Genel olarak Dersimliler, 1937-1938 kırımını ‘Tertele’ olarak adlandırırlar. Dersimli Ermeniler, hem 1915 Tertele’sini, hem de 1937-1938 Tertele’sini yoğun olarak yaşamışlardır. Dersimli Ermeniler, 1915 Tertele’sini İlk Tertele, (Tertele Veren) 1937-1938 Tertele’sini İkinci Tertele (Tertele Peyen) olarak dile getiriyorlar.
Dersimli Ermeniler, 1915 soykırımından sonra Dersim’e sığınan Ermeniler değildir. Bin yıllardır zaten orada yaşayan Ermenilerdir. Mazgirt’de, Çemişgezek’de, Hozat, Peri, Ovacık ve Nazımiye’de Zaza Kürdlerle birlikte yoğun Ermeni nüfusun yaşadığı vurgulanmaktadır. Erzincan, Kemah, Divriği, Eğin taraflarında da durum aynıdır. 16. Asra ait tahrir defterlerinden Dersim’de nüfusun yarıya yakın bir kısmının gayrimüslimlerden oluştuğu vurgulanmaktadır. (s. 14)
1894-1895 yıllarında, Ermeniler, Sason’dan başlayarak büyük kırımlara uğramışlardır. Bu yıllarda Ermenilerin bir kısmı, canını kurtarmak için Müslümanlığa dönüş yapmıştır. Bu, mülkiyetle birlikte, kimliğin de kaybı anlamına gelmektedir. Bu yıllardan sonra, Dersim’deki Ermenilerin bir kısmı da Alevileşmiştir.
1915’de, Dersim’de, Ermeniler’in bütün kiliseleri, manastırları tahrip edilmiştir. Kurumsal varlığını sürdüren tek manastır Hozat’daki Halvori Surp Garabed Vankı’dır. Bu manastırda 1937-1938’de bombalanmış, manastırın be kilisenin değerli eşyaları gasp edilmiştir.
1915 Ermeni soykırımının, Dersim’deki Ermeniler ve Zaza Kürdler üzerinde çok büyük etkisi vardır. Bir defa, Ermenilerin mülkiyeti el değiştirmiştir. Ermeniler, yaşayabilmek için din değiştirmek durumunda kalmışlardır. Bir kısmı Müslüman olmuş, bir kısmı Alevileşmiştir. Ermeniler, mülkiyetlerini kaybederek, din değiştirerek, Türkçe adlar alarak, toplumsal statülerinin tamamen kaybetmişlerdir. Büyük bir kısmı, zaten 1915’de ve 1937-1938 de ordunun operasyonları sürecinde fiziki olarak imha edilmişlerdir. Din değiştirmeye çalışanlar geriye kalanlardır.
Kazım Gündoğan’ın, Keşiş’in Torunları, Dersimli Ermeniler, kitabında, soykırımın çok önemli bir göstergesi anlatılmaktadır. 5-10 yaşında olan, anası-babası, kardeşleri öldürülen çocukların, Konya, Bolu, Isparta, İzmir, İstanbul gibi alanlara sürgün edilmeleri, her birinin Müslüman Türk ailelerinin yanına verilmeleridir. Burada, çocukların Ermeni isimleri değiştirilmiş, çocuklara, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mustafa gibi isimler verilmiştir. Kardeşler birbirlerinden koparılmış, örneğin, biri Konya’ya, biri Bolu’ya, bir diğeri İzmir’e sürgün edilmiştir. Kardeşlerin, birbirleriyle ilişki kuramamaları için, birbirlerinden haberdar olamamaları için, her türlü önlem alınmıştır… Müslüman Türk ailelerin yanında, Müslüman gibi, Türk gibi yetiştirilecekleri açıktır. Bu çocuklara, ‘evlatlık’ deniyor. Aslında ‘besleme’ demek daha doğrudur. Çünkü aileler bu çocukları kendi nüfuslarına almıyorlar. Çocuklar, ayrı bir alanda kendi başına yemek yiyor, sofraya oturtmuyorlar. Çocukların sokağa çıkmasına oyun oynamasına izin vermiyorlar. Kilerde, ahırda vs. yatırıyorlar. Eve misafir geldiği zaman bu çocukları misafirin huzuruna çıkarmıyorlar. Çocukları okula göndermiyorlar, eğitim almasını istemiyorlar. Fakat, mahalledeki din hocalarına gönderiyorlar. Bu, Müslümanlaşmaları için gerekli görülüyor.
Bu aileler daha çok subay, memur aileleri oluyor. Çocuklar, angarya işlerde ‘besleme’ olarak kullanılıyor. Küçük yaşlarda da Müslüman Türk biriyle evlendiriliyor. Bazan, kendilerinden çok çok yaşlı olanlarla evlendiriliyor. Bu, tam anlamıyla soykırımdır.
Araştırmacı-yazar, Kazım Gündoğan, bu çalışmasında, 1937-38’de, Dersim’den Bolu’ya, Konya’ya sürgün edilen bu çocukların izini sürüyor. Ayşe, Fatma, Mehmet, İbrahim vs. diye anılan bu çocukların izini sürmek kolay olmuyor. Çünkü kadınlar 70-80 yaşlarına gelmişler, artık Müslümanlığı yaşıyorlar. Ermeni olduklarını kabul etmek istemiyorlar.
Kazım Gündoğan, Konya’da, Isparta’da, Bolu’da, İzmir’de, İstanbul’da, Almanya’da yaptığı soruşturmalarla çocukların izini yakalamaya çalışıyor. Bazı küçük ipuçlarına ulaşıyor. Bu ipuçlarından yararlanarak daha geniş ilişkileri, akrabalık bağlarını kurmaya çalışıyor.
En önemli ipucu Keşiş ailesidir. 1937-38’den önce, Halvori Surp Garabed Manastırı’nda, Keşiş olan Agop’tur. Agop’tan iz sürerek Keşiş’in torunlarının saptamaya çalışıyor.
İz sürmede, kendilerine ulaşılan erkekler korkuyor. Korkularından konuşamıyorlar. Kadınlar geçmişlerinin hatırlamak istemiyor. Fakat, Kazım Gündoğan’ın, ısrarla gelip gitmeleri, bazı ipuçlarını yakalamış olması, onlara, giderek güç veriyor, moral veriyor.
Çünkü bu kişiler, bu Ermeniler, Kazım Gündoğan’ın, ısrarla gelip gitmesi, soruşturmalar yürütmesi sürecinde, şunu fark ediyorlar. Kazım Gündoğan, onların niyetlerini dile getiriyor. Onların anlatamadıklarını anlatıyor, onların yazamadıklarının yazıyor, onların konuşamadıklarının konuşuyor. Bunu fark ettikten sonra, açılmaya ve sağlıklı bilgiler vermeye başlıyorlar. (s. 196 vd.)
Ermeni soykırımı sürecinde, bazı Kürd ailelerin Ermenileri korudukları söylenir. Ermeni çocukların isimleri değiştiriliyor, dilleri, dinleri değiştiriliyor. Çocuklar Ermenilikten tamamen koparılıyor. Müslüman Türk yapılıyor. Bu nasıl korumadır?
Çocukların, ana-babaları, akrabaları, yakınları, onların gözü önünde katlediliyor, çocuklar, ‘besleme’ olarak yaşamlarını sürdürüyor. Buna koruma denebilir mi? Kanımca bu tam anlamıyla bir soykırımdır. 1948 Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi’nin sırf çocuklara ilişkin özel bir maddesinin olduğu da bilinmektedir. Araştırmacı-Yazar Kazım Gündoğan, bu çalışmasıyla bu sürece çok büyük bir aydınlık getirmektedir.
Kitabın, hazırlanmakta olan ikinci cildinin bu ilişkilere çok daha büyük bir aydınlık getireceği kanısındayım.
İnsan, elbette bir değerdir ama burada, insan olmaktan kaynaklanan bir değer kalmış mıdır? Burada, insanlara, Ermenilere, insan gibi davranılmadığı, şey gibi davranıldığı açıktır. İstek ve iradesi olan, beklentileri olan bireyler olarak değil, şey gibi davranıldığı, istenildiği gibi biçim verilen şey gibi davranıldığı açıktır. Yaşam hakkı, elbette dikkatlerden uzak tutulamaz, ama yaşam hakkını, insani değerlerle birlikte savunmak gerektiği de besbellidir.
Bu arada, Dersim’de veya, Kuzey Küdistan’ın çeşitli alanlarında, bazı Ermeni ailelerin, Kürdler arasında, dilleriyle, dinleriyle, kültürleriyle, yani Ermeni kalarak yaşadıklarından söz edilebilir mi? Bunun da sorgulanmasında, açıklığa kavuşturulmasında yarar vardır.
Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Ermenilerin, Ermeni olarak toplumsal ve siyasal hayata katıldıkları bilinmektedir. Bu, sadece Ermeniler için değil, Süryaniler, Museviler, Türkmenler, Ezidi Kürdler için de durum budur. 19. Yüzyıldan beri durum böyledir.
Suriye’de Baas Partisi döneminde, Hristiyanlar, Türkiye’dekine nazaran daha çok haklara sahiptir. Örneğin, 14 Mart 2011 de başlayan Suriye olayları sürecinde, Hristiyanlar, Özgür Suriye Ordusu veya Suriye muhalefet cephesinde yer almamış, Beşar Esad yönetimini, hükümeti desteklemeye devam etmiştir. Çünkü, Hristiyanlar yani Süryaniler, Ermeniler vs. Müslüman Kardeşler’i de İŞİD kadar tehlikeli görmektedir.
Irak’ta, örneğin Saddam Hüseyin döneminde, Hristiyanlar, Türkiye’deki Hristiyanlara nazaran daha çok haklara sahip olmuştur. Baas yönetiminde yer almıştır. Saddam Hüseyin’e çok yakın olan Tarık Aziz bir Hristiyan’dı. İran’daki Hristiyanlar için de bunları söyleyebiliriz.
Keşiş’in Torunları, Dersimli Ermeniler kitabından söz ederken, Nezahat Gündoğan’ın ve Kazım Gündoğan’ın birlikte hazırladıkları, Dersim’in Kayıp Kızları ‘Tertele Çineku’ Kızların Kıyımı, (İletişim Yayınları, 6. Bs. İstanbul 2015) kitabını da hatırlamak gerekir. Bu eser, 1937-38’de, Dersim’de, Kürdlere karşı yükseltilen soykırımı anlatmaktadır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.