Ferhad Daftary, (d. 1939) İranlı bir bilim insanı. İran’daki eğitimden sonra, İngiltere’de ve ABD’de eğitim görmüş. Londra’da, İsmail Araştırmalar Enstitüsü’nün eşmüdürü olarak çalışıyor.
Farhad Daftary’nin Türkçe’ye çevrilmiş iki kitabı var. Şii İslam Tarihi, çev. Ahmet Fethi, Alfa Yayınevi, Eylül 2016, 296 s. İsmaililer, Tarihleri ve Öğretileri, Alfa Yayınevi, Mart 2017, 824 s.
Farhad Daftary’nin, İsmaililer çalışması, başka bir yayınevi tarafından, farklı bir isimle 2001 yılında da yayımlanmış. Muhalif İslam’ın 1400 Yılı, İsmaililer. Tarih ve Kuram, çev. Ercüment Özkaya, Rastlantı Yayınları, Ankara 2001, 571 s. Bu kitapta, kitabı İngilizce’den çeviren Ercüment Özkaya’nın ‘Metnin Çevirisi Hakkında’ başlıklı bir yazısı var. (s.7-8) Ayrıca bir de Önsöz’ü var.(s.9-23) Kanımca bu Önsöz, kitabın anlaşılması bakımından önemli bir metin. Bu çeviride, çeviren Ercüment Özkaya, bazı bölümlerde, dipnotlarında kısaltmalar yaptığını söylüyor. Alfa Yayınevi tarafından yayımlanan kitabın ise metnin tamamı olduğu anlaşılıyor. Farhad Daftary, bu çalışmasında, Şii gruplardan sadece Yedi İmamcılar, yani İsmaililler üzerinde duruyor.
Farhad Daftary’nin Şii İslam Tarihi kitabı çok değerli bir çalışma. Bu çalışmada, Farhad Daftary, bütün Şii grupları ayrı ayrı incelemiş. Oniki İmamcı Şiiler, Yedi İmamcı Şiiler (İsmailliler), Beş İmamcı Şiiler (Zeydiler), Nusayriler ayrı ayrı incelenmiş. Şiilikle, Sünnilikle ilgili birçok soruna açıklık getiriyor.
Nusayriler incelenirken, kitapta, ‘Nusayriler ya da Aleviler’ başlığı konulmuş (s. 222-241) Kitabın birçok yerinde, Nusayrı kategorisi, Alevi kategorisi ile birlikte anılıyor. Örneğin Hafız Esat ve ailesi Alevi kavramı ile birlikte anılıyor. Kanımca bu başlık, birçok anlaşmazlıklara neden olur. Farhad Daftary, bu olasılığa da dikkat çekerek şöyle demektedir.’ Nusayriler ya da Aleviler, bugün, ana kaleleri Suriye’de, daha küçük cemaatler halinde, Lübnan ve Türkiye’de, (buradaki Türk ve Alevi gruplarla karıştırılmamalıdır) bulunurlar. (s. 223) Farhad Daftary, yukarıda geçen ifadesinde, ‘Türkiye’de’ sözünden sonra, (buradaki Türk ve Alevi gruplarla karıştırılmamalıdır) diye uyarmakta, ama, bu tutum her zaman bir kafa karışıklığına yol açacak gibi görünmektedir.
Nusayrilik elbette, Şiiliktir. Ama Alevilikle hiçbir ilgisi yoktur. Şiiliğin de Alevilik ile hiçbir ilginin olmadığı çok açıktır.
Alevilik kavramı, herşeyden önce bir doğa dinini hatırlatır. Alevilik, herşeyden önce, İslamiyet’ten, hatta Zerdüşlükten de önceki bir doğa dinini, inancını hatırlatır. Zerdüştlük, çok tanrılı dinlerden, Hristiyanlık, İslamiyet gibi tak tanrılı dinlere geçişte bir köprüyü ifade eder. Doğayı tanrı görme, dağlara, sulara, nehirlere, ağaçlara hayvanlara saygı, bunları kutsal görme doğa dini anlayışıyla ilgilidir.
Bunu, Haydar Karataş, ‘Tanrısını Cebinde Taşıyan Yurt: Dersim’ yazısında anlatmaktadır. (Yeniden Sanat ve Hayat, sayı 46/8 Sonbahar, 2017 s.80-88) Bu yazıda, Haydar Karataş, Düzgün Baba’ya, Munzur Baba’ya, Hızır’a duyulan, dağlara taşlara duyulan saygıyı, bu kurumların kutsallığını anlatıyor.
Oniki İmamcı Şiiler’in kökeni, Dördüncü Halife Ali’nin 661’de, Hariciler tarafından ve Ali’nin oğlu Hüseyin’in 680’de Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından katledilmelerine dayanır. Şiat Ali, yani Ali taraftarlığı, İslam Peygamberi Muhammed’in ölümünden önce, ‘Ben öldükten sonra Halife Ali olsun’ sözlerine, Müslümanları riayet etmemeleriyle, Ebubekir’i, Ömer, daha sonra da Osman’ı halife seçmeleriyle başlar.
Beş İmamcı Şiiler’in, Zeydiler’in kökeni, Dördüncü İmam Zeynel Abidin’in 714 civarında öldürülmesinde sonra, Muhammed Bakır’ın yerine kardeşi Zeyd’in imam kabul edilmesine dayanır. Zeynel Abidin’in öldürülmesinden sonra, Beşinci İmam Muhammed Bakır olmuştur. Muhammed Bakır’ı imam kabul etmeyenlar, kardeşi Zeyd’i kabul etmiştir. Zeyd aynı zamanda bu çevre tarafından Mehdi kabul edilmektedir. Zeydiler, Ali’den önceki ilk üç halifeye, Oniki İmamcılar kadar saldırmamakta, olumsuz bir dil kullanmamaktadırlar.
Altıncı İmam Caferi Sadık, sağlığında büyük oğlu İsmail’i İmam tayin etmiştir. Ama, İsmail, babasından ölümünden on sene önce öldürülmüştür. Caferi Sadık’ın 765’de ölümünden sonra, küçük oğlu Musa Kazım, Yedinci İmam olarak görülmektedir. Musa Kazım’ın imamlığını kabul etmeyenler, İsmail’in peşinden gitmeye başlamışlardır. İsmail’in ölmediğine, Gizli İmam olduğuna, Mehdi olarak dünyaya geri döneceğine, bütün dünyaya ebedi barışı ve adaleti getireceğine inanırlar. İsmaililiğin kökeni de bu sürece dayanır. Daha çok İran’da, Alamud Kalesi odak noktasında faaliyet yürüten bu çevreye Nizari İsmaililer de denilmektedir. İslam Peygamberi Muhammed’in sözlerini, yapıp ettiklerini en çok İsmaililer savunmaktadır.
Oniki İmacı Şiiler’in, Beş İmamcı Şiiler’in, Yedi İmamcı Şiler’in dayanak noktaları bilinmektedir. Ama, Nusayriler’in dayanak noktaları bu kadar açık değildir. Ferhad Daftary, Nusayrileri’in, Ortaçağ’da, Nizari İsmaili komşularının gölgesinde kaldığını belirtir. (s. 222) Nusayriler’in Suriye’de kurumlaşması, Hafız Esat’ın Kasım 1970’de, iktidarı ele geçirmesiyle başlar.
Bütün bunların, Alevilerin tarihsel gelişmeleri ve toplumsal ilişkileri ile hiçbir ilgisi yoktur. Zaten Farhad Daftary’nin sözü edilen bu kitaplarında, Aleviler ile çok yakından ilgili Yaresan, Ehli Hak, Kakai, Ezidi gibi toplumsal ve dinsel kategorilerin hiç adı geçmez. Bunun yanında yukarıda belirtilen ilişkilerin hiçbiri Alevilerin toplumsal ve kültürel yapılarında, ilişkilerinde yaşanmaz. Alevilerin günlük hayatında, toplumsal ve kültürel ilişkilerinde görülen, dağlara, sulara, Hızır’a saygı, tek kadınla evlilik, kadının toplum hayatında görünür olması, Semah gibi kurumlar ve ilişkiler de Şiiliğin, hiçbir biçiminde görülmez. Aynı zamanda, İslam’daki Şii-Sünni bölünmesinde, bu bölünmenin büyüyerek yayılarak, derinleşerek gelişmesinde görülmez. Alevi inancında cennet-cehennem kavramları da yoktur. Bu kavramların, Hristiyanlığa ve İslamiyete, Zerdüştlükten geldiği vurgulanmaktadır.
İki önemli soru var. Şii-Sünni bölünmesi, Araplardaki bir iktidar kavgasıysa, Şiilik neden Araplarda, örneğin, Mekke’de, Medine’de, Şam’da Bağdat’da vs. kurumlaşmadı da İran’da kurumlaştı. Bu sorunun cevabı, Farhad Daftary’nin çalışmasında var. 632’de, İslam Paygamberi Muhammed’in ölümüyle başlayan Şiat Ali, yani Ali taraftarlığı en çok Peygamber ailesi çevresinde yani Ehlibeyt’de görüldü. Çünkü, Ehlibeyt, Peygamber Muhammed’in ölümümden sonra, elde edile ganimetten hiç pay alamadı. Ehlibeyt’e bu payı vermemek için özel bir çaba gösterildi. Bu süreç, Ehlibeyt’in halifelere karşı muhalefetini arttırdı. Ali taraftalığının, yani Şiiliğin geliştiği ikinci grup İslam fetihleriyle elde edilen ganimetten yaralanamayan, çevrede kalmış, merkezden uzak yoksul Arap kesimleriydi. Şiilik, üçüncü olarak ise, Arap olmayan Müslümanlarda yani mevalilerde gelişti. (s. 49-58) İran bu konuda önemli bir konuma sahipti. Burada, 636’da Arap egemenliği altına giren İran’ın, İslam görüntüsü altında, Sasani saltanatını tekrar yaşama geçirme isteklerinden de söz edilebilir. Ercüment Özkaya, yukarıda belirtilen çevirisinin önsözünde bu ilişkileri de tartışıyor. (s. 19-21)
İkinci soru ise daha önemlidir. Şii İslam’ın kavramları olan, Ali, Kerbela, Hasan, Hüseyin, Oniki İmam, Fatıma Ana, Ehlibeyt gibi kavramların Alevi düşüncesine nasıl girdiğidir, ne zaman girdiğidir. Haydar Karataş, yukarıda belirtilen ‘Tanrısını Cebinde Taşıyan Yurt: Dersim’ yazısında, Şii İslam’ın bazı kültlerinin Dersim’de yaşaması konusuna hiç değinmiyor. Örneğin, İmam Hüseyin kültünün, Ali, Ehlibeyt kültünün, Dersim’de yaşaması konusunda bir şey söylemiyor.
Bu çerçevede, Dersim’de, Ocakların pirlerinin, , ‘Musa Kazım’ın çocuklarıyız,’, Kerbela’nın çocuklarıyız’, ‘Kökenimiz İmam Hüseyin’e kadar gidiyor’ şeklinde konuşmaları, bu konuyu isbat etmek için şecereler göstermeleri üzerinde de durmak gerekir. Bu şecerelerin hepsinin de sahte olduğunu belirtmek gerekir. Sadece Dersim’deki Alevilerin değil, örneğin, İran’da Şah İsmail’in de bu konuda kendisini Yedinci İmam Musa Kazım’a dayandırması sahte olarak elde edilen bir şecere ile mümkün olmuştur. Murad Ciwan, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlılar, Safeviler ve Kürdler İlk Kürt-Osmanlı İttifakı 1514, kitabında, (Avesta Yayınları, 2015, İstanbul) bu durumu açıkça ortaya koymuştur. Murad Ciwan, kitabının, ‘Safevileri’in Etnik ve Dini Kökenleri’ bölümünde, ‘Safevilerin Etnik Kökenleri’ bölümünde, ‘Safevilerin Dini ve Mezhebi Asılları ‘ bölümünde, ‘Safevi Tarikatının Sünnilikten Şiiliğe Kayması’ bölümünde (s. 60-92) bu ilişkileri irdeliyor. Murad Ciwan, kitabının, ‘Safevi Tarikatını Türkmen KIzılbaşlığa Götüren Nedenler’ başlıklı bölümünde de bu ilişkileri irdelemeye devam etmiştir. (s.93-100) Bu irdelemelerden şu açıkça görülmektedir. Safevilerin etnik kökeni Kürt’tür. Dinsel kökeni Sünniliktir. Şah İsmail’in, kendi kökenini Şiiliğe dayandırması elbette sahte bir şecere düzenlenmesiyle mümkün olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, İstanbul’da, bu tür şecereler düzenleyen kurumlar vardı. Bunlara Nakibul Eşraf deniyordu. İran’da, Kum, İsfahan, Irak’ta, Kerbela, Necef, Kufe gibi kentlerde de bu tür kurumlar vardı. Bu kurumlar, Peygamber ailesinden olan kişilerle ilgilenirdi. Peygamber ailesinden olanların günlük yaşamlarında daha rahat olmalarını sağlamaya çalışırdı, yaşamalarını kolaylaştırmayı sağlardı. Bu tür belgelere sahip olanlara, bunu gösterdiklerinde, birçok olanaklar sağlanırdı. Bu tür belgeler epeyce büyük bir para karşılığında alınırdı.
Bu tür belgeleri almaya çalışanlar, sadece, Seyid oldukların iddia iddia eden Aleviler değildi. Sünni Kürdlerden de Seyid olduklarını söyleyen ailelere vardı. Ulusal hareket içinde olan Kürdlerden bile böyle söyleyenler vardı. Bu şecereler ilgili kişiye, aileye büyük bir prestij sağlıyor.
Farhad Daftary’nin, Nusayriler’i Aleviler kavramıyla birlikte anması sağlıklı bir tutum değildir. Bununla beraber Nusayri kültürüne Alevi sözünün nasıl, ne zaman girdiğinin araştırılması da önemlidir.
Farhad Daftary, Irak’ta, İran’da, Şiiliği anlatırken Alevilere dokunmuyor. Örneğin Kürdlerden, Kürd Alevilerden, Zazalardan vs. söz etmiyor.
Bunlardan çok daha önemli olanı şudur. Gerek Türk, Arap ve Fars İslamı, gerek batılı akademisyenler, Aleviler hakkında sağlıklı bilgiler, doğru bilgiler üretmemişlerdir. Türk, Arap ve Fars İslamı, Aleviliği, İslam’dan bir sapkınlık olarak değerlendirmişlerdir. Aleviler, mülhid (dinsiz, imansız) zındık (Tanrıya ve ahirete inanmayan), kafir (gavur, yok edilmesi gereken) olarak anılmaktadır. Bu, Aleviler hakkında doğru bilgi elde edilmesini engelleyen bir tutumdur.
Bu koşullar altında gerçek Alevilik hiçbir zaman bilinmemiş, öğrenilmemiştir. Gerçek Alevilikteki doğaya saygının, Güneşe dönerek dua etmenin, dağlardan, pınarlardan yardım istemenin, Cem, Semah gibi kurumların, tek kadınla evlilik biçiminin niteliğine hiçbir zaman varılamamış, Aleviler şirk olarak değerlendirilmiştir. Yani Tanrı’ya ortaklık koşanlar, bundan dolayı idam edilmesi gerekenler olarak değerlendirilmiştir. Batılı seyyahlar, daha sonra, basın mensupları, akademisyenler de genel olarak Alevileri, Türklerin, Arapların, Farsların yazdıklarından öğrenmişlerdir. Örneğin, Osmanlı döneminde, Aleviler, devletin baskılarından uzak kalmak için daha çok kırsal kesimlere çekilmiş, dağların, tepelerin doruk noktalarında, vadilerde yaşamaya başlamıştır. Buralarda yaşayan Aleviler de kendilerini anlatacak olanaklara sahip olamamışlardır. Bütün bunlar, gerçek Aleviler hakkında sağlıklı bilgiler, doğru bilgiler üretilmesine engel olmuştur. Gerçek Aleviler’in kendilerini anlatmalarının tarihi henüz çok yenidir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.