Yakındoğu kavramı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha öncesinde de çok kullanılan bir kavramdı. Hem Osmanlılar, hem batılılar bu kavramı sık sık kullanırlardı. Bu kavramın son kullanım alanlarında biri Lozan Antlaşması sürecinde oldu. Lozan Antlaşmasının esas adı, Yakındoğu İşlerin İle İlgili Lozan Antlaşması’dır.
Yakındoğu neresidir? Bizans yönetimi, İstanbul’dan Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde bölümlemişti. Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Yakındoğu, bugün, Küçükasya olarak bilinen Anadolu ve Kuzey Mezopotamya denen toprakları kapsıyordu. Ortadoğu, Mısırdan Hindistan’a kadar, Kuzey Buz Denizi’nden Umman Okyanusu’na kadar olan toprakları kapsıyordu. Uzakdoğu, Orta Asya içleri, Japonya, Çin Filipinler, Vietnam gibi alanlardı.
Küçükasya’da, Ege taraflarına İyonya deniyordu. İyonya ile Kızılırmak arasında, Anatolia denen bir bölge vardı. Ondan sonra Kapadokya olarak adlandırılan topraklar başlıyordu. Karadeniz havalisine Pontus deniyordu. Pontus’dan sonra Lazistan başlıyordu. Lazistan’ın doğusunda Gürcistan vardı. Potus’un güneyi Ermenistan diye adlandırılıyordu. Doğu Akdeniz’de, bugün Çukurova diye anılan bölgeye Klikya deniyordu.
İyonya’da, Anatolia’da, Kapadokya’da, daha çok Rumlar yaşıyordu. Pontus’da, Rum-Pontuslar… Ermenistan’da ve Klikya’da daha çok Ermeniler yaşıyordu.
Bugün, Ermenistan denen bu bölgelere, Kürdler Kuzey Kürdistan, Ermeniler Batı Ermenistan diyor. Bu bölgede, tarihte, Ermeniler, Kürdlerle birlikte yaşıyordu. Kürdler, kırsal alanda, hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Ermeniler, şehirlerde, marangozluk, demircilik, bakırcılık, terzilik, boyacılık, kuyumculuk, inşaatçılık gibi zanaatlarla, ticaretle meşgul oluyorlardı. Kırsal alanlarda, tarımla meşgul olanlar yine Ermenilerdi.
Van Gölü merkeze alındığında, Kuzeye doğru ilerlendikçe Ermeni nüfus, Güneye doğru ilerlendikçe Kürd nüfus artıyordu. Küçükasya’nın, yani Yakındoğu’nun bir kesimi de Kuzey Mezopotamya idi. Burada, Kürdler, Süryaniler, Ermeniler iç içe yaşıyordu.
Küçükasya’ya Türklerin gelişi, on birinci yüzyılın ilk yarısına rastlamaktadır. On birinci yüzyıl ile On üçüncü Yüzyıl arasında yani üç asır süresince gelen Türklerin sayısı hakkında verilen rakamlar, 400 bin ile 600 bin arasında değişmektedir.
Gelenler, genel olarak erkeklerdir. Atlı, kılıçlı gelmektedirler. Nüfusun çoğalması, akınlarla gelen Türklerin, bölgedeki, Gürcü, Ermeni, Rum, Yahudi, Kürd, Süryani, Arap vs. kadınlarla evlenmesiyle olmuştur. Önce Müslümanlaşma, 19. Yüzyılın sonlarındaysa, Türkleşme başlıyor. Hristiyanlardan alına Cizye gibi vergilerin yükü, Müslümanlaşmak için önemli bir neden oluyor.
Türklerin, Küçükasya’ya akınlara başladığı dönemlerde, burada on milyon civarında yerli nüfus olduğu vurgulanıyor. Üç asır boyunca gelenler, bölgede baskın gen oluşturamıyor. Bu bakımdan, bugün, T.C. sınırları içinde yaşayanların, fiziki bakımdan Orta Asya Türklerine benzerlikleri çok azdır. Ama, Rumlara, Ermenilere fiziki benzerlik daha çoktur.
Coğrafyanın, İstanbul’dan Doğu’ya doğru, Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu diye bölümlenmesi, şu bakımdan anlamlıdır. Yakındoğu, imha edilmiştir. Bu imhadan sonra, Yakındoğu’dan kalma bazı alanlar, Ortadoğu içinde ele alınmaya başlanmıştır. Yakındoğu’nun nasıl imha edildiği üzerinde durmak önemlidir.
***
Yirminci Yüzyıl başlarında, Rum-Pontuslar, Amasya, Niksar, Tokat Trabzon, Gümüşhane, Maçka, Şebinkarahisar gibi şehirlerde yaşıyorlardı. Samsun, Sinop, Amasya vilayetine bağlı Mutasarrıflıklardı. Çarşamba, Bafra, Merzifon, Havza, Vezirköprü, Amasya vilayetine bağlı kaymakamlıklardı.
Ordu, Ünye, Terme, İnebolu, Fatsa, Niksar vilayetine bağlı kaymakamlıklardır. Tirebolu, Rize, Akçabad Sürmene, Of, Trabzon vilayetine bağlı kazalardır.
Kelkit, Şiran, Bayburt, Gümüşhane vilayetine, Torul, Maçka’ya, Mesudiye, Şebinkarahisar’a bağlı kazalardır.
Yirminci Yüzyılın ilk çeyreğinde, 1914-1915 yıllarına kadar, Pontus ülkesinde, 1135 Kilise, 960 okul, 815 cemaat vardı.
***
Yakındoğu Nasıl İmha Edildi?
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk, Türklük üzerinde organize etmek gibi bir düşüncesi, tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorluk sınırları içinde sadece Türkler yaşayacaktı. Bu, İttihat ve Terakki’nin, üzerinde en çok çalıştığı devlet ve toplum projesidir. İttihat ve terakki, gerek gizli toplantılarında, gerek açık toplantılarında bu devlet ve toplu projesi üzerinde çok konuşmalar ve tartışmalar oluyordu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumisi’ndeki üç önemli ittihatçı, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Ziya Gökalp, bu konu üzerinde çok duruyordu.
Bu konularla ilgili planlar, projeler hazırlanırken, Rumlar, Ermeniler, Kürdler, Aleviler, Asuriler, Ezidi Kürdler… önemli pürüzler ortaya çıktı. İmparatorluk, bu pürüzlerden nasıl kurtarılacaktı? İmparatorlukta yaşayan herkes nasıl Türk yapılacaktı?
İttihatçılar, uzun, yoğun çalışmalardan sonra, planlarını şu şekilde düzenlediler. Egedeki, Kapadokya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Karadeniz havalisindeki Rum-Pontuslar yine aynı şekilde Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermenilerin nüfusu tehcirle çürütülecek. Süryaniler, Ezidi Kürdler vs. aynı yaptırımlarla karşılaşacak. Kürdler Türklüğe asimile edilecek, Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecek. Laz, Çerkes gibi gruplar da Kürdler gibi Türklüğe asimile edilecek. Böylece, tasarlanan Türk imparatorluğunda yaşayacak herkes Türk olmuş olacak.
Türklüğün en önemli dayanağının Müslümanlık olduğu da besbellidir.
Çeşitli yöntemlerle Küçük Asya’yı terke zorlanan Rumların Ermenilerin, Süryanilerin… taşınmaz mallarına, zenginliklerine el konulması, bu devlet ve toplum projesinin çok önemli bir boyutuydu. Bu el koymalarla Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş, Müslüman Türk tüccar, Türk burjuvazisi doğmuş olacaktı.
1912-1913 Balkan Savaşları, yenilgi, bu projenin hayata geçirilmesi yolunda tetikleyici bir etki yarattı. Yenilginin nedeni iç düşmanlar olarak belirlendi. Düşman güçlerle işbirliği yapan iç düşmanlar vardı. Bunlar Rumlardı. 1911 sonlarından itibaren Ege’deki Rumlar boykotlarla, sindirmelerle, sabotajlarla öldürülmelerle karşılaştılar. Rumların bölgeden uzaklaştırılması için Küçük Asya’yı terk etmeleri için her türlü taciz yapıldı. 1911-1913 yılları arasında bu tacizler yoğunlaştırıldı, yaygınlaştırıldı.
1914 baharından itibaren, Karadeniz havalisindeki Rum-Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, İttihat ve Terakki’nin hem illegal örgütlerinin, hem legal kurumlarının tacizleriyle karşılaştılar. Sindirmeler, sabotajlar, boykotlar, öldürmeler yoğun ve yaygın bir şekilde, birbirini takip etmeye başladı. Rum-Pontusların en kısa zamanda bölgeyi terk etmeleri, terketmedikleri takdirde öldürülecekleri, evlerinin yakılacağı, artık Osmanlı ülkesinde yaşamalarının mümkün olmadığı, buraların Türk yurdu olduğu vurgulanıyordu.
Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir. Bu kitaplarda, sabotajlar, öldürmeler, boykotlar, sindirmeler ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap ( Çev. Attila Tuygan, Anais Martin, Adnan Köymen) Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013 de basılmış. Kitapda Sait Çetinoğlu’nun Önsözü var.
İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 yılları Arasında Hristiyanlara Yönelik Yaptırımlar (Çev. Suzan Zengin) adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş. Ocak 2013 de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir Önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapta da Sait Çetinoğlu’nun Önsözleri önemli yazılardır.
Rumlara, Rum Pontuslara karşı politikalar, Balkan yenilgisinden hemen sonra, Birinci Dünya Savaşı’na varmadan, uygulanmaya başlamıştı. Savaş döneminde Ermenilere karşı tehcir gündeme geldi. 1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre içinde tehcirle bin yıllardır yaşadığı topraklarından sökülüp atıldı. Bir buçuk milyon civarında Ermeni soykırımla yok edildi. Aynı şekilde Asuri-Süryaniler, Ezidi Kürdler de soykırıma uğradılar. Teşkilat-ı Mahsusa bu amaç doğrultusunda kuruldu, kullanıldı. Balkan yenilgisinden sonra İstanbul’a, Küçük Asya’ya doğru göç eden Evladı-ı Fatihan İttihat ve Terakki’nin Rumlara, Ermenilere karşı tetikçi olarak kullandığı çok önemli bir güçtü. Rumlardan, Rum-Pontuslardan, kalan taşınmaz mallar evler, dükkanlar, zeytinlikler, tarlalar… vs. onlara verildi. Bu, onların, devletle işbirliği yapmalarında çok önemli oldu.
Yirminci Yüzyılın ilk çeyreğinde, Küçük Asya’da, 13 milyon civarında insan yaşıyordu. Rum-Ermeni, Musevi, Süryani nüfus 3 milyon civarındaydı. İşte Küçük Asya’daki, bu üç milyon civarında nüfusun varlığı, sürgünlerle, tehcirle, soykırımla, silindi. Yakındoğu, bu şekilde imha edildi.
Sürgün, soykırım sürecinde, anası-babası öldürülen çocukların, kaybolan çocukların, Müslüman-Türk ailelerin yanına verildikleri, Pontus-Rum benliklerinden koparılıp Müslüman-Türk gibi yetiştirildikleri de biliniyor. Çocukların, kardeşleriyle, aileleriyle, yakınlarıyla ilişki kuramamaları için kapsamlı önlemler alındığı da biliniyor. Çocuklarla ilgili bu sürecin de soykırım kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Burada, Kürdlerin ikili durumundan söz etmek gerekir. Kürdlerle ilgili temel politika şüphesiz, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu. Ve bu politika İttihat ve Terakki döneminde uygulanmaya başlandı. 1916-1917 yıllarında, yüzbinlerce Kürd, Rus işgalinden koruma mizanseniye Kürdistan’dan Küçük Asya’nın Batı ve orta yörelerine doğru yönlendirildi. Bu da bir sürgündü.
Ama, İttihat ve Terakki, Rumlarla, Rum-Pontuslarla, Ermenilerle, özellikle Ermenilerle olan sorunların yok edilmesi için, yardımına ihtiyaç duyuyordu. 1919-1920 yıllarında, Milli Mücadele döneminde, Kürlere bazı sözlerin verildiği de biliniyor. Mücadelelerinin başarıya ulaşmasında sonra, Kürdlere de milli haklarının verileceği ısrarla dile getiriliyordu. Bu, Kürdlerin, Milli Mücadele’ye destek olmalarında önemli bir etkendi. Kürdlere, ‘Eğer Kuvayı Milliye ile birlikte olmazsanız, Emperyal güçler, Kürdistan’ı Ermenistan yapacak şeklinde propaganda da yapılıyordu. Bu dönemde, Erzurum Kongresi, Sivas kongresi dönemi bu bakımdan dikkate değer. Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in üzerinde durmak gerekir.
Kürdleri Milli Mücadele’ye katmak için dile getirdikler düşünceler Bu dönemde, Kürdlerin bir kısmı Rumlara, Ermenilere karşı tetikçi olarak kullanıldı. Ama, İttihat ve Terakki’nin politikalarına Kuvayı Milliye, daha sonra da Cumhuriyet yönetim tarafında aynen sürdürüldü. Devlet, güç kazandığında, bu, güç Lozan’la pekiştirildiğinde artık Kürdlerin yardımına şüphesiz gerek kalmadı. İşte o zaman Kürdlerle ilgili asimilasyon politikaları da sıkı bir şekilde gündeme geldi. Kürdlere verilen sözler tutulmayınca direnişle meydana geldi. Sürgün, inkar, imha politikaları yoğun ve yaygın bir şeklide yaşama geçmeye başladı.
Hasta Adam, Canlı Cenaze
Çarlık Rusyası ve batılı devletler, 19. Yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’na ‘Hasta Adam’ demeye başladılar. Ahmet Ümit’in, Elveda Güzel Vatanım (Everest Yayınları, Aralık 2015) romanı, İttihatçı Şehsuvar Sami’nin anılarından hareket etmektedir. Şehsuvar Sami, Birinci Dünya Savaşı döneminde, Batılı devletlerin Osmanlılı Devleti’ni ‘Canlı Cenaze’ diye adlandırdıkların söylemektedir. (s. 296-307)
‘Hasta Adam’, ‘Canlı Cenaze’ kavramlarını irdelemenin yararlı olacağı kanısındayım. Şöyle Düşünelim: Yıl 1910. Doğu Akdeniz’de Silifke yöreleri. Klikya’daki Ermeni direnişinin bastırılmasından sonraki dönem.
Yöre sakinlerinden ileri gelen biri, bölgede, İttihat ve Terakki Fırkası’nın teşkilatını kuruyor.1911 Genel seçimlerinde, mebus (milletvekili) seçiliyor ve İstanbul’dakİ Meclis-i Mebusan’a katılıyor. Mebus olması, ona bölgede çok büyük güç verir. Prestiji artar.
Silifke çevresinde bir köy. Köyde Ermeniler yaşamaktadır. Yüzyıllardır, Ermenilerin yaşadığı bir köy. Topraklar, tarlalar, küçükbaş, büyükbaş hayvan sürüleri, evler, değirmen, sular, ormanlar, okul, kilise, manastır vs. Ermeni kurumları…
Mebus, bu köye, göz dikmiştir. Köyün arazisini, evlerini, değirmeni, sularını, Kiliseyi, manastırı, okulu her şeyiyle birlikte ele geçirmek, sahiplenmek istemektedir. Kendince etraflı planlar yapar, projeler hazırlar.
Mebus, mutasarrıfla ( Osmanlı ilçeden daha büyük olan bir yönetim biriminin yöneticisi) yakın ilişkiler geliştirir. Tapu müdürüyle, Jandarma Komutanıyla, Emniyet Müdürüyle, Savcıyla vs. sıcak ilişkiler geliştirir. Onları sık sık çiftliğine davet eder, ziyafetler düzenler, Çiftliğe her gelişlerinde armağanlar sunar. Şehirdeki konutlarına armağanlar gönderir. Bu ilişkiler sürecinde, köyün tapusunu kendi üzerine çıkarır. Köyün bütün arazisinin, tarlalarının, sularının, evlerinin değirmenin vs. tapusunu kendi üzerine çıkarır.
Birkaç gün sonra, kendi adamını, jandarma komutanıyla, jandarma birliğiyle birlikte köye gönderir. Köyün sakinleri Ermeniler, köy meydanında toplanır. Mebusun adamı, yeni durumu, köylülere tebliğ eder. Mebusun adamı, köylülere, elindeki yeni tapuyu göstererek şöyle der: Köy, evleriyle, tarlalarıyla, sularıyla, her şeyiyle artık mebusundur. Köylülerin, Ermenilerin köyü üç gün içinde terk etmeleri zorunludur. Aksi takdirde evler içindekilerle birlikte yakılacaktır.
Ermeni köylüler, büyük bir çaresizlik, perişanlık içindedir. Yalvar-yakar olurlar. Köylerinde, evlerinde kalabilmek için Müslümanlığa dönüşü bile kabul ederler. Ermeni köylülerin hiçbir isteği kabul edilmez. Köyü terk etmeleri zorunludur. Yalvar yakar olmalarıyla üç günü beş güne çıkarabilirler. Beşinci gün sonunda köylüler, büyük bir perişanlık, çaresizlik içinde birkaç parça eşyalarıyla, çocuklarıyla, yaşlılarıyla, evlerini, hayvanlarını, sularını, kiliselerin, manastırlarını, bütün zenginliklerini vs. geride bırakarak köyü terk ederler… Bütün bunlar, ‘Hasta Adam’ın, ‘Canlı Cenaze’nin yapabileceği işler midir?
Devlet nedir? Devlet, kamu gücünün organizasyonudur. Legal, meşru silah tekelinin organizasyonudur. Ordu, polis, jandarma, istihbarat, mahkemeler, hapishaneler, yargıçlar, vergi, tahsildar… Devlet bütün bu güçlerin organizasyonudur. Ve bütün bu süreç içinde Ermeni köylülerin şikayet edebilecekleri, başvurabilecekleri hiçbir makam yoktur. Bu makamların hepsi, mebusun isteği doğrultusunda çalışmaktadırlar
1911 den sonra, 1912- 1913 yıllarında, Ege’de, Kapadokya’da Rumlar, boykotlarla, sindirmelerle, sabotajlarla, taciz edilerek Rumlara sık sık ölümler yaşatılarak bölgeden uzaklaştırılmışlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilmişlerdir. Rumlar, bin yıllardır yaşadıkları topraklarından koparılmışlardır.
1914 baharından itibaren Rum-Pontuslara karşı, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Tokat gibi alanlarda çok yoğun sindirme, sabotaj, boykot, operasyonları gerçekleştirilmiştir. Rum-Pontuslar kaçırılıp infaz edilmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde ve Milli Mücadele döneminde de bu tür operasyonlarla Rum-Pontusların bölgedeki varlıklarına son verilmiştir. Bu çok derin ve yaygın operasyonları, ‘Hasta Adam’, ‘Canlı Cenaze’ gerçekleştirebilir mi? Birinci Dünya Savaşı döneminde, bir taraftan çeşitli cephelerde savaş sürerken, Rumlara, Rum-Pontuslara, Ermenilere, Süryanilere, Ezidi Kürdlere karşı soykırımlara varan politikalar nasıl uygulanabilmiştir. Bütün bunları ‘Hasta Adam’ ‘Canlı Cenaze’ nasıl yapabilir?
1915’e geldiğimiz zaman, Sivas, Erzurum, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Van eyaletlerinde, yaşayan Ermenilerin nüfusunun tehcir adı alında tamamen çürütüldüğünü görüyoruz. O dönemde, örneğin, Muş ve Siirt mutasarrıflıklarının Bitlis eyaletine bağlı oldukları da biliniyor. Bursa, Eskişehir, Balıkesir, Ankara, Konya gibi illerde benzer operasyonlarla, Ermenilerin yok edildiklerini görüyoruz. Bu sürecin İstanbul’da 24 Nisan’da Ermeni aydınlarına karşı başladığı yakından bilinmektedir. Bütün bunları ‘Hasta Adam’, ‘Canlı Cenaze’ gerçekleştirebilir mi?
Bunlara rağmen bu kavramlar, neden sık sık kullanılıyor? Bu kavramlar, üzerinde, bu kavramlarla birlikte, Rum, Rum-Pontus, Ermeni, Asuri tehciri, soykırım süreci üzerinde daha ayrıntılı bir şekilde, olgulara, olgusal süreçlere, olgusal ilişkilere dayanılarak düşünmek gerekir kanısındayım.
1920’lerde dikkate alınarak şöyle söylenebilir. 1915 Ermeni soykırımı, Rum-Pontus, Süryani soykırımı, büyük bir suçtur. 1920’lerde, Kürdlerin/Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması da büyük bir suçtur. Bu süreçde, Birleşik Krallık, Fransa gibi emperyal devletlerin, Yakındoğu’nun, ve Ortadoğu’nun iki köklü devletinin büyük rolü vardı. Bu konuda, dönemin iki emperyal gücünün, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki Türk, Fars ve Arap yönetimleriyle işbirliği içinde bu sürecin gerçekleştirildiği açıktır. Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Ortadoğu’da ki topraklarının paylaşıldığı da görülüyor. Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin mandaları, Fransa’ya bağlı Suriye, Lübnan mandaları bu şekilde kuruluyor. Manda kavramının, sömürge kavramı anlamında kullanıldığı açıktır.
İşte, bütün bu konularda, Türk yönetimiyle, Batı yönetimleri arasında şu şekilde sözlü bir antlaşma olmuş olabilir: Sen benim, Kürd, Ermeni, Rum, Süryani … sorunlarımı gündeme getirme, ben de sizin, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını paylaşmana itiraz etmeyeyim…
Bunu tersi bir söylem de olabilir. Sen bizim, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını paylaşmama itiraz etme, ben de senin, Kürd, Ermeni, Rum, Süryani vs. sorunlarını gündeme getirmeyeyim…
Bu konularda, dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, 10 Kasım 2008’de Brüksel’de yaptığı konuşmayı unutmamak gerekir. Bu konuşmanın bilincine varmak önemlidir. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül şöyle demişti. Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi, bugünkü gibi Türk milleti, Türk devleti olabilir miydik? Bu konuşma, Yakındoğu’nun, Rum-Pontus’un nasıl ve neden imha edildiğini de açıklamaktadır.
9 Nisan 2016’da, Ankara’da, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi ve Newroz Dergisi tarafından düzenlenen,
Birinci Dünya Savaşı’nda ve Sonrasında, Trabzon Vilayet Pontus Sorunu konulu sempozyuma sunulan bildiri
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.