Son bir - bir buçuk ay içinde, Halkların Demokrasi Partisi, Demokratik Bölgeler Partisi, Kürdistan’ın birçok şehrinde özyönetim ilanları yaptı. Varto, Cizre, Yüksekova, Silvan, Hizan, Sur (Diyarbakır) gibi şehirler bunlar arasında sayılabilir. Özyönetim ilanları üzerine, birçok alanda gözaltılar, daha sonra da tutuklamalar gerçekleşti. Halkların Demokrasi Partisi’nden (HDP), Demokratik Bölgeler Partisi’nden (DBP), Halkların Demokratik Kongresi’nden (HDK), Demokratik Toplum Kongresi’nden, (DTK), Kürdistan Topluluklar Birliği’nden (KCK) birçok kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların büyük bir kısmı tutuklandı. Bazı alanlarda eş başkanlar birlikte tutuklandı.
Bunun yanında, Kars, Ağrı, Doğubeyazıt, Erzurum, Muş, Bitlis, Siirt, Hakkari, Van, Nusaybin, gibi pek çok alanda, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana gibi şehirlerde, yine Kürdlere ilişkin gözaltılar, tutuklamalar oldu.
Şöyle düşünelim: Gözaltına alınanlar veya tutuklananlar, karakolda veya polisde, sonra, Cumhuriyet Savcılığı’nda, daha sonra da mahkemede, sonra da, cezaevinde… her yerde, Kürdçe konuşuyorlar. Düşüncelerini, örneğin özyönetimle ilgili düşüncelerini Kürdçe açıklamaya çalışıyorlar…
Ve bunun sistematik olarak yapıldığını, Varto’da, Silvan’da, Yüksekova’da, Ağrı’da, Bitlis’de, Cizre’de, Muş’da,… Her yerde yapıldığını, sürekli olarak yapıldığını düşünelim. Bu süreç nasıl bir etki yaratır?
Kanımca, bu koşullarda, Kürdlerin, Kürdistan’ın önünü açacak olan süreç budur. Sağlıklı bir özyönetimi getirecek olan süreç de budur. Böyle bir sürecin hayatın her alanına egemen kılınması elbette çok önemlidir. Karakolla, savcılıkla, mahkemeye, cezaeviyle sınırlı tutmak yeterli değildir. Ama, bu ortamda, bu koşullara, karakolda, savcılıkta mahkemede vs. böyle bir sürecin yaşanması önemlidir.
Aslında, doğal olarak yaşanması gereken süreç budur. Fakat, HDP’deki, DBP’deki ‘Türkiyelileşme’ anlayışı, gerillanın eğitim ve öğrenim dilinin Kürdçe olmaması, bu ilişkileri belirsiz kılmakta, bulanıklaştırmaktadır. ‘Türkiyelileşme’nin Kürdistani değerlerden kopma anlamına geldiğini vurgulamak gerekir.
Özyönetim, yerellikle ilgili bir kavramdır. Merkezi yönetimin hangi yetkilerini yerel yönetimlere bırakacağı ile ilgilidir. Dünyadaki uygulamalara baktığımız zaman, eğitim, sağlık, bayındırlık, barınma, asayiş konularının yerel yönetimlere bırakıldığı görülmektedir. Bu da merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında bir anlaşmayı gerekli kılar. Bu anlaşmada merkezi yönetim, hangi yetkilerini yerel yönetimlere bırakacağı belli eder. Bu, özyönetimin tek taraflı bir iradeyle açıklanamayacağı anlamına gelir.
Bu süreç nasıl yaşanacaktır? Elbette, siyaset kurumunu etkin kılarak, siyasal çalışmalar yaparak yaşanacaktır.
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde, Halkların Demokrasi Partisi, 6 milyona yakın oy almıştır. TBMM’de, 80 milletvekili ile temsil edilmektedir. Önümüzdeki 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri’nde de benzer bir sonucun ortaya çıkması büyük bir olasılıktır. HDP’nin yüzün üzerindeki, belediyede ağırlığı vardır. Bunun yanında, Kürdler, sivil toplum kurumlarında örgütlüdür. Basın sektöründe Kürdlerin sesi duyulmaktadır. Kürdlere, bu arada, HDP’ye yakın olan gazeteler, radyolar, televizyonlar vardır. Bu koşullarda, siyaset ön plana çıkarılmalıdır. Milletvekilleri, siyasal partilerin yöneticileri, sivil toplum yöneticileri vs. konuşmalıdır. Siyasetin önünün açılması gerekir. Siyasal mücadelenin etkin bir şekilde yürümesi için, elverişli bir ortamın yaratılması gerekir. Gerek devlet-hükümet, gerekse, HDP, Kürdler, gerekse, Qandil, böyle bir ortamın yaratılması yolunda çaba göstermelidir.
Özyönetimin merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında, yapılacak bir anlaşmayla kurulacağını söyledik. Devler-hükümet, böyle bir anlaşmaya yanaşmazsa ne olur? Devlet-hükümet, Kürdlerin ileri sürdüğü taleplere cevap vermezse ne olur? Merkezi yönetim anlayışından taviz verilmezse, adem-i merkeziyete eğilim gösterilmezse ne olur?
Devlet-hükümet, Kürdler için okul açmayabilir, Kürd diliyle eğitim verecek bir okulu açmayabilir. O zaman da Kürdlerin her evi bir okul yapmak için çaba göstermesi gerekir.
İşte bu noktada, Madame Curie’nin anlatımlarına bakmak gerekir: Marie Curie’nin (1867-1934) 1911 de Nobel Kimya Ödülü’nü kazandığını hatırlatalım. 1903’de de, kocası Pierre Curie (1859-1906) ve Henri Becquerel’le (1852-1908) Nobel Fizik Üdülü’nü, paylaştığını belirtelim.
Polonya, Kürdler/Kürdistan gibi, tarih boyunca birkaç defa bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmıştır. Polonya’nın toplumsal ve siyasal tarihinin, Kürd/Kürdistan tarihini çağrıştıran bir boyutu var. Polonya, 1870’lerde yine böyle bir durumu yaşamaktadır. 1870’lerde, Polonya’nın bir kesimi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bir kesimi Rus İmparatorluğu, bir kesimi de Alman İmparatorluğu tarafından işgal edilmiştir.
Marie Curie 1970’lerde, 8-10 yaşlarında bir çocuktur. Yaşadığı bölge de Rus İmparatorluğu’nun denetimimi altındadır. Marie Curie, o yılardaki eğitim-öğrenimle ilgili olarak şunları anlatmaktadır:
Rus yönetimi bizim dilimizi, Leh dilini yasaklamıştı. Leh Diliyle konuşmak, yazmak yasaktı. Dersler Rusça veriliyordu. Leh diliyle hiçbir söz söylenmezdi, Leh dili kullanılarak hiçbir cümle kurulmazdı. Bazan sınıfa, denetim yapmak için, öğretmenlerden başka, Rus subayları da giriyordu. Bazan Rus subayları, dersin ortasına birdenbire sınıfa girerlerdi.
Ama biz Leh çocukları, ders bitip teneffüs başladığı andan itibaren yani, öğretmen sınıftan çıkar çıkmaz, kendi aramızda Leh diliyle konuşmaya başlardık. Evlerde hazırladığımız Lehçe yazıları birbirimize gösterirdik. Lehçe yazılı defterleri ve kitapları özenle saklardık. Teneffüs bitip, öğretmen sınıfa girer girmez, Lehçe kitaplarımızı ve defterlerimizi, sıralarımızda ve çanlarımızın gizli yerlerinde saklamaya çalışırdık.
Biz Leh çocukları, sabah evlerden okula gelirken, akşam, okuldan evlere dönerken, kendi aramızda hep Leh diliyle, kendi dilimizle konuşurduk. Bu konuşmalarda, Rus diline katiyen yer vermezdik. Evlerden okula gelirken, okuldan evlere dönerken gruplar halinde olmaya özen gösterirdik.
Herkes, o akşam, kendi evinde, kendi sokaklarında veya mahallelerinde olup bitenler hakkında, arkadaşlarına bilgi verirdi. Böylece, herkes, şehirde, bölgede olup bitenler hakkında, Leh-Rus ilişkileri hakkında bilgi sahibi olurdu. Polonyalılar, Rus yöneticilerle ilişki kurmamaya özen gösterirlerdi.
İşgalci Rus yöneticiler, bizim dilimizi yasaklamışlardı. Lehçe konuşmak, yazmak yasaktı. Ama, Leh diliyle ilgili olarak her ev bir okuldu. Aileler, Leh dilinin, genç kuşaklar tarafından öğrenilmesi, konuşulması, yazılması için yoğun çaba içindeydi. Polonya özgürlüğüne böyle bir bilinçle kavuştu.
Bütün bunları, Marie Curie’nin kızı Eva Curie anlatmaktadır. Eva Curie, Madame Curie, Çev. Mebrure Sami Koray, Remzi Kitabevi, 1946, İstanbul
Bir Gözlem
Diyarbakır’da, Sur’da, Kayapınar’da, Van’da, Batman’da, Nusaybin’da, Muş’da, Yüksekova’da, Bitlis’de, Tatvan’da vs. sokak aralarında dolaşalım. Sokaklarda, evlerini önlerinde oynayan çocukları izleyelim. Bu çocukların, oyunlarında, birbirleriyle nizahlarında, kavgalarında… hangi dili kullandıklarına dikkat edelim. Eğer bu dil Kürdçe değilse, Kürdler/Kürdistan çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.
50, 60-70 yaşındaki kişilerin, yaşlı Kürdlerin, kahvehanelerde, evlerinin önlerinde, sokak başlarında vs. oturup birbirleriyle Kürdçe konuşmaları elbette iyidir ama belirleyici değildir. Çünkü geleceği belirleyen çocuklardır. Kürd çocukların Kürdçe okuyup yazmaya bilmemeleri elbette çok büyük bir sorundur. Bu, Kürd siyasal partilerinin, Kürd sivil toplum kurumlarının, belediyelerin vs. yakından ilgilenmesi gereken bir konudur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.