20 Nisan 2014 günü, 07:25 uçağına binmek için, İBV Başkanı İbrahim Gürbüz ile, İstanbul’da Atatürk Hava Limanı’na vardık. Biletlere, daha önceden bizi davet eden Kurdish-American Society tarafından alınmıştı. Biniş kartı almak için kuyruğa girdik.
Washington’da Amarican Üniversitesi Mustafa Barzani Graduate Peace Fellowship’de, Newyork’da Newyork The River Side Church’de konferanslar olacaktı.
Bir görevli kuyrukta bekleyenlerin pasaportlarını topladı. Bizim pasaportları da aldı. Uzun bir kuyruktu. Biz ortalarda bir yerdeydik. Görevli, bir süre sonra, İbrahim’le beni kuyruktan çıkararak bir bilgisayarın başına götürdü.
Kuyruktan çıkarılmamızı, ilkönce pozitif ayrımcılık olarak algıladım. “Bu kişiler, özellikle birisi, yaşlı başlı adamlar, ayakta bekleyip yorulmasınlar…” Durumun çok farklı olduğunu daha sonra anladım.
Bilgisayarın başındaki görevli güvenlikten söz ediyordu. ABD sınır güvenliğinden gelen bir ileti olduğunu anlatıyordu. O iletide, bizim uçağa bindirilmememizin istendiği vurgulanıyordu. İletiyi bize de gösterdi. İletide ikimizin adı vardı. “Bu iki kişi uçağa bindirilmesin…” deniyordu. Gerekçe yazmıyordu.
Güvenlikdeki görevli de, gerekçenin ne olduğunu bilmediğini söyledi. “Şimdi güvenlikle ilgili birimleri arayıp gerekçenin ne olduğunu soracağım” dedi.
Görevli on beş dakika kadar sonra, bize, “ilgili birimler de gerekçeyle ilgili bir şey söylemiyorlar, bu konuda konuşmuyorlar” dedi. Bilgisayarın başında iletiyi biz de gördük, ama iletinin bir örneğinin, bize verilemeyeceği söylendi.
Gerekçe ne olabilir? Uçağa bindirilmemenin nedeni ne olabilir? Bu konuyla ilgili olarak kısa bir değerlendirme yapmak gerekir kanısındayım.
1990’larda, yazılardan ve kitaplardan dolayı soruşturmalar, soruşturmalar sonunda davalar açılıyordu. Davalar, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası gereğince, 8. Madde dolayısıyla, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde açılıyordu. Aynı yazıdan veya kitaptan dolayı, TCK 159. maddesi gereğince, devlete, hükümete, orduya, parlamentoya vs. hakaret iddiasıyla, ağır ceza mahkemelerinde de dava açılıyordu. Aynı yazıdan veya kitap için, 5816 sayılı Atatürk’ü ve Eserlerini Koruma Kanunu gereğince, asliye ceza mahkemelerinde de dava açılıyordu. Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar olarak belirtilen bu kanun da etkili bir şekilde kullanılıyordu.
Yazı veya kitap yayımlandığında, ilgili gazete, dergi veya kitap hakkında çok kısa bir zamanda toplatma kararları da veriliyordu. Bu süreç 1990’larda, Yurt Kitap-Yayın’ı maddi bakımdan çok zor durumda bırakıyordu. Gözaltılar, tutuklamalar, cezaevi süreci yanında bir de, toplatmalar, dağıtım satış yasakları Yurt Kitap-Yayın’ı sarsıyordu.
Bu konular üzerinde, zaman zaman, arkadaşlarla sohbet ediyor, yayınevinin önünü açacak bir yol arıyorduk. Avrupa’yı, Avrupa’da bu tür ilişkilerin nasıl yürüdüğünü iyi bilen bir arkadaş bir öneride bulundu. “Kitaplarla, davalarla, toplatma kararlarıyla ilgili bir dosya hazırlayın. Bu dosyada, soruşturmalar, davalar hakkında, toplatma karaları, yayın ve dağıtım yasakları, satış yasakları hakkında etraflı bilgi verin. Bu dosyayı Ankara’daki elçiliklere dağıtın… Onlar bu kitaplardan satın alabilirler….”
1993 yılı, bahar-yaz ayları… Dosya hazırlandı. Dosya çoğaltıldı. Ankara’daki elçiliklere dağıtıldı. Ama bu dağıtımdan aylar geçmesine rağmen elçiliklerden hiç ses çıkmadı.
Bize bu öneriyi yapan arkadaşla ilişkilerimiz sürüyordu. Arkadaş bize yeni bir öneri daha yaptı. “İsveç hükümeti bu kitaplara ilgi duyabilir. Dosyayla birlikte, İsveç’de, bu tür konularla ilgilenen bakanlığa, Kültür bakanlığına bir set kitap gönderin. İsveç hükümeti bu kitaplardan külliyetli miktarda satın alabilir. İsveç, bu tür kitapları satın alıp kendi kütüphanelerin dağıtıyor. Kürt okuyuculara, Türk okuyuculara bu şekilde yardımcı oluyor…”
İsveç’e bir set kitap gönderildi. Sette, 1993 yılı bahar-yaz ayları dikkate alındığında 30 kadar kitap vardı. Ama aylar geçmesine rağmen, İsveç’ten de bir ses, bir haber çıkmadı.
1993 yılı Kasım ayı ortalarında, mahkumiyet kararlarından birkaçının onaylanması üzerine, İskilip’de tutuklanıp İskilip cezaevine konulmuştum. İki hafta kadar sonra, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ve öbür mahkemelerde süren davalardan dolayı, Ankara, Ulucanlar Cezaevi’ne nakil gerçekleşmişti.
1993 yılı sonunda, Yılbaşı’nda, İsveç’deki bir arkadaştan kart almıştım. Arkadaşa yazarken bu durumdan da söz ettim. İsveç’e, ilgili bakanlığa bir set kitap gönderdiğimiz, ama aylar geçmesine rağmen hiçbir haber çıkmadığını, kendisinin bu konuyla ilgili bilgisinin olup olmadığını sordum. Bu durumu soruşturup, bilgi vermesinin mümkün olup olmadığını sordum. Arkadaştan 20 gün kadar sonra bir mektup aldım.
Arkadaş, mektubunda çok dikkate değer, şaşırtıcı bilgiler veriyordu. Mektupda kısaca şunlar yazılıydı. “Bu kitaplar geldi. İsveç’te ilgili bakanlık, bu kitapların değerlendirilmesi için, orada yaşayan, gazeteci ve yazar Kürdlerden oluşan bir komisyon kurdu. Komisyondan, kitapları değerlendiren bir rapor istedi. Komisyon kısa zamanda, istenen raporu hazırlayıp ilgili bakanlığa sundu. Raporda kısaca, ‘İsmail Beşikci yazılarıyle, kitaplarıyle, teröre destek veriyor, teröre yardım-yataklık yapıyor…” deniyordu. Rapor olumsuz olduğu için, İsveç hükümeti bu kitaplardan satın almadı. Rapor olumlu olsaydı, bu kitaplardan külliyetli miktarda satın alıp kendi kütüphanelerine dağıtabilirdi…”
1990’lar böyle geçti. Kitaplarla ilgili davalardan, mahkumiyet kararlarından dolayı, Yurt Kitap-Yayın sahibi Ünsal Öztürk de bir süre cezaevinde kaldı.
1990’lar. Gerilla mücadelesinin sürdüğü bir dönem. Devlet, hükümet, Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili, yazıları, kitapları da “terör” kapsamında değerlendiriyor. Nisan 1991’de, eski TCK’nın, 141-142. Maddeleri yürürlükten kaldırılmış, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kabul edilmişti. Terörle Mücadele yasası 8/1 maddesiyle, Kürdlerle, Kürdistan’la, Kürdçe’yle ilgili düşünce açıklamalarına çok daha ağır cezalar getirmişti. Türkiye’nin “terör “olarak algıladığı olguları, ilişkileri ABD, Avrupa da “terör” olarak algılıyordu. Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, ABD, ifade özgürlüğüne vurgu yapıyorlar, Türkiye’yi bu yönden uyarıyorlar, eleştiriyorlar ama, Türkiye’nin, “terör” olarak algıladığı ilişikleri, süreçleri de aynen, Türkiye gibi algılıyorlardı. “Terör”den çok söz eden ABD’nin, devlet terörüne sınırsız destekler verdiği de izlenen gözlenen bir durumdu.
ABD’de sınır güvenliğiyle ilgili bir memur, Beşikci ile ilgili olarak böyle bir kayıt yapmış olabilir. “Bu kadar ağır cezalar almış bir kişi ağır bir suçludur. Terörle ilişkili bir suçludur.”
Uçağa bindirilmemenin önemli bir nedeni bu olabilir. Konsolosluk yetkililerinden, uçağa binmenin engellenmesiyle ilgili gerekçeler sorduğumuz zaman, onlar da buna benzer açıklamalar yapıyorlardı. “Bu tür kayıtlar, kolaylıkla konuluyor, ama bu kayıtları silinmesi çok zaman alıyor, zor oluyor. 2003’de Haluk Gerger de ABD’ye alınmamıştı. 1990’larda, Yeni Ülke, Özgür Gündem, Ülkede Özgür Gündem, Özgür Halk, Alternatif gibi gazetelerde Haluk Hoca da yazıyordu. Bu gazetelerde, Haluk Hoca’yla sütun komşusuyduk.
“Terör” algılamasıyla ilgili olarak iki farklı konuya da değinmek gerekir kanısındayım. 1990’larda, İsveç hükümetine, “Beşikci yazılarıyle, kitaplarıyle teröre destek veriyor, teröre yardım-yataklık yapıyor…” diye rapor hazırlayan kişilerin bazıları 2000’lerde, PKK’de, itibarlı, saygın kişiler oldular.
1990’larda, 2000’lerde, “terör”den sık sık söz eden, “terör”e karşı olduğunu vurgulayan, ABD’nin, Avrupa’nın da böyle yapmasını isteyen Türkiye, Mart 2011’de başlayan Suriye olayları sürecinde, el-Kaide, el-Nusra, Irak-Şam İslam devlet (İŞİD) gibi, dünyada etkili devletlerin, örgütlerin “terörist” kabul ettiği örgütlere yardım etmeye başladı. Türkiye, bu tür İslami örgütlere maddi ve manevi yardımlar yaparak, Kürdlerin Suriye’de özerk bölge kurmalarını engellemeye, bu süreci etkisiz bırakmaya çalışıyor. Bu da farklı zamanlarda ve mekanlarda, “terör” ilişkilerinin farklı farklı anlamlar kazandığını bir göstergesi oluyor.
* * *
ABD ülke güvenliğini sağlamak için, sınırlarında, el-Kaide gibi örgütlere karşı önlemler alabilir. Ama bunun için ifade özgürlüğünün zedelenmemesine dikkat etmek bu konuda çaba göstermek çok önemli olmalıdır. Bizim olayımızda ise, ifade özgürlüğü temel ilkesi korunmamış büyük bir yara almıştır. 1990’larda, bize verilen cezalar yayımlanan kitaplarla, yazılarla ilgilidir. Bunu dikkate almadan, “ilgili kişi çok ağır cezalar almış bir kişidir, ağır bir suçludur” demek, süreci “terör” kavramıyla ilişkilendirmek sağlıklı bir tutum değildir.
1980’lere, 1990’lara, 2000’lere bakıldığı zaman, Kürd/Kürdistan sorunuyla ilgili kitapların, yazıların, “terör” süreciyle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bu, şüphesiz, çok yanlış bir algılamadır, çok yanlış bir tutumdur. İfade özgürlüğünü çiğneyen, zedeleyen bir tutumdur. Bugün, Kürd/Kürdistan sorunu sadece Türkiye’nin, sadece Irak’ın, sadece Suriye’nin, İran’ın bir sorunu değildir, genel olarak Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun bir sorunudur Kürdistan’daki zengin doğal kaynaklar nedeniyle Avrupa’nın, ABD’nin, dünyanın bir sorunudur. Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, başlı başına bir sorundur. Bu sürecin, bilimin, siyasetin, diplomasinin kavramlarıyla açıklanması önemlidir.
İfade özgürlüğü ilkesinin dinamik bir şekilde yaşama geçirilmesi, pürüzsüz bir şekilde işlemesi bunun için gereklidir. İfade özgürlüğü, sadece Türkler için, Kürdler için, Türkiye için Kürdistan için değil, İngilizler için, Fransızlar için, Birleşik Krallık ve Fransa için de gereklidir. İfade özgürlüğü anlayışı ABD için, Amerikalılar için de gereklidir.
ABD hükümeti, her yıl, çeşitli ülkelerde insan haklarının durumlarıyla ilgili, bu ülkelerde, ifade özgürlüğü ilkesinin nasıl yaşandığıyla ilgili raporlar yayımlamaktadır. Freedom House benzer nitelikte raporlar yayımlamaktadır. Bu sürecin, pürüzsüz etkili bir şekilde yaşanması için ifade özgürlüğü ilkesine başta, ABD’nin riayet etmesi gerekir. Başta ABD’nin ifade özgürlüğü ilkesini etkin bir şekilde koruması gerekir. Bunun için de “terör”le düşünce açıklamaları arasındaki ayrıma özen göstermek önemli olmalıdır. Hem Kürdleri/Kürdistan’ı baskı altında tutan, devletlerin “terör kriterlerini benimsemek, hem de ifade özgürlüğünü savunmak mümkün değildir. Kürdleri/Kürdistan’ı baskı altında tutan, Kürdistan’da devletlerarası sömürge yönetimim kuran devletlerin “terör” ve ifade özgürlüğü anlayışlarını eleştirmek de bu eleştirileri sürekli kılmak da önemli olmalıdır.
ABD Anayasası, ifade özgürlüğü üzerine kuruludur. Anayasa’da 1791 yılında yapılan bir değişiklik ile, ifade ve basın özgürlüğünü sınırlayacak bir yasanın yapılamayacağı hükme bağlanmıştır. Uygulamada da bu temel ilkeye dikkat edilmesi bu temel ilkeden taviz verilmemesi önemli olmalıdır.
11 Mayıs 2014 Pazar
[email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.