Milletler Cemiyeti Döneminde Kürdler/Kürdistan
Zaho Üniversitesi’nde, 16-18 Nisan 2019 tarihlerinde ‘Büyük Britanya’nın Kürd Politikası’ konulu bir sempozyum vardı. Uluslararası bir sempozyum. Sempozyumda, çeşitli Arap ülkelerinden, Afrika, Avrupa ülkelerinden, Latin Amerika ve Kuzey Amerika ülkelerinden, Uzakdoğu ülkelerinden vs. katılımcılar vardı. Sekiz oturum düzenlendi. 16 Nisan günü, sempozyumun açılışından sonra gerçekleşen birinci oturumda Beşikci de, Milletler Cemiyeti Döneminde Kürdler/Kürdistan konulu bir konuşma yaptı. Konuşmayı Piroz Bashar çevirdi. Konuşma şöyleydi:
Konuşmaya, Kürd sorunu nedir, Kürdistan sorunu nedir diye başlamak gerekir. Kürd sorunu, Kürdistan sorunu şudur: 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesidir.
Bu sürecin, operasyonların, Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı’ temel ilkesinin, Ortadoğu’da, Asya’da Kuzey Afrika’da vs. en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönemde gerçekleşmiş olması dikkate değer bir konudur. Sovyetler Birliği’nde, Lenin, Stalin, Troçki’nin, ABD’de Başkan Wilson’nun bu ilkeyi sık sık dile getirdikleri bilinmektedir.
Dönemin iki emperyal gücü Büyük Britanya ve Fransa, Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu ve O’nun devamı olan Yeni İran Şahlı… Bu dört güç, yani, İngiliz, Fransız, Arap, Fars ve Türk yönetimleri birbirleriyle işbirliği ve güç birliği içinde bu süreci kotarmışlardı.
Milletler Cemiyeti’nin önemli işlerinden biri, Birinci Dünya Savaşı sonunda yenilen devletlerin, Almanya’nın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgelerinin yenen devletler tarafından yani İngiltere, Fransa, İtalya arasında paylaşılmasıdır. Almanya’nın Güneybatı Afrika’daki ve Uzakdoğu’daki sömürgelerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Mezopotamya’daki ve Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılması bu çerçevede gerçekleşmiştir.
İngiltere’ye bağlı olarak, Irak, Ürdün, Filistin mandaları kuruldu. Fransa’ya bağlı olarak Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. Mandayı sömürge olarak anlayabiliriz. Burada temel soru şu olmalıdır: Neden bir Kürdistan mandası kurulmamıştır. Kaldı ki o dönemde, Kürdistan’ın güneyinde, Musul Vilayetinde, Şeyh Mahmud Berzenci, İngiltere’ye ‘Ben Kürdistan kralıyım. Beni Kürdistan kralı olarak tanıyın’ diyordu.. O dönemde, İngiltere, Fransa gibi emperyal devletler ise, değil bağımsız bir Kürdistan’ı sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Şeyh Mahmud Berzenci’nin Mustafa Kemal ile gizli ilişkiler yürüttüğünü de unutmamak gerekir.
Milletler Cemiyeti’nin önemli bir amacı, uluslararası barışı kurmaktı. Ama, Milletler Cemiyeti bu amacına ulaşamadı. İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına engel olamadı. Devletlerin yöneticileri, İkinci Dünya Savaşı süresinde de uluslararası barışı kurma yönünde yoğun çalışmalar içinde oldular. 1945’de Birleşmiş Milletler bu amaçla kuruldu.
Birleşmiş Milletler döneminde, dünyanın her tarafında siyasal bakımdan büyük değişiklikler oldu, ama Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlere, Kürdistan’a hiçbir siyasal statü vermeyen ilişkiler aynen devam etti. Birleşmiş Milletler döneminde, Afrika’da sömürgeler birer birer bağımsızlığına kavuştu. 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 Sayılı, Sömürgelere ve Sömürge Haklara bağımsızlık Bildirgesi bu bakımdan önemli bir metindir.
7 maddelik bu bildirgenin, 1,2,3 ve 5. maddeleri, deniz aşırı, okyanus aşırı sömürgelerin bağımsızlığını dile getiriyor. Bunlar genel olarak Afrika’daki sömürgelerdir. Sömürgeler, sadece denizaşırı, okyanus aşırı mı olurlar. İç sömürgeler, ana ülkenin uzantısı olan sömürgeler yok mudur? Örneğin, Irak’ın kuzeyi, Kürdistan’ın güneyi bir iç sömürge değil midir.
Kanımca, iç sömürgelerdeki baskı zulum, deniz aşırı, okyanus aşırı sömürgelerdeki baskı-zulümden. çok daha kapsamlıdır, ağırdır. Burada, Sömürgelere ve Sömürge Halklara Bağımsızlık Bildirgesi’nin gerekçesi bakmak gerekir. Bu gerekçe neydi? Gerekçe kısaca şuydu: Sömürgeler baskıyla yönetilir, zulümle yönetilir. Baskı, zulüm, ekonomik gelişmeyi, toplumsal gelişmeyi, kültürel gelişmeyi engeller. Bu bakımdan bu halkların kendi geleceklerini belirlemeleri, kendi kendilerini yönetmeleri hemen yaşama geçmelidir.
İşte bu yönden baktığımızda, baskının, zulmün iç sömürgelerde çok daha yoğun bir şekilde yaşama geçtiği görülmektedir. Portekiz Sömürgeleri, Angola, Mozambik, Gine Bisseau ile Kürdistan karşılaştırıldığı zaman bu çok açık bir şekilde görülmektedir.
Portekiz sömürgeleriyle, Lizbon arasında 16 bin-18 bin Km. mesafe vardır. Savaş araç-gereçlerinde, lojistikde, insan kaynaklarında vs. bir eksiklik olduğu zaman bu mesafeleri aşarak bu eksiklikleri tamamlamak gerekiyor. Bu da, çoğrafya ve iklim koşulları dikkate alındığı zaman kısa zamanda gerçekleşemiyor. Bu sömürge yönetiminin sömürgenin iç kesimlerine nüfuz edememesi gibi bir sonuç da doğuruyor. Afrika sömürgelerinde, sömürge yönetimin daha çok, sömürgenin okyanus kıyılarında, büyük nehirlerin etrafında, nehirlerin, Okyanusa, denize döküldüğü alanlarda kurumlaştığını, etkili olduğunu görüyoruz. Kürdistan’daysa, durumun çok farklı olduğu hemen görülmektedir. Bağdat’dan kalkan bir savaş uçağının çok kısa bir süre içinde Kürdistan’ın bombaladığı görülmektedir. Kaldı ki, Irak ordusunun ikinci büyük karargahının Musul’da olduğu, Yani Kürdistan’ın içinde olduğu çok açıktır. Bu, baskının, zulmün, burada çok daha yoğun ve kalıcı olduğunu göstermektedir.
Yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız, Sömürgelere ve Sömürge Halkalar Bağımsızlık Bildirgesi’nin, 4,6,7. maddeleri toprak bütünlüğünden söz ederek, bu ülkelerde gelişecek milli hareketlerin bastırılmasından, Birleşmiş Milletler’in bu tür hareketlerin bastırılması konusunda ilgili devlete yardım edeceğinden söz etmektedir. Bu örneğin, Kürdistan’ın güneyinde, Kürd hareketlerinin meşru taleplerini hiç dikkate almayıp, Kürdleri soykırım yaparak bastırmaya çalışan Saddam Hüseyin’e yardım etmek anlamına gelir. Burada, Sömürgelere ve Sömürge Haklara Bağımsızlık Bildirgesi’nin1,2,3 ve 5. maddeleriyle, 4,6,7. maddeleri arasında çok büyük, uzlaşmaz çelişki olduğunu da farketmek gerekir.
Bu ilişkiler, 16 Mart 1988’de, Halepçe’de yaşanan Kürd soykırımında bu açıkça görülmüştür. Örneğin Birleşmiş Milletler bu soykırıma karşı hiç tepki göstermemiştir.
Halkların Bir Arada Yaşamalarının Temel Koşulları
Eğer merkezi devlet, devlet sınırları içinde yaşayan bir etnik yapının hakların, özgürlüklerinin tanırsa, bu yapıya eşit muamele yaparsa bir arada yaşamanın mümkün olacağı söylenebilir. Bu konuda, Uluslararası hukuk budur. Ama merkezi devlet, bu halkın halklarını özgürlüklerini tanımıyorsa, onu bastırmaya, asimile etmeye çalışıyorsa bir arada yaşama mümkün olmaz.
Irak’ta, Saddam Hüseyin yönetimi’nin Kürdlere nasıl muamele ettiği iyi bilinmektedir. Saddam Hüseyin yönetimi, Kürdlerin Kürd olmaktan, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını tanımamaktadır. Devletin polis, jandarma, ordu gibi zora dayalı güçlerinin kullanarak Kürdleri bastırmaya, Kürdlerin meşru, demokratik taleplerinin geriletmeye, çalışmaktadır. Bu açıdan soykırımın dikkatle incelenmesi gerekir.
16 Mart 1988 Halepçe’de yaşanan Kürd soykırımı ne anlama gelmektedir. Seni soykırımlarla yöneteceğim, senin nüfusunu soykırımlar yaparak yok edeceğim, seni ezeceğim… Soykırım bu anlama gelmektedir.
16 Mart 1988’de, Halepçe’de yaşanan Kürd soykırımında 6000’den fazla Kürdün zehirli gazlarla boğulduğu görülmektedir. Kaldı ki, Saddam Hüseyin’in araştırdığı, ‘en zehirili gaz hangisidir, onu üretelim, bu geri Kürdlere karşı onu kullanalım’ deneylerinde, labaratuvar olarak Kürd köyleri ve Cezaevlerindeki, örneğin, Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’ndaki Kürd mahkumlar kullanılmıştır. 1983-1988 arasında bu deneylerde 6000’den fazla Kürd katledilmiştir.
Ali Hasan el Mecid’in sözlerinin hatırlayalım. Ali Hasan el Mecid, şöyle diyordu: Bu gerici Kürdlere karşı onlarca Halepçe yapacağız. Bu gericiliği tamamen yok edeceğiz, ezeceğiz. Bunu için de her türlü silahımız vardır. Bunları uyguluyoruz, daha da artırarak uygulayacağız…’ Ali Hasan el Mecid bunları ne zaman söylüyor? Halepçe’de yaşanan soykırımdan hemen sonra söylüyor, Enfal uygulamaları sırasında söylüyor…
Temel soru şudur: Bu koşullarda bir arada yaşama nasıl mümkün olur? 16 Mart 1988’de, Halepçe’de, böylesine bir soykırım gerçekleştikten sonra, Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı ,Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler, Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütleri bu durumu gündeme getirmeleri gerekirdi. Hem Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde bu durumun gündeme getirilmesi gerekiyordu. Ama, böyle olmadı. Yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız uluslararası hukuk Kürdler konusunda, Kürdistan konusunda hiç çalışmadı. Dünyada, Paris, Londra, Roma, Berlin, Washington, Tokyo, Moskova gibi hiçbir merkezde, bu soykırım protesto edilmedi. O günlerde, Kuveyd’de toplantı halinde olan İslam Konferansı’da bu soykırımı dile getirmedi, eleştirmedi. Toplantı sonrasında yayımlanan sonuç bildirgesinde buna değinmedi. İslam Konferansı, Bulgaristan’da, Türklere verilen Bulgar isimlerinden dolayı Bulgaristan’ı eleştiriyordu. Ama Kürdistan’da yaşanan soykırım görmezlikten gelindi… Saddam Hüseyin yönetimine hiçbir eleştiri getirilmedi… Bunun çok bilinen bir nedeni vardır. Kürdistan’ın, Kürdlerin, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdleri dostsuz bırakmıştır. Düşmanlarının sayısını ise artırmıştır.
Bölünmenin, Parçalanmanın, Paylaşılmanın Temel Nedenleri…
Temel nedenlerden birinin petrol olduğunu söyleyebiliriz. 1920’lerde, Büyük Britanya, Musul Vilayeti’nin yeni kurulacak Irak Manda’sına dahil
edilmesini istiyordu. O zaman, Irak, Bağdat, Basra ve Musul olmak üzere üç eyaletten meydana geliyordu. Musul Vilayeti genel olarak Kürd bölgesiydi.
Süryaniler, Keldaniler vs. daha çok bu bölgede yaşıyordu. Ama, bu bölgede, ‘buralar, atalarımızdan bize intikal etmiştir…, atalarımız buralarda yüzyıllarca at koşturmuştur…’ diyerek Mustafa Kemal de hak iddia ediyordu. Bu konuda, Mustafa Kemal’le, Büyük Britanya yönetimi arasında, diplomatik çatışma vardı. Diplomatik çatışmanın 1923 sonlarına kadar devam ettiği kanısındayım. Kanımca, Lozan görüşmelerine verilen arada Mustafa Kemal’in görüşlerinde önemli bir değişiklik oldu. Mustafa Kemal, İngiltere’ye şöyle demiş olabilir. Biz Musul’dan çekileceğiz, Musul üzerinde hak iddia etmeyeceğiz
Siz de Kürdlerden gelen bağımsızlık, özerklik vs. istemlerine kesinlikle karşı durun…
Büyük Britanya’nın Mustafa Kemal’in bu isteğini rahatlıkla kabul ettiği desteklediği kanısındayım. Büyük Britanya’nın sömürgelerini nasıl yönettiğini biliyoruz. Büyük Britanya, sömürgelerini, sömürgede özerk yönetimler kurarak yönetiyordu. Sömürgede, kendisine bağlı elemanlardan meclisler oluşturuyor, meclislerin başına İngiliz Genel Valisi atıyordu…
Afrika’da, Kenya, Tanzanya, Uganda, Zimbabve, Zambiya, Bostvana, Kamerun,
Gana, Güney Afrika Birliği, Güneybatı Afrika, Nijerya, Togo, Siera Leone, Sudan vs. İngiliz sömürgesiydi. İngiltere bu sömürgelerini, bir dereceye kadar özerk olan yönetimlerle yönetti. Hindistan İngiliz sömürgesiydi. 1948’de, Hindistan bağımsızlık kazanınca Hindistan ve Pakistan aynı anda bağımsız devletler olarak ortaya çıktılar. Hindistan’da özerk yönetimlerle yönetiliyordu. 1970’lerin başında, Doğu Pakistan denen Bengladeş, ulusal kurtuluş savaşı sonunda Pakistan’dan ayrıldı. Kendi bağımsız devletinin kurdu.
Büyük Britanya’nın, özerk yönetim kurmadığı tek alan Kürdistan’dır. 1919-1920’lerde, 1930’larda, 40’larda ve daha sonra, Irak’ta, Kürd ulusal ve demokratik istemlerinin bastırılmasında İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin çok büyük rolü olmuştur… Kürdlerin bastırılmasında, İngiltere her zaman Irak’a yardımcı olmuştur. Hatta, İngiltere bu konuda başrolü oynamıştır Büyük Britanya’nın Mustafa Kemal’e verdiği söz bu şekilde yaşama geçirilmiş olmaktadır.
Karşılaştırmalar…
İki karşılaştırma yapmak, Kürdler, Kürdistan konusundaki bilgilerimizi çoğaltacak, zenginleştirecektir. Birincisi Kürdistan’ın Filistinli Arapların durumuyla karşılaştırmaktır.
Filistin’in bir tek hasmı vardır. O da İsrail… Bugün 22 Arap devleti, İslam Konferansı’na bağlı 57 İslam devleti, Filistinli Arapları sevsinler veya sevmesinler, onlara yardım ederler. Bu her türlü yardımı içerir. Siyasal, diplomatik, askeri vs. her türlü yardımı… Bu Arap kamuoyunun da temel isteklerinden biridir. Bu çerçevede Kürdlere yardım eden hiçbir dost güç yoktur. Kaldı ki, İsrail’de, İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’den beri, Arapça, İbranice yanında ikinci resmi dildir. Örneğin, Türkiye’de, bunca mücadeleye rağmen hala Kürdçe eğitim söz konmuşu olamamaktadır.
Kürdler, etrafı hasım güçlerle çevrilmiş bir alanda, adeta bir cehennem içinde mücadele yürütmektedirler. Kürdistan’ın ve Kürdlerin, Bölünmesinin, parçalanmasının, paylaşılmasının Kürdleri dostsuz bıraktığını, düşmanlarının, hasımların çoğalttığını yukarıda ifade etmiştim.
İkinci karşılaştırma, Afrika sömürgeleri ile Kürdistan’ın karşılaştırılmasıdır. Avrupalılar, 16. yüzyıİın başlarından itibaren Afrika’ya ayak basmaya başladılar. Önce Hollandalılar, sonra Portekizliler, İspanyollar, daha sonra İngilizler, Fransızlar Afrika’ya ayak bastılar. 19. yüzyılın son çeyreğinde, İtalyan Birliği’nin ve Alman Birliği’nin kurulmasından sonra da İtalyanlar ve Almanlar, Afrika’ya ayak bastılar. Afrika’nın Avrupalılar tarafından bilinmeyen yerlerine yerleştiler.
Herbiri Afrika’ da, yerleştiği alanlara koloniler göndermeye başladı. 19. yüzyılın son çeyreğine doğru, Afrika’nın her tarafına, Avrupalılar yerleşmiş oldular. Herkes kolonilerinin güçlendirmeye, ayak bastığı toprakları genişletmeye başladı. Bu konuda bazı anlaşmazlıklar da çıkıyordu. İşte bu anlaşmazlıkları gidermek için, 1885’de, Berlin’de bir konferans düzenlendi. Bu konferansa, Hollanda, Portekiz, İspanya, İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Almanya katıldı. Fiili durum kağıt üzerine de geçirildi. Afrika’da sömürgelerin sınırları bu konferansta belirlendi.
Sınır sorunu elbette çok önemlidir. Afrika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, sadece iki bağımsız devlet vardı. Liberya ve Habeşistan… Bugün 57 bağımsız devlet var. Sömürgeler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1950’lerde, 1960’larda birer birer bağımsızlıkların kazandı. Silahlı mücadeleyle bağımsızlık kazanan dört devlet var. Cezayir ve Portekiz sömürgeleri… Geriye kalan devletler, emperyal ve sömürgeci güçlerle yürüttükleri Anayasal Görüşmeler yoluyla bağımsızlıklarını kazandılar. İşte bu sömürgelerin sınırları 1885’de, Berlin Antlaşması’yla çizildi. Afrika sömürgeleri bağımsızlılarını bu sınırlar üzerinden gerçekleştirdiler. Sömürgeler bağımsızlaşırken sınır kavgaları olmadı. Çünkü sınırlar 1885’de çizilmişti. İngiltere’nin, Fransa’nın, Belçika’nın, Portekiz’in, İspanya’nın, Almanya’nin, İtalya’nın sömürgeleri belli olmuştu.
1885’de çizilen bu sınırlar değişmedi. Sadece, 1993 yılında, Eritre’nin, Etiyopya’dan (Habeşistan) atılmasıyla sınır değişikliği oldu. Bir de, 2011’de, bir referandum sonunda, Güney Sudan, Sudan’dan ayrıldı.
Kürdistan’da durum çok farklıdır. Kürdistan 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmıştır. Herbir kesimi de emperryal ve sömürgeci güçler tarafından işgal edilmiştir.
Sömürge bir statüdür. Çok alt düzeyde de olsa, sömürge bir statüdür. Örneğin, ‘Kenya İngiltere’nin sömürgesidir’ sözü neyi ifade etmektedir? Bu, sınırları önceden belirlenmiş, Kenya isimli bir ülke olduğunu, orada farklı bir halkın yaşadığını, o ülkenin, kendi ekonomik çıkarlarını korumak, geliştirmek için İngiliz Genel valisi tarafından yönetildiğini gösterir. Bu bakımdan, Kürdistan sömürge bile değildir. Sınırlara sahip değildir. Hiçbir statüye sahip değildir. Kürdistan 1920’lerde, bir İngiliz mandası (sömürgesi) veya Fransız mandası (sömürgesi) olarak kurulabilseydi durum şüphesiz çok çok farklı gelişirdi. Bu bakımdan biz yüz yıl gecikmiş bir sorunu konuşuyoruz.
11 Mart 1970’de, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mele Mustafa Barzani ve Irak Devrim Konuta Konseyi Başkan Yardımcısı, Başbakan Saddam Hüseyin arasında yapılan anlaşma, Kürdistan’ın sınırlarını çizme anlaşmasıdır. Kürdistan’ın özerkliği anlaşması. Anlaşma, özerk yönetimin sınırlarını belirleyecekti. Fakat Saddam Hüseyin, İran’dan, Türkiye’den, Suriye’den, Sovyetler Birliği’nden, ABD’den, Avrupa ülkelerinden, Arap ülkelerinden vs. aldığı güçle bu anlaşmanın Kerkük’le ilgili maddelerini uygulamadı. Kürdistan’ın sınırlarını belirleyecek referandumu gerçekleştirmedi. Zira bu devletler bu anlaşmanın yaşama geçmesini istemiyordu.
Kürdistan’ın sınırlarını belirleyecek ikinci girişim 2005 tarihli Irak Anayasası’nın 140. maddesinin uygulanmasıydı. Bu maddenin hükümleri de yaşama geçirilmedi. Bu madde de Kürdistan’dan koparılan alanlar üzerinde referandum yapılmasını öneriyordu. Yukarıda adı geçen devletlerin bir kısmı, Irak yönetimi üzerinde etki kurarak bu maddenin yaşama geçirilmesine engel oldular.
Kürdistan’nın sınırlarının çizimiyle ilgili üçüncü girişim, 25 Eylül 2017 Bağımsızlık Referandumu oldu. Referandum aslında % 72 katılım ve % 93 onay aldı. Fakat Irak Referandumu tanımayacağını ilan etti. Türkiye, İran, ABD; İngiltere, Almanya vs. aynı şekilde referandumu tanımayacaklarını ilan ettiler. 16 Ekim 2017’de, Kürdlerin kendi içlerinde geliştirdikleri bir ihanetle üçüncü girişim de başarısız oldu.
Görüldüğü gibi, Kürdistan’da, sınırların belirlenmesi için yapılan çalışmaları engelleme konusunda yoğun bir bilinç var. Bu ilişkilerin, Afrika sömürgelerinde yaşanan süreçlerle ne kadar farklı olduğunu açıkça görülmektedir. Afrika sömürgelerinde sınırlar 1885’de çizilmiş. bağımsızlık süreçleri o sınırlar üzerinden gerçekleşmiş. Kürdistan’daysa, bu sınırla bir türlü çizilemiyor. Kürdlerin istek ve iradeleri kabul edilmiyor.
Hatırlayalım: 7 Haziran 2017’de,Kürdistan Başkanı Mesut Barzani, ’25 Eylül 2017’de raferandum yapacağız. Kürd halkına kendi geleceği hakkında ne düşündüğünü soracağız’ şeklinde açıklama yapmıştı. Bu açıklamadan sonra, Irak, İran, Türkiye, Suriye gibi devletler, daha sonra Almanya, İngiltere, ABD gibi devletler, daha sonra Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler, Kürdlere referandum yapmamalarını salık verdiler. ‘Referandum başta Kürd Halkı için iyi değildir, zararlıdır…’ dediler… Bu şu anlama geliyordu. ‘Siz Kürdlerin referandum yapıp kendi geleceğinizi belirleme hakkınız yoktur. Sizin geleceğinizi ancak bir belirleriz…’ Bu bakımdan, 25 Eylül 2017’de, Referandumun ilan edilen zamanında gerçekleştirilmiş olması başlı başına değer taşımaktadır. Ayrıca, elde edilen sonuç da bir tapu değerindedir.
Enfal neydi?
Yukarıda, 16 Mart 1988’de, Halepçe’de soykırım yaşandığını belirtmiştim. Bu soykırıma rağmen, 1988 yazında ve Sonbahar’nda, Enfalin bütün şiddetiyle devam ettiğini görüyoruz.
Enfal neydi? 20-25 metre uzunluğunda, 2-3 metre genişliğinde, 3 metre derinliğinde bir çukur düşünün… İş makinalarıyla önceden kazılmış, hazır edilmiş bir çukur. Saddam Hüseyin Rejimi’nin güvenlik kuvvetleri, sabaha doğru Kürd köylerine baskın yapıyordu. Kadın-erkek, yaşlı-genç herkesi ağır bir devlet terörü eşliğinde evlerinden çıkarıyor. Çok uzaklarda bir yerdeki toplama kampına götürüyordu. Irak güvenlik kuvvetleri, evlerin içindeki eşyaları yağmaladıktan sonra, evleri, köyü yakıyordu.
Toplama Merkezine götürülen Kürdler üç-dört gün aç-susuz burada tutuluyordu. Sonra, bir sabah, toplama merkezinden çıkarılıyor, önceden hazırlamış bu çukurların başına getiriliyor. Her çukurun başına 75 kişi getiriliyor. Orada 11 kişilik bir manga var. Çukurun başına getirilen bu kişilere 7-8 metreden ateş ediyor. İnsanlar, birer birer çukurun içine düşüyor. Bu şekilde her çukura 75 kişi, 75 Kürd dolduruluyor.
Bu ateş sırasında herkes ölmemiş olabilir. Örneğin, kadınlar bebeklerine siper olduğu için bebekler ölmemiş olabilir. Kurşuna dizme olayının hemen arkasından toprak atıcılar göreve başlıyor. Çukurları kalın bir toprak tabakasıyla kapatıyor…
Enfal, 1988 yazında Kürdistan’da sistematik bir şekilde uygulanıyor. Germiyan tarafında kadın-erkek, genç-yaşlı bütün Kürdler Enfalin hedefi oluyor. Baxdinan tarafında 12 yaşından büyük bütün erkekler, Enfalin hedefi oluyor. Arif Kurbanî’nin, Umrean’dan Topzawa’ya adlı çalışması bu süreci etraflı ve belgeli bir şekilde anlatıyor. (2007 peyamaazadi,çev. Roşan Lezgin)
Burada temel soru şudur: Saddam Hüseyin, soykırımlar yaparak Kürdleri yok etme cüretinin nereden alıyor?
Yukarıda belirtmeye çalıştık. 16 Mart 1988’de Saddam Hüseyin Rejimi, Halepçe’de Kürdlere soykırım yapmıştı. Bu soykırıma, Bileşmiş Milletler, İslam Konferansı, Arap Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslar tepki gösterseydi, Türkiye, İran, Suriye, gibi devletler, ABD, Fransa, Almanya, İngiltere gibi devletler, Kuveyd’de, toplantı halindeki İslam Konferansı, bu soykırımdan dolayı Saddam Hüseyin’ni kınasaydı Saddam Hüseyin, 1988 yaz ayları boyunca Kürdlere Enfal yapabilir miydi?
Bunun kadar önemli başka bir soru da şu olabilir. Kürdler, 7 Haziran 2017’de, 25 Eylül 2017’de Referandum yapacaklarını açıklamışlardı. Bu açıklamaya karşı, Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı, Arap Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği giibi uluslararsı örgütler, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, gibi devletler, Türkiye, İran, Suriye, gibi komşu devletler , referanduma karşı oldukların açıklamışlardı. Buna rağmen Kürdler, belirtilen tarihte referandumu gerçekleştirmişlerdi.
Referanduma karşı çıkmak, referandum sonucunun tanımamak, Kürdleri, kendilerine soykırım yapmış bir rejimle birlikte yaşamalarını dayatmak olmaz mı? Bu konudaki uluslararısı hukuk Kürdler için neden yaşama geçmiyor?
Auschwitz- Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı
Bu iki karşılaştırma yanında üçüncü bir karşılaştırma daha yapabiliriz. Bu Auschwitz Toplama kampıyla Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’nın karşılaştırılmasıdır. Auschwitz’de yaşanan baskı zulüm, Süleymaniye merkez Güvenlik Karargahı’nda da yaşanmaktadır. Ama, Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’nda, Hitler’de olmayan bir zulüm daha vardır. Bu da Kadınların Şerefini Lekeleme Odasıdır…
Bu odaya hangi kadınlar, nasıl getirilmektedir? Bu odada kadınların şerefini lekelemekte kimler çalıştırılmaktadır? Bu konudaki inceleme, Kürdler, Kürdistan hakkındaki bilgilerimizi, Ortadoğu hakkındaki, Filistin hakkındaki bilgilerimizi çoğaltacaktır, zenginleştirecektir. (bk. Kenan Makiya, Vahşet ve Sessizlik, Savaş, Diktatörlük Başkaldırı ve Arap Dünyası, Çev. Arif Karadağ, Avesta, Acil Kitaplar, 2003, İstanbul, s. 354-355)
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.