hindistan’ın bugünkü Pakistan’ı, Bengladeş’i ve Afganistan’ı da içine alan büyük bir alt-kıta olduğu bilinmektedir.
Bu anlaşma İttihat ve Terakki’yi çok rahatsız etti. Osmanlı hükümetini oluşturan İttihat ver Terakki bu programı yaşama geçirme niyetinde değildi. İttihatçıların böyle niyeti hiç olmadı. İttihatçılar bu ortamda, kısa vadede genel müfettişlerden, orta vadede Ermeni Sorunundan, uzun vadede Şark Sorunu’ndan kurtulmak için savaşa girmekten başka bir yol olmadığını düşünmeye başladılar.
Genel Müfettişlerin atanma tarihi 1 Temmuz 1914’tür. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması 1 Kasım 1914’tür. 31 Aralık 1914’de ise, genel müfettişlerin işine son verilir. Ermeni sorununa son verme operasyonları ise, 24 Nisan 1915 de başlamıştı. Bu tarihlerden sonra bir soykırımın gerçekleştiği bilinmektedir. Bunun için, 1910’lardan beri ciddi bir hazırlık yapıldığı, planlar, projeler hazırlandığı açıktır. Baskın Oran Hoca’nın dediği gibi, “çarıksız orduyla savaşa girmek, reform yapmaktan daha kolay” gelmiştir.
3. Hamidiye Hafif Süvari Alayları
Hamidiye Hafif Süvari Alayları 1891 yılında kurulmuştur. Bu kuruluşun temel nedeni gittikçe belirginleşen Ermeni tehlikesini bertaraf etmektir. Hamidiye Alayları’nın yukarıda, Ermeni Islahat Programında belirtilen altı ilde, Vilayat-ı Sitte’de kurulması dikkate değer. Bunların Rus İmparatorluğu sınırlarındaki iller olduğu veya sınıra yakın iller olduğu açıktır. İşte bu noktada, yukarıda belirtilen iki temel olguyu, olgusal ilişkileri bu üçüncüyle yani Hamidiye Alayları olgusuyla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu döneme ilişkin toplumsal yapıyı ve siyasal ilişkileri bir bütün olarak kavramak açısından çok yararlıdır. Hamidiye Hafif Süvari Alayları’nın, kurulmasının önemli bir nedeni de muhtemel Kürd milliyetçiliğini önleme çabasıdır. Genel olarak Kürdlerin, Kürd aşiret reislerinin, Osmanlı Devleti’ne, Padişah II. Abdülhamid’e sadakatlarının sağlanması önemli olmaktadır. Muhtemel Rus saldırırlarına karşı önlem almak da, Hamidiye Alayları’nın kuruluşunun bir nedenidir Örneğin, Rus İmparatorluğu’nun sınırlarından uzak olmasından olacak, Musul eyaletinde Hamidiye Alayı oluşturmak için bir çaba içine girilmemiştir.
Hamiye Alayları’nın yaşama geçmesinin toplumsal yaşam üzerindeki çok büyük bir etkisi şudur: Hamidiye Alayları’na katılan aşiretler arkalarına devlet desteğini de alarak, çevrelerine saldırılar yapmaya başlamışlardır. Bu saldırılar, birinci planda, Ermenilere, Ermeni köylerine karşı yapılmıştır. Savunması olmayan, aşireti olmayan Kürdlere de yapılmıştır ama daha çok Ermenilere karşı yapıldıklar görülmektedir. Bu alaylara katılmak, katılan aşiretlere prestij kazandırmaktadır. Hamidiye Hafif Süvari Alayları’na katılmayan Kürdler bile halk arasında hava atmak için resmi üniformalarla dolaşmaya başlamışlardı. Bu resmi üniformanın Hamidiyeli olmayanlar tarafından kullanılmasının engellenmesine, yasaklanmasına rağmen bu durumun önüne geçilememiştir.
Hamidiye Hafif Süvari Alayları 64 alay olarak kuruldu. Kuruluş döneminde, aşiret reisleri kendilerin güçlü göstermek için çok asker kaydının yapılmasını sağladılar. Ama teftişlerde, kaydedilen kadar askerin olmadığı görüldü. Herbir alay 800-1000 askerden oluşacaktı. Ama bu sayıya ulaşılamadı. Alaylar, 1891 de 40, 1893 de 56, 1899’da 64 oldu. Atlar, atların koşum malzemeleri aşiretler tarafından sağlanıyordu. Devlet, silah ve üniforma veriyordu.
Hamidiye Hafif Süvari Alayları denildiği zaman, üç aşiret ve bu üç aşiretin reisi hemen öne çıkmaktadır. Miran Aşireti ve Reisi Mustafa Paşa, Milan Aşireti ve Reisi İbrahim Paşa, Hayderan Aşireti ve Reisi Kör Hüseyin Paşa. Miran Aşireti Cizre’de, Milan Konfederasyonu, Viranşehir’de, Hayderan Patnos dolaylarında üslenmişti. Bu unvanlar, onlara, II. Abdülhamid tarafından, İstanbul’a yaptıkları ziyaret sırasında verildi. Paşa’nın general karşılığı olmadığı, toplumsal statü sağlayan bir unvan olduğu vurgulanmaktadır. Genel olarak bu aşiret reislerinin okuma-yazma bilmedikleri de belirtilmektedir. Çoğunun katibi Ermeniydi. Bu üç aşiretin ve aşiret reisinin önemli bir özelliği çevrelerine saldırgan olmalarıdır. Özellikle Ermenilere karşı çok yoğun saldırılar yapıyorlar, Ermeni köylülerinin topraklarını gasbediyorlardı. Sultan tarafından taltif edilmelerinin temel nedeni de kanımca buydu.
Hamidiye Hafif Süvari Alayları bünyesinde, Milan, Miran ve Hayderan aşiretinden başka aşiretlerden de alaylar vardı. Örneğin, Cibran, Hasenan, Zirkan, Sipkan, Berazi, Adaman, Takoriyan, Karakeçi, Celali, Tayan, Mehmedyan, Davudiyan aşiretlerinden de alaylar vardı. Ama II. Abdülhamid, sadece üç aşiret reisine paşa unvanı vermişti. Sipkan Aşireti, Varto, Karlıova, Bulanık, Hasenan Aşireti Malazgirt, Zirkan Aşireti Hınıs, Tekman, Sipkan Aşireti Eleşkirt yörelerinde üslenmişti. Ademan, Takoriyen, Celali Aşiretleri Ağrı, Doğubeyazıt taraflarındaydı.
Alevi aşiretlerinden, örneğin Hormek Aşiretinden Hamidiye Alayı yoktu. Halbuki, Hormekliler de alay kurmak istiyordu. Çevresindeki Ermenilerle daha sıcak ilişkileri olan Reşkotan Aşiretinden Hamidiye Alayı yoktu. Pencinarilerden de yoktu. Kanımca, Ermenilere karşı daha yoğun bir tepki içinde olmak aranan bir özellikti. Örneğin, 4. Ordu Komutanı ve Hamidiye Hafif Süvari Alaylarının bağlı olduğu makam, özellikle böyle olsun istiyordu. Milan Konfederasyonu içinde Ezidi Kürdlerden de bir alay kurulmuştu.
Hamidiye Hafif Süvari Alayları, 4. Orduya bağlıydı. 4. Ordunun merkezi Erzincan’dı. Komutan Zeki Paşa’ydı. Zeki Paşa, Saray’ın damadıydı, Abdülhamid’e çok yakındı. Bu üç paşanın yaptığı bütün kanunsuzlukları, görmezlikten geliyordu. Ermenilerin ve savunmasız yoksul Kürdlerin bu paşalar hakkındaki şikayetleri hasıraltı ediyordu, Bu şikayetler mahkemeye yansısa bile beratlarını sağlıyordu.
Hamidiye alayları konusunda çok değerli bir çalışma yapılmıştır. Janet Klein’in çalışması. Hamidiye Alayları, İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri İletişim Yayınları, 2. Bs. İstanbul, 2014
Janet Klein bu çalışmasında, Hamidiye Hafif Süvari Alayları’nın kuruluşu, faaliyetleri, II. Abdülhamid’le ve 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’yla ilişkileri hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç’in, Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir (İBV, Ocak 2015, İstanbul) ve Müslüm Üzülmez’in Ergani Tarihinin Saklı Sayfası Ermeniler (İBV, 2016, İstanbul) kitaplarında da gerek Hamidiye Alayları’yle, gerek Ermenilerle ilgili değerli bilgiler vardır. Nusret Aydın’ın, Ermeni Tehcirirn 100. Yılında, Sözlü Tarihten Gerçeğe. Diyarbekir (Roşna Yayıncılık, 2016, Diyarbakır) kitabın da değinmek gerekir.
Bu konularda belirtilmesi gereken çok önemli bir çalışmada, Bilgi Üniversitesi’nin bir yayınıdır. Diyarbekir’de Toplumsal İlişkiler (1870-1915) Bu çalışmayı, Joost Jongorden ve Jellej derlemişlerdir. (Aralık 2015, İstanbul)
Bunun yanında, Belge Yayınlarının, Peri Yayınları’nın, İletişim Yayınlarının, Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları’nın, Everest yayınlarının bu konularda yayımlanmış çok değerli kitapları vardır. Bunlar ayrı bir yazının konusu olmalıdır.
Ermeniler ve Kürdler Arasında, Vilayat-ı Sitte Tartışmaları
Bugün Ermeniler, Sivas, Erzincan, Tunceli, Bingöl, Elazığ, Erzurum, Muş, Bitlis, Ağrı, Kars Diryarbakır, Van, Siirt, Adıyaman gibi alanlara Batı Ermenistan diyor. Aynı bölgelere Kürdler de Kuzey Kürdistan diyor. Bu konuda bir tartışma var.
Aslında şöyle düşünmek daha doğrudur. Tarihte Ermenilerle Kürdlerin iç içe yaşadıkları görülmektedir. Ermeniler daha çok şehir yapılarında, ticaret ve zanaatla uğraşarak yaşamaktadır, Kürdler ise, kırsal alanlarda hayvancılık yaparak yaşam sürdürmektedir. Her iki kesimden de tarımla uğraşanlar vardı. Ermenilerin tarımsal faaliyeti daha güçlüdür, daha verimlidir.
Van Gölü’nü merkeze alarak şöyle bir düşünce geliştirebiliriz. Van Gölü’nden kuzeye doğru ve Kuzeybatı’ya ve Kuzeydoğu’ya doğru gidildiğinde Ermeni nüfus daha artmaktadır. Ermeniler ve Kürdler burada da iş içedir ama gerek kırsal alanlarda, gerek şehir yapılarında Ermeniler daha çoktur. Van Gölü’nden Güneye doğru inildikçe Kürd nüfus çoğalmaktadır. Ermenilerle Kürdlerin buralarda da iç içe olduğu söylenebilir ama bu kesimlerde Kürdlerin daha çok olduğu vurgulanabilir. Bu kesimlerde, Ermenilerin ve Kürdlerin Asuri-Süryanilerle, Ezidi Kürdlerle birlikte yaşadıkları da görülmektedir.
Bu 1915’den yani soykırımdan önceki bir durumdur. Bunun kabataslak bir saptama olduğu söylenebilir. 1915’den yani soykırımdan sonra Güney’den Kuzey’e doğru, kırsal kesimlerden şehirlere doğru bir Kürd göçünden söz etmek mümkündür. Bu tehcirden ve soykırımdan sonra, boş kalan Ermeni topraklarını Ermeni evlerini vs. işgal etme, buralardan yararlanma anlamına gelir. Bunu devletin teşvik ettiği, İttihat ve Terakki’den sonra, Cumhuriyet yönetiminin de böyle bir düşüncede olduğu söylenebilir.
Bütün bu konular, Rumlar, Pontuslar, Ermeniler, Kürdler, Süryaniler, Ezidi Kürdler, Aleviler… arasında konuşulabilir. Türkler, Araplar, Farslar, elbette bu konuların önemli bir tarafıdır. Bunun için toplantılar yapılabilir. Bu konuşmaların, toplantıların amacı birbirlerini ikna değil, herkesin kendi düşüncelerini ve duygularını özgürce ifade etmek olmalıdır. Her koşul altında ifade özgürlüğünü korumak, savunmak önemlidir.
Bugün, Rumların da, Pontusların da, Ermenilerin de, Kürdlerin de, Süryanilerin de, Ezidi Kürdlerin de Alevilern de… ihtiyaç duyacakları en önemli şey eleştiri olmalıdır. Bu, Türkler, Araplar, Farslar için de böyledir. Konuşmacılar, katılımcılar, birbirlerini aşağılamadan, küçümsemeden, bilimin, eleştirinin ve siyasetin kavramlarıyla düşüncelerini, duygularını ifade etmeye çalışmalıdır. Bu çerçevede zaman zaman toplantılar, görüşmeler yapılmalıdır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.