Nusret Aydın’ın, ‘Ermeni Tehcirinin Yüzüncü Yılında Sözlü Tarihten Gerçeğe: Diyarbekir’ (Roşna Yayınları, Diyarbakır 2016) kitabını okudum Bu kitapla ilgili bazı düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
Nusret Aydın, bu kitabında, Adnan Çelik’in ve Namık Kemal Dinç’in ‘Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir ( İBV Yayınları, İstanbul, Ocak 2015) kitabıyla ilgili bazı eleştirilerde bulunmaktadır.
Bu incelemede, Nusret Aydın, iki konu üzerinde durmaktadır. Birinci olarak, Eğil beylerinin Ermeni tehcirine katılmadığını, Ermeni mallarının yağma edilmesinden de pay almadıklarını anlatmaktadır. Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç’in, sözlü tarih çalışmalarında, bu konuda dile getirmeye çalıştıkları düşünceleri eleştirmektedir.
İkinci olarak da, genel olarak, Kürdlerin, Ermeni soykırımında, rol almadıklarını, o dönemde, Kürdlerin de çok büyük baskılar altında kaldıklarını, sürgünler yaşadıklarını, bazı bölgelerde yaşanan ve soykırım denebilecek süreçlerin bütün Kürdlere teşmil edilemeyeceğini, soykırımın, İttihat ve Teakki tarafından planlandığını, Kürdlerin önemli bir kısmının da örneğin, Eğil beylerinin de, birçok Ermeni’yi korumaya çalıştığını, onları canlarını kurtardıklarını vs. anlatmaktadır. Adnan Dinç’i ve Namık Kemal Dinç’i bu yönlerden de eleştirmektedir.
‘Hasta Adam’ın Yaptıkları…
Burada ele alınması gereken temel kavram ‘Hasta Adam’ kavramıdır. Bu kavramın incelenmesi, değerlendirilmesi önemlidir. İkinci olarak da Teşkilat-ı Mahsusa kavramının, örgütünün içeriğinin incelenmesi gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ‘Hasta Adam’ olarak anılmaya başlandı. Bu kavramı ilk olarak Rus 1. Nikola kullanmıştı. Çar bunu 1853 yılında, bir sohbet sırasında, Büyük Britanya’nın Rusya elçisi, Seymour’a söylemişti. O da bunu Londra’ya rapor edince, bu kavram, Batı’da her tarafa yayılmıştı.
Bu kavram 19. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Rusya, Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, ABD tarafından sıklıkla kullanıldı. Bu düşünce pek çok kaynaktan yaralanarak temellendirilebilir.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde, 1915 de ve sonrasında ne oldu? 1.5 milyona yakın Ermeni nüfus soykırımla çürütüldü. ’Hasta Adam’ bu kadar köklü bir operasyon yapabilir mi? Dikkat edelim, ‘Hasta Adam’ bu operasyonları Batı Ermenistan’ın veya Kürdistan’ın, sadece belirli bir yerinde yapmıyor, her tarafta yapıyor. Sivas, Erzurum, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Bingöl, Siirt, Bursa, Eskişehir, Ankara. Yozgat…gibi bütün alanlarda yapıyor.
Aslında, bu tür operasyonlar, sadece Ermenilere yapılmıyor. 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan yenilgisinden sonra, Rumlara, Pontuslara karşı çok yoğun saldırılar yapıldığı, Karadeniz havalisindeki Pontusların, Ege’deki, Kapadokya’daki Rumların, göçertilmeye başlandığı da biliniyor. Ermenilerle birlikte, Süryanilerin, Ezidi Kürdlerin tehcire tabi tutuldukları da biliniyor.
‘Hasta Adam’ bu kadar geniş bir coğrafyada, bu kadar büyük kitleler üzerinde, böyle köklü, sonuç alıcı, kalıcı operasyonlar yapabilir mi? Savaş sürecinde Osmanlı ordularının, Galiçya’da, Kafkaslarda, Yemen’de Kanal harekatında, Basra taraflarında vs. başarılı olmadığı, çok büyük toprak kayıplarını önleyemediği biliniyor. Ama, Küçük Asya’da, Rumlara, Pontuslara, Ermenilere, Süryanilere, Ezidi Kürdlere, karşı, kalıcı, kendisi açısında çok başarılı operasyonlar gerçekleştirilmiş. Bu nasıl açıklanabilir?
Bu başarının tek yolu, halkın çok yoğun ve yaygın desteğini almış olmasıdır. Türk halkının da Kürd halkının da bu operasyonlara destek verdiği söylenebilir. Bu başarının nedenlerini, İttihat ve Terakki’nin, devlet ve toplum tasarımında ve bu tasarımları, yaşama geçirmek için oluşturduğu politikalarda aramak gerekir.
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk esası üzerinden yeniden organize etmek gibi bir düşüncesi vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nu, tamamen Türklerin yaşadığı bir imparatorluk haline getirmek istiyordu. Bunun yanında Osmanlı ekonomisini millileştirmek gibi bir projesi de vardı. Rumların ve Pontusların sürgünü, Ermeni nüfusunun tehcirle soykırımla çürütülmesi, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu bu politikanın gereğiydi. Rumlara, Pontuslara, Ermenilere uygulanan politika Süryanilere ve Ezidi Kürdlere de uygulandı. Rumlardan Pontuslardan, Ermenilerden arka kalan taşınmaz mallara el konulacak, bunlar, Müslüman Türk tüccarın denetimine verilecekti. Osmanlı ekonomisi böylece millileştirilmiş olacaktı. Teşkilat-ı Mahsusa bu politikayı yaşama geçirmek için kuruldu. Teşkilat-ı Mahsusa İttihat ve Terakki’nin gizli örgütüydü.
Ağır suçlardan dolayı cezaevinde yatan mahkumlarla veya bu tür suçlardan dolayı firar halinde olanlarla sözlü anlaşmalar yapıldı. “Yaşadığınız alanlarda, Rumları, Pontusları, Ermenileri taciz edin, onlara, her türlü baskıyı zulmü yapın, onları, yaşadıkları alanlardan kaçırtın, onlardan arta kalan mallar taşınmaz mallar sizin olacak. Evler, atelyeler, dükkanlar, mandıralar, tarlalar, zeytinlikler vs. sizin olacak. Ayrıca, maddi ve manevi başka ödülleriniz de olacak Dosyalarınız da kapatılacak…” Bazı Kürd aşiret reislerinin, bazı Kürd şeyhlerinin Taşkilat-ı Mahsusa’da çalıştıkları da biliniyor. 1912 Balkan yenilgisinde sonra, Balkanlardan göç eden Evlad-ı Fatihan Türklerin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, önemli bir tabanı olduğu yakından biliniyor.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Kürdistan’da nasıl örgütlendiğine, biraz daha yakından bakmakta yarar vardı. Diyarbakır, Mardin, Van, Bitlis gibi alanlarda, devlet bürokrasisinin bazı unsuları, gizli örgüt Teşkilat-ı Mahsusu’nın da üyeleriydi. Vali, jandarma komutanı, emniyet müdürü, tapu müdürü, nüfus müdürü, savcı, yargıç vs. Bunların hepsi değil, ama bir kısmı Teşkilat-ı Mahsusa’nın da üyeleriydi. Bazı Kürd aşiret reisleri, bazı Kürd şeyhleri de Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleridir. Burada, dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ilişki söz konusudur. Vali, mutasarrıf, jandarma komutanı, emniyet müdürü, tapu müdürü, nüfus müdürü gibi bazı üst düzey bürokratların aşiret reisleriyle, şeyhlerle ayın örgüt içinde yer alması nasıl bir sonuç doğurur? Yağmaya açılan Ermeni ve Süryani malları konusunda, bu yağmalardan pay alabilmek için, aşiret reisleri ve şeyhlerle bürokratlar arasında, paylaşımı amaçlayan bir işbirliği oluşmayacak mıdır? Bu ilişkilerin Karadeniz havalisinde, Ege’de, biraz daha farklı bir şekilde kurulduğu söylenebilir.
Pek çok alanda, Rumlara, Pontuslara, Ermenilere, jandarma birliklerinden, emniyet kuvvetlerinden, ordu birliklerinden önce, halkın saldırdığı görülmektedir. Halk, neden böyle bir saldırıya girişmektedir? Bu yağmalardan pay koparabilmek için. Bu operasyonların, çeşitli alanlarda nasıl geliştiği, o köyde, o mahallede, o şehirde, bu ilişkilerin nasıl kurulduğu ayrı ayrı ele alınabilir Yağmayı da amaçlayan bu oprasyonlara, halk, bu kadar yaygın ve yoğun bir şekilde katılmasaydı, ‘Hasta Adam’ bu kadar köklü ve kalıcı operasyonlar yapamazdı. Küçük Asya’nın her tarafında, halk, bu kadar yoğun ve yaygın katılmamış olmasaydı ‘Hasat Adam’ bu kadar kısa zamanda sermaye dönüşümü gerçekleştiremezdi.
Bu dönemde, Kürdlerin bir kısmı, hatta büyük bir kısmı baskıyla karşılaşmış olabilir. Büyük kileler yerini-yurdunu terk etmek, zorunda kalmış, sürgünler yaşamış olabilir. Ama bu, İttihat ve Terakki’nin, devletin, başka Kürdlerle işbirliği yapmayacağı anlamına gelmez. İttihat ve Terakki’nin çeşitli bölgelerde bazı aşiret reisleriyle, şeylerle sıkı ilişkiler kurduğu da açıktır. Bunlar, devletin de çok yoğun desteğiyle, Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı, operasyonlara katılmış olabilir. İşte bu konuda, sözlü tarih çalışmalarının çok önemli olduğu kanısındayım. Soykırımın devlet projesi olduğu, İttihat ve Terakki’nin bir projesi olduğu, Kürdlerin tetikçi olduğu besbellidir. Ama, yerelde, devlet bürokrasisinin üst düzey bazı unsurlarıyle, bazı aşiret reislerinin, şeyhlerin ayın gizli örgüt içinde yer almaları, tetikçiliği aşan bir durumu ortaya koyduğu da söylenebilir.
‘M.K’ Adlı Çocuğun Tehcir Anıları
Prof. Dr. Baskın Oran tarafından yayına hazırlanan bir kitap var. ‘M.K’ Adlı Çocuğun Tahcir Anıları, 1915 ve Sonrası, (İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2008, İstanbul)
Bu kitapda, Manuel Kırkyaşaryan’ın, 9-10 yaşlardaki, 10-14 yaşlardaki, 14-16 yaşlardaki 16-18 yaşlardaki, 18-19 yaşlardaki anılarından söz ediliyor. Manuel Kırkyaşaryan, yürümekten ayağı şişen, artık, daha fazla yürüyemeyen anasının, boğulmak için kendisini Fırat Nehri’ne nasıl attığını ve boğulduğunu anlatmaktadır İki-üç gün sonra, açık arazide, sabah uyandığında, babasını, yanında ölü olarak bulduğunu anlatmaktadır. (9-10 yaşlar) Kürd köylerinde, Kürdler tarafından nasıl muamele gördüğünü anlatmaktadır. (10-14 yaşlar) Daha sonra, Süryani köylerinde, ne gibi muamelelerle karşılaştığını anlatmaktadır. (14-16 yaşlar)
‘M.K.’ isimli çocuk, biraz nefes alabilmek için Hrıstiyanları aramaktadır. Hrıstiyanlar içinde Ermenileri aramaktadır. Ermeniler içinde akrabalarını bulmaya çalışmaktadır. (16-18 yaşlardaki Musul ve 18-19 yaşlardaki Halep anıları)
Bu kitapda, Baskın Hoca’nın, ‘Manuel Kırkyaşaryan’ı ve Anılarını Takdimimdir’ başlıklı bir sunuş yazısı var. (s.13-28) Bu yazıda, dönemi anlatan, dikkate değer bir bölüm var. Bu bölüm kısaca şöyle : ‘M.K.’ adlı çocuğun ailesi, Klikya’nın Hacin, bugünkü adıyla Saimbeyli yöresinden. ‘M.K.’ adlı cocuğun, Manuel Kırkyaşayan’ın ablalarından biri Verjin, Harputlu, zengin bir ailenin, tek oğlu olan Mamas Haçaturyan ile evlidir. Mamas Haçaturyan’ın babası, oğlunu tahsil için Liverpool’e gönderiyor. O da orada okuyor ve otel sahibi oluyor. Zenginleşiyor. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde, “Osmanlı’da artık her şey düzeldi” diyerek, babası oğlu Mamas’ı Harput’a çağırıyor. “Artık tek oğlumu yanımda görmek istiyorum” diyor. Oğlu Mamas’da babasının bu çağrısına uyarak, Harput’a geliyor. Bütün parasını banka aracılığıyle Harput’a transfer ediyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günler olacak, bir gece Harput’da, Mamas’ın kapısı çalınıyor. Kapı açıldığında Mamas Haçaturyan, karşısında üç adam görüyor. Biri banka müdürü, biri emniyet müdürü, biri de jandarma komutanı üç adam. Bu üç adam ellerindeki bir kağıdı, Mamas’a imzalatmak istiyor. Bu, bankadaki parayı çekme yetkisi veren bir kağıt. Mamas İmzalamak istemiyor. Öldürüyorlar. Karısı Verjin’e imzalatıp evden ayrılıyorlar. (s. 18)
O dönemde, çeşitli bölgelerde bu tür olayların saptanması önemlidir. Bu da ancak, sözlü tarih çalışmalarıyla saptanabilir.
Burada, irdelenmesi gereken bir kavram da ‘Kuvva-Milliye’ kavramıdır. Kuvva-i Milliye, neden, Ege’de, Urfa, Antep ve Adana’da (Klikya) kurulmuştur? Neden, örneğini Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Nevşehir, Kırşehir gibi alanlarda kurulmamıştır? Bunun da irdelenmesi gerekir.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra, Osmanlı’nın, İttihat ve Terakki’nin yenilgisi açıklandıktan sonra, Ege’den sürgün edilen Rumlar, tekrar kendi topraklarına, bıraktıkları evlerine, mülklerine vs. dönmeye başlamışlardır. Halbuki, Rumlar sürgün edildikten sonra, bu mallara-mülklere, çevredeki Müslüman Türk eşraf el koymuştur. Burada elbette devletin, İttihat ve Terakki’nin çok büyük desteği ve teşviki söz konusudur. İşte, Ege’deki Kuvva-i Milliye, Rumların gelip, mallarına-mülklerine sahip çıkmalarını engellemek için kurulmuştur. Mücadelenin hedefi, içeriği de budur.
Urfa, Antep, Adana çevresinde de buna benzer bir süreç yaşanmıştır. Urfa, Antep, Adana çevresinden, tehcire tabi tutulan, Halep’e kadar ulaşıp yaşamlarını sürdürebilen Ermenilerden bir kısmı, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra, tehcire tabi tutuldukları alanlara, yani kendi mallarına-mülklerine dönmeye başlamışlardır. Bunların bir kısmı, kendilerini güçlü göstermek için, Fransız üniforması giyerek Fransız ordusu görüntüsü vermeye çalışmışlardır.Halbuki, bu mallara-mülklere de , devletin ve İttihat ve Terakki’nin desteğiyle, teşvikiyle, Müslüman Türk ve Kürd eşraf el koymuştur. Buralardaki Kuvva-i Milliye örgütlenmelerinin ana amacı da, Ermenilerin gelip mallarına mülklerine sahip çıkmalarını engellemektir.
Kuvva-i Milliye örgütlenmelerine bir de bu açıdan bakmakta büyük yarar vardır. Rumlar, Pontuslar ve Ermenilerle genel olarak Türklerin bu konuyu ele alış biçimleri şüphesiz taban-tabana zıttır.
‘Ermenilerin Korunması…
Tehcir sırasında, soykırım sürecinde, bazı Kürdlerin, aşiretlerin, şeyhlerin, vs. Ermenileri koruduklarına, sakladıklarına dair çok anlatım vardır. Yazar Nusret Aydın’ın kitabında da, kitabın giriş bölümünde (s. 11-30) bu tür anlatımlar vardır. Kişi olarak hiçbir Ermeni’nin korunduğu, saklandığı kanısında değilim. Anaları, babaları, kardeşleri, akrabaları vs. kendi gözleri önünde katledilen kadınların, evlere “besleme” olarak alınmaları, işgücünden faydalanılması Müslüman edilmeleri, isimlerinin değiştirilmesi, daha sonra o kadınların bazılarıyla evlenilmesi ‘korunma’ falan değildir. Bu kadınlar o hayata katlanmışlardır. Bu katlanmanın ne kadar ağır, zor geçtiği, binbir türlü travmayla geçtiği besbellidir.
Küçük çocukların ailelerinden koparılıp alınmaları, anaları-babaları katledilen çocukların, çeşitli alanlardan toplanıp, özel yurtlarda yetiştirilmeleri, Müslüman edilmeleri, isimlerinin değiştirilmesi…Türk dili ve kültürüyle Müslüman gibi yetiştirilmeleri “korunma’ falan değildir. Bu süreçleri soykırımın göstergeleri olarak değerlendirmek gerekir. Belki, Dersim bölgesinde, Ermenilerin Ermeni olarak kabul edildikleri söylenebilir. Seyit Rıza, Alişer, Zarife ve çevresinin, Ermenilerle Ermeni olarak ilişki kurdukları, Ermenileri Ermeni olarak korumaya, saklamaya çalıştıkları söylenebilir. Şeyh Said ve çevresinin İhsan Nuri ve çevresinin de de böyle bir anlayışta oldukları dile getirilebilir.
Eleştiri Üzerine…
Bir yazının, kitabın yayımlanması, kamuoyuna sunulması şu anlama gelir. İsteyen herkes o yazıdaki, o kitapdaki düşünceleri eleştirebilir, kendi doğru bildiği düşüncelerini dile getirebilir. Doğal olarak, kamuoyuna açıklanmayan, bilinmeyen bir düşüncenin eleştirisi de olmaz.
Nusret Aydın ‘Yüz Yıllık Ah!’ kitabında, kendi düşüncelerinin açık adıyle yani Nusret Aydın adıyle değil, ‘Hayri’ gibi bir mahlasla kullanılmasını eleştirmektedir. (s. 12) Nusret Aydın bu eleştirilerde haklıdır. Nusret Aydın, “Diyarbakır Eğil Hükümdarları Tarihi, (Avesta Yayınevi İstanbul, 2003) ve Diyarbekir ve Mirdasiler Tarihi (Avesta Yayınevi, İstanbul 2011) kitaplarının yazarı olarak, konuşmalarının kendi açık adıyle verilmesini istemesi doğaldır ve bu konuda dile getirdiği eleştirilerde haklıdır. Ama, “siz tarihten anlamıyorsunuz”, “zavallılarsınız…” “ tarih bilmiyorsunuz önce öğrenin sonra konuşun…” gibi ifadeler eleştirinin, bilimin ifadeleri değildir. Bu tür ifadeler diyalog geliştirmez. Halbuki, eleştirinin kavramlarıyle, bilimin kavramlarıyle bir eleştiri olsa, bu ilişki diyolog geliştirebilir.
Düşün hayatını geliştirecek önemli kurum ise eleştirirdir. Eleştirinin, sağlıklı, dinamik bir şekilde çalışması bu bakımdan kaçınılma bir istek olmalıdır.
Not: Bir önceki, Avustralya Gezisi yazısında bazı yanlışlar oldu. Bunları düzeltmem gerekiyor. Biz Melbeurne’de, Mehmet ve Cemre Kurucan’ın değil, Hüseyin ve Yıldız Çelebi’nin evlerinde kaldık.
Müzisyen olan, sanatçı olan ve bize plağını armağan eden de Cemre’dir, Yıldız Çelebi değil… Bu yanlışları, Cemre’nin plağın dinlerken fark ettim.
Bu yanlışlardan dolayı, Hüseyin ve Yıldız Çelebi’den, Mehmet ve Cemre Kurucan’dan özür diliyorum. Sanatçı Cemre’den ayrıca özür diliyorum.
Bu yazıda başka yanlışlar da olabilir. Arkadaşlar bu yanlışları bildirirlerse sevinirim.
[email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.