Bu konularda önemli bir sorun var. Onuncu yüzyılın sonlarından itibaren Orta Asya’dan Anadolu’ya göçle gelen Oğuzların toplamı kaçtır?
İTÜ öğretim görevlisi antropolog Timuçin Binder genetik alanında yaptığı araştırmaya dayanarak Türkiye nüfusunun sadece yüzde 10-15'i Orta Asya kökenli olabileceğini, geri kalan nüfusun en az 40 bin yıldır bu topraklarda yaşadığını söylüyor.
Antropolog Timuçin Binder'in görüşü dikkate değer bir görüş. Onuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya'dan, Batıya doğru Oğuz Türklerini akınları oldu. Horasan'a, İran'a, Mezopotamya'ya, Irak'a Anadolu'ya akınlar oldu. Dört asır boyunca bu akınlar devam etti. Yani, onbirinci, onikinci, onüçüncü yüzyıllarda da akınlar oldu. Bütün bu süre içinde gelen Oğuzların sayısı toplam olarak 400-500 bin civarındadır. Gelenlerin önemli bir kısmı aile olarak geliyordu. Göçle gelenler atlı ve silahlıydı. Göçle gelenler arasında atlı ve silahlı bekar erkekler de vardı. O zamanlar, Anadolu'da ve Anadolu'nun doğusunda yaşayan nüfusun 10 milyon civarında olduğu söylenmektedir. Bu halklar, Gürcüler, Ermeniler ve Rumlardı. Van Gölü ve Urmiye Gölü çevresindeyse Kürtler, daha Güney'de de Asuriler ve Araplar oturuyordu. Bu alanlarda dağınık bir şekilde yaşayan Yahudilerden de söz etmek gerekir. Demek ki, Oğuzlar, yerli kadınlarla evlenerek bir nüfus çoğalması oldu. 10 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların, fetihçilerin sayısının çok az olduğu söylenebilir. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların baskın gen oluşturamaması doğaldır. Akıncılar veya fetihçiler baskın gen oluşturamadığı için, Anadolu'da yaşayan Türklerle, Orta Asya'da yaşayan Türkler, örneğin Kırgızlar, Kazaklar, Hakas Türkleri ve Tatarlar arasında, fizik bakımında benzerlik bulunmuyor. Bu toplulukların genel olarak çekik gözlü oldukları biliniyor.
Resmi görüş “Bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türk hisseden Türktür” diyor. Bu hükmün insanları, örneğin Kürtleri Türk yapamayacağı açıktır. Kürtler artık kendilerini Türk hissetmiyorlar. Bunu açıkça dile getiriyorlar. Bu süreci idari ve cezai yaptırımlarla engellemek de artık mümkün değildir. Kürtler artık, Türklerle, Kürt olarak ve eşit koşullar içinde yaşamak istiyorlar. Kürtler, artık, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep ediyorlar, savunuyorlar. Doğal olan, doğru olan budur.
***
Küçük Asya’ya gelen Türkmen nüfus hakkında kesin bir bilgi olmadığı söylenir. Doğan Avcıoğlu, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun, (1912-1984) X. ve XII. Yüzyıllar arasında, Küçük Asya’ya 550 bin- 600 bin Oğuz, Türkmen geldi, dediğini hatırlatmaktadır. Prof. Dr. Claude Cahen’in ise,(1909-1991) Osmanlılardan Önce Anadolu kitabında, 200 bin-300 bin kişilik bir göç olduğundan bahsettiğini, hatta bu miktarı düşürdüğünü vurgular. Prof. Dr. Speros Vryonis’in de ( d.1928) aynı kanıda olduğunu söyler.
Doğan Avcıoğlu aynı dönemde, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç’ın ise, (1900-1961) bir milyonun üzerinde bir Türk varlığından söz ettiğini söyler. O dönemde, Küçük Asya’daki Müslümanların, Hrıstiyanların, onda bir bile olmadığı vurgulanır.
O dönemde, Küçük Asya’nın nüfusunun 8 milyon civarında olduğu hesaplanır. Küçük Asya’nın yerli halkı, Gürcüler, Lazlar, Pontuslar, Ermeniler, Rumlardır. Zağroslar’da, Urmiye ve Van Gölü arasında, Kuzey Mezopotamya’da Kürdler yaşamaktadır. Kuzey Mezopotamya’da Kürdler, Asuri-Süryanilerle birlikte yaşamaktadır. Küçük Asya’da, bir miktar Yahudi’nin varlığından da söz etmek mümkündür. Speros Vryonis, 13. Yüzyılda, 8 milyonluk nüfusun 6 milyona düştüğünü de belirtmektedir.
8 milyonluk kitle karşısında, 3 asır boyunca gelen toplam 500 bin civarında olan kitle baskın gen oluşturamamaktadır. Bugün, örneğin, Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Eskişehir yörelerinde, yani Ortaasya’dan gelenlerin daha yoğun olarak yaşadıkları yörelerde yapılan DNA tetkiklerinde, buradaki nüfusun, Ortaasyalı, Kırgızlara, Kazaklara, Türkmenlere benzeme oranın çok düşük olduğu görülmektedir… Anadolu’nun yerli halkları Rumlara, Ermenilere benzeme oranı daha yüksektir. Örneğin, yukarıda sözü edilen illerde yaşayan Türkler fizik olarak Kırgızlara, Kazaklara, Türkmenlere benzemiyorlar… Rumlara, Ermenilere vs. daha çok benziyorlar… Kaldı ki, Ortaasya’dan gelenlerini hepsi Türkmen değildir. Afganlar ve Moğollar vs. de vardır.
Şu önemli. Küçük Asya’ya gelenler, kanımca, fetih için gelmiyorlar. Kendilerine yeni yerleşim alanları bulmak için geliyorlar. Atlı ve kılıçlı geliyorlar. Aile değil, daha çok erkekler geliyor. Gürcü, Ermeni, Rum vs. kadınlarla evlenmek suretiyle nüfus artışı sağlanıyor. Önce Müslümanlaşma, daha sonra Türkleşme gündeme geliyor. Türkleşme, daha doğrusu Türkleştirme çabalarının, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, İttihat ve Terakki ile başladığı, bu çabaların, Cumhuriyet döneminde kararlı bir şekilde sürdürüldüğü biliniyor.
14. ve 15. Yüzyıllarda, Küçük Asya’da, Türkmenlerden, Türkmen akınlarından vs. bahsederken, bu ilişkilerin hatırlanmasında yarar vardır. 14. Ve 15. Yüzyıllarda, bütün Küçük Asya’yı Türkmenlerle dolu saymak, o günkü koşulları inceleyen bir tarih yazımı değildir, bugünün değerleriyle o günleri inceleyen, bugünkü resmi ideolojinin gereklerinin yerine getiren bir tarih yazımıdır.
Doğan Avcıoğlu’nun bu konudaki düşünceleri için bk. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Beşinci Cilt, Tekin Yayınevi 1984 İstanbul, s. 2004-2005
***
Osmanlıların Balkanlar’da Avrupa içlerinde gelişmesi fütuhatla, askeri istila yanında, iskan ve kolonizasyon hareketiyle de ilgilidir. Pavlusçular ve Bogomiller Mani dinini Hristiyanlık içinde yaymaya çalışan gruplar olarak görülüyor. Kilise tarafından çok ağır baskılarla karşılaşan Pavlusçular ve Bogomiller Osmanlı’nın Balkanlar’da gelişmesini kurtuluş olarak görüyorlar. Osmanlı’nın iskan ve kolonizasyon hareketine destek veriyorlar. Osmanlıların Balkanlar’da iskan ve kolonizasyon hareketiyle, Pavusçularla ve Bogomillere buluşması araştırmacı-yazar Hasan Yıldız tarafından tarihsel buluşma olarak değerlendiriliyor. (s. 134-140) Bir süre sonra Pavlusçular ve Bogomiller Müslümanlığı da kabul ediyorlar. Pavlusçular savaççı, Bogomiller barışçı nitelikleriyle tanınıyorlar. Mani dinindeki İnsan-ı kadim anlayışı (eski, öncesiz, geçmişin derinliklerine inen) Alevilikte, İnsan_ı Kamil (sözleri doğru, işleri iyi ahlakı güzel insan) olarak beliriyor.
***
1514 Yavuz Sultan selim ile Şah İsmail arasında gerçekleşen Çaldıran Savaşı döneminde ve sonrasında Kürd mirleri ile Osmanlı arasında bir ilişkinin geliştiği görülür. Bu ilişkiyi, Kürd mirlikleri ile Osmanlı arasında karşılıklı görüşülüp belli prensipleri imza altına aldıkları bir antlaşma olarak değerlendirmemek gerekir. İki kesim arasında aracılar vasıtasıyla yapılan söz bildirimi olarak değerlendirmek gerekir. (s. 148)
Bu dönemde Kürd mirlerinin hiçbir bağlayıcılığı olmaya boş fermanlara olur verdikleri görülmektedir. Bu fermanların Kürd mirlerinin kendi varlıklarını ve geleceklerini yakından ilgilendirdiği açıktır. Bu konuda Kürd mirlerinin ortak bir tutum alamamaları dikkate değer bir durumdur. Bu konuda, Kürd mirleri bırakınız ortak tavır almayı, aracıyı bir tarafa bırakıp Padişahla bizzat muhatap olmayı bile düşünememişlerdir. Bu durum boş fermanların gerçekten boş olduğunu ortaya koymaktadır. Mülkün babadan oğula geçmesinin kabul edilmesi fermanların dolu olduğu anlamına gelmiyordu. Kürd mirlerinin kendileri olarak iş yaptığı anlamına gelmiyordu.
Yavuz Sultan Selim, İran Şahı’nın Kürdistan’da ve Anadolu’da ilerlemesinden rahatsızdı. Bu bakımdan Kürdlerin birlik halinde İran Şahı’nın önünü kesebileceğini düşünüyordu. Bu bakımdan, Kürd mirlerine kendi aralarından birini başkan seçmelerini öneriyordu. Yavuz Sultan Selim’in yaptığı öneriyle, aralarından seçecekleri bir komutana bağlanmayı kendi ‘şeref ve onuruna’ yediremeyen aşiret bilinci, bir başka yabancı gücün altında birlik olmayı kabul ediyordu. (s. 149, s. 160)
Bu durumda, Machiavel’in dile getirdiği siyaset sanatının, Osmanlı tarafından da uygulandığını görüyoruz. ‘Güçsüzleri, güçlerini arttırmadan koruyunuz. Güçlülerin gücünü azaltıcı operasyonlar yapınız’ (s. 149-150)
Kürd mirlerinin Kürdistani olmayan bu tutumlarını, süreci yönetme kabiliyetlerinin eksikliğini, Tarih Okumaları Kürdlerin Hikayesi kitabında İbrahim Küreken de dile getirmektedir. ( İBV Yayınları, Haziran 2022, s. 287-289)
Hasan Yıldız, kitabının ‘İstila ve Fetihlerin Kürt Toplumu Üzerindeki Yıkıcı Etkileri’ bölümünde (s. 200-2008) Kürd mirlerinin, Kürd aşiretlerinin tutumları dile getirmektedir, eleştirmektedir. Kürdler, Kürdistan’a yapılan herhangi bir saldırıda, birleşerek, birlikte hareket ederek saldırıları durdurma, saldıranları ülkelerinden kovma yerine küçük küçük parçalara ayrılarak, dağılarak savunmaya geçmektedirler, hedef çoğaltmaktadırlar. Bu tutum aşiretlerin varlığını sürdürmeleri için gerekli olabilir ama tutum devletleşme olanaklarını ortadan kaldırır. Bu süreçte Kürdler yerel yerleşim alanlarını da birbirlerine karşı kıskançlıkla koruyorlardı. Ama, şu olgulara da işaret etmek gerekir: Kürdistan her zaman Asya çöllerinden kaçanlarla onları kovalayanların savaş alanı olmuştur. (s. 204)
Farklı bir düşünce için bk. Yusuf Ziya Döger, Kürd Aşiretlerinde Alan Koruma, Sitav Yayınları, Van 2021
***
Hasan Yıldız, Süleymaniye ile Barzan- Bexdinan arasında dikkate değer bir farklılık ortaya koymaktadır. Süleymaniye tarafının gerek Osmanlı döneminde gerek daha sonraki dönemlerde, devlet bürokrasisinde önemli görevler aldıklarını, Barzan-Bexdinan tarafının ise bürokrasi ile çok zayıf ilişkiler içinde olduğunu belirtir. Barzan-Bexdinan tarafının (s. 186, s. 230) Osmanlı’ya duyduğu güvensizlik nedeniyle, örneğin Hamidiye Alayları kuruluşunda yer almadığını vurgular.
Araştırmacı-yazar Hasan yıldız, çalışmasının ‘İlk Kürt Örgütleri ve Siyasal Yapıları bölümünde, dönemin Kürd aydınlarının birbirleriyle geçinemediklerini anlatır. (s. 264 vd. ) O dönem Mustafa Kemal’in en büyük çabasının ise, yabancıların, özellikle İngilizlerin ve Fransızların Kürdlerle uyuşmalarına engel olmak olduğunu vurgulamaktadır. (s.268)
İncelemenin Sonuç Yerine başlıklı bölümü, Proletarya/Küçük Burjuvazi/Lümpen Proletarya ve Siyasi Gruplar’ başlığını taşımaktadır. (s. 433-450) Bu bölümde PKK düşüncesi ve eylemleri eleştirilmektedir. Bu örgütün ‘Düşük Yoğunluklu Savaş’ konsepti içindeki yerine açıklık getirilmeye gayret edilmektedir.
Bu incelemenin sonuna konulan EK’in başlığı ‘Ukrayna ‘da Zaza Var mı?’ başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, Zazaların Kürdlerden ayrı bir halk, Zazaki’nin Kürdçe’den ayrı bir dil olduğunu dile getiren bir anlatım vardır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.