Suriye olayları Mart 2011 de başladı. 2012 de yoğunluk ve yaygınlık kazandı. Bu tarihten sonra, halk, özellikle Araplar, Suriye sınırlarını aşıp Türkiye’ye göçtü. Ama, Suriyeli Araplar, Türkiye’de kalmaktan çok Avrupa’ya ulaşmak için çok yoğun ve yaygın bir çaba içinde oldular.
Şüphesiz, Ürdün, Lübnan gibi ülkelere, iltica eden Araplar da oldu. Suriyeli Kürdler ise, daha çok Kürdistan Bölgesel Yönetimi alanına, bir kısmı da Türkiye’ye iltica etti.
Suriyeli Arapların, neden ille de Avrupa’ya ulaşmak istemeleri dikkate değer bir durumdur. Suriyeli Arapların, örneğin, neden Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Müslüman ülkelere değil, ille de Avrupa’ya ulaşmak istemeleri, ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gereken bir süreçtir. Üstelik, isimleri verilen ülkelerin gelir bakımından zengin ülkeler olduğu da bilinmektedir. Avrupa’ya ulaşmanın büyük riskler taşıdığı da açıktır. Gerek Ege’den deniz yoluyla Yunanistan’a, ulaşmanın, gerek Trakya yolunun çok riskler içerdiği de bilinmektedir. Bunun büyük maddiyatı, ücreti gerektirdiği de açıktır. Bunlara rağmen ille de Avrupa’ya ulaşmaya çalışmak ilginçtir.
Suriyeli mültecilerin, daha konforlu bir yaşam sürmek için Avrupa’yı tercih ettikleri ileri sürülebilir. O zaman da şu çok önemli bir sorudur. Müslüman ülkeler, gerek kendi halklarına gerek mülteci Müslümanlara neden konforlu bir yaşam sunamıyor? İslam bugün, Arap Birliği’ne bağlı 22-23 ülke tarafından, İslam Konferansı’na bağlı 57 ülke tarafından, Batı Medeniyeti ve Doğu Medeniyeti yanında, üçüncü temel medeniyet olarak algılanmaktadır. Batı Medeniyeti, Doğu Medeniyeti, İslam Medeniyeti… O zaman böyle temel bir medeniyetin, savaşlar ve iç savaşlar dolayısıyla, acı çeken, darda kalmış mültecilere neden kucak açmadıkları, elbette incelenmesi gereken bir durumdur. Bazı Arap ülkelerinin gelir bakımından zenginliği de söz konusuyken…
Avrupa’ya ulaşabilen Suriyeli mültecilerin bir kısmının tutumlarının incelenmesi de gerekir. Bu mültecilerin bir kısmının kadınları, “biz İslamız, İslamı yaşamak istiyoruz, dinimizin gereği budur” diyerek, çarşaflara, peçelere bürünerek dolaşıyorlar, çoğu yerde, başörtüsü önemli bir sorun oluyor, gıda dağıtımında ‘domuz eti mi, değil mi?’ diye önemli sorunlar yaşanıyor… Bu insanlar, aileler, İslam’ı yaşamak istiyorlarsa, neden Müslüman ülkeleri tercih etmiyorlar?
Bu Arap mültecilerin bir kısmının, Berlin, Köln, Paris, Brüksel, Londra Roma gibi şehirlerde, ‘kafirlere ölüm’ diye dolaştıkları, tren istasyonlarında, otobüslerde, kahvehane gibi salonlarda bombalar patlattıkları da oluyor.
Filipinler’den, Malezya’dan, Myammar’dan, Bengladeş’den, Pakistan’dan, Afganistan’dan hareket eden Müslümanlar, İran üzerinden Türkiye’ye geçiyorlar, Türkiye’den de, Trakya ve Ege denizi yoluyla Yunanistan’a ulaşmak için çok yoğun bir çaba içine giriyorlar. Örneğin, İran gibi bir Müslüman ülkede yaşamak hiç tercih edilmiyor.
Afrika’nın çeşitli Müslüman ülkelerinden hareket eden Müslüman mülteciler de yine Müslüman ülkeleri geçerek Akdeniz’e ulaşmaya, oradan da, İtalya’ya geçmeye çalışıyorlar. Akdeniz kıyısındaki Müslüman ülkeleri tercih etmek bu mültecilerin aklından geçmiyor. Müslüman devletlerin de, bu Müslüman mültecilere kucak açmak gibi bir dertleri yok. Avrupa ülkelerinin bu mültecilerden rahatsızlığı ise, bu mültecilere, kendi halklarına sağladıkları konforu sağlayamama endişesinden kaynaklanıyor.
Mültecilerin, savaşlar, iç savaşlar sırasında darda kalmış, çaresiz kalmış, acı çeken insanlar, aileler olduğu, onlara her türlü yardımın yapılması gerektiği şüphesizdir. Bu konuda İslam ülkelerinin, özellikle gelir bakımından zengin İslam ülkelerinin neden duyarlı olmadıklarının sorgulanması vazgeçilmez olmalıdır.
Suriyeli mültecilerin, Suriye’yi terk ettikten sonra Müslüman ülkelere değil, ille de Avrupa’ya ulaşmaya çalışmaları, İslam dünyasında, düşün hayatını yakından ilgilendiren bir konu olmalıdır.
İslam’da, düşün hayatının başka sorunları da vardır. 1947’den beri, yani, İsrail’in, Ortadoğu’da, bağımsız bir devlet olarak kurulmasından beri, Arap-İsrail savaşlarında, Arapların çok büyük kaybı vardır. 1948-1949, 1956, 1967, 1973, 1982 savaşlarında Arapların verdiği kayıplar büyüktür. Ama, İslam dünyasının, kendi içindeki savaşlarda, Müslümanların birbirlerine verdirdikleri kayıplar, Arap-İsrail savaşlarında gerçekleşen kayıplardan misli misli büyüktür. Örneğin, 1979-1988 İran-Irak savaşında bir milyona yakın kayıp vardır.
ABD’nin, 2003’de, Irak’a silahlı müdahalesinden sonra, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra, Şii-Sünni çatışmaları sürecinde meydana gelen kayıplar onbinlercedir. Bağdad’da ve benzeri büyük şehirlerde Şiilerin ve Sünnilerin, birbirlerinin camilerin girip ibadet eden insanlar arasında kendilerini patlatmaları dikkatlerden uzak tutulamaz.
Afganistan’da, 1980’lerden beri, Müslümanların kendi aralarında çatışmalarında, birbirlerine verdirdikleri kayıplar çok büyüktür. Bu çatışmalar halen devam etmektedir.
Mart 2011’de başlayan, halen devam eden Suriye iç savaşında, Müslümanların birbirlerine verdirdikleri kayıplar 500 bin, 600 bin rakamlarıyla ifade edilmektedir. Yerinden edilmeler 4 milyonun üzerindedir.
Türkiye, Pakistan gibi ülkelerde yaşanan çatışmalar, Suudi-Arabistan-Yemen çatışması, Libya iç savaşı, halen devam eden çatışmalardır.
Bugün, dünyanın çeşitli yelerinde çatışmalar yaşanmaktadır. Bu çatışmaların çoğu, Müslümanların kendi aralarında gerçekleşen çatışmalardır. Bütün bunlar, İslam dünyasında, düşün hayatının öneli sorunlarıdır.
İki yılı aşkın bir zamandır IŞİD, hak-hukuk tanımaz, hiçbir insani değere sahip olmayan barbar bir örgüt olarak varlığını sürdürmektedir. Fakat, IŞİD’e karşı, ne 22-23 üyeli Arap Birliği’nde, ne, 57 üyeli İslam Konferansı’nda, ciddi bir tepki olmamıştır. Bunların önemli bir kısmının, IŞİD’i finanse ettikleri ise, yine bilgilerimiz dahilindedir. Taliban, el Kaide, el Nusra gibi örgütler için de bunlar söylenebilir. Bu da İslam dünyasında, düşün hayatının çok önemli bir sorunu olmalıdır. Ama, zaman zaman, yarım ağız bir şekilde, ‘IŞİD İslamı temsi etmez’ sözleri, IŞİD’e karşı ciddi bir tepki değildir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.