1940’ların sonlarında 7-8 yaşlarında bir çocuktum. O dönemlerde, aileler çocuklarına, sokaktan, mahalleden izinsiz ayrılmamamız gerektiğini sık sık hatırlatırlardı. Bağlarda, bahçelerde yamyamların dolaştığı, yamyamların yakaladıkları insanları kazanlarda kaynattıkları suyun için attıkları, pişirdikleri, yedikleri anlatılırdı. Kızılbaşların yakaladıkları çocukları torbalarına doldurup götürdükleri, saç üzerinde kızarttıkları söylenirdi. Bu korkutmalı anlatımlar özellikle biz çocuklar üzerinde çok etkili olurdu. Herkes birbirlerine, mahallede, sokakta, yamyamlardan, kızılbaşlardan vs. söz ederdi. Bazan ortalıkta, çok mübalağalı söylentiler de dolaşırdı. Falancanın, falan-filan derebaşında yamyamlarla karşılaştığı, onlardan kurtulmak için ne marifetler yaptıkları o kişiye duyulan hayranlıkla konuşulurdu.
Okulların da tatil olduğu sıcak bir yaz gününde, sokakta oynarken, arkadaşlardan biri ‘Boşçakavak tarafına gidelim, orada kuş avlayalım…’ , şeklinde bir öneri ortaya attı. Birkaç arkadaş daha bu öneriyi destekledi. Sonra, hep birlikte, toplanıp, kimselere haber vermeden, Boşçavak’a doğru yollandık. Ali, Kemal, Mehmet, Hüseyin, Cafer, Seyid, Mesut, Yaşar, Ahmet, Halid, Küçük Hüseyin, Küçük Mehmet, 12-13 çocuk vardık. O dönemde, bizim mahalle ile Boşçakavak Deresi arasında 2 km. kadar mesafe vardı. Yol, doğal olarak, inişli çıkışlı bazen genişleyen, bazen daralan toprak bir yoldu. O yıllarda, Elekli, Bağözü, Oluklu, Musular, Çağılardı yörelerine gidebilmek için de, Boşçakavak Deresi’ni geçip, dağları, tepeleri aşmak gerekirdi. Derenin her iki tarafında da üzüm bağları vardı. Bağlarda, kayısı ve zerdali ağaçları da çoktu. Boşçakavak susuz bir dereydi. Kuşburnu çalılıkları arasında serçeler yuva yapmıştı. Kargalar, saksağanlar, çoktu. Gökyüzünde durmadan akbabalar dolaşırdı. Çalılıkların dibinde kertenkeleler, yılanlar akar giderlerdi. Tosbağa dediğimiz kaplumbağalara her tarafta rastlanırdı. Çalılıkların dibinde, durmadan karıncalar kaynaşırdı. Çalılıklarda kuş yuvaları, yuvalarda kuş yumurtaları sık sık görülürdü.
Derede bir aşağı bir yukarı dolaşırken, kuşlara, kuş yuvalarına sataşırken birdenbire bizim sokaktan, Ahmet Emmi’yle karşılaştık. Ahmet Emmi’nin de Boşçakavak Deresi’nde üzüm bağı, bağda kayısı, armut ağaçları vardı. Oğlu da 12-13 çocuk arasındaydı. Ahmet Emmi bize çok kızdı. Bizi toplayıp bağırmaya-çağırmaya başladı. ‘Neden buralara geldiniz?’ ‘Kimden izin alarak buralara geldiniz?’ ‘ Ya sizi yamyamlar kaçırırsa…’ ‘Ya sizi kızılbaşlar torbalarına koyup götürürlerse…’ Biz çocuklardan hiç ses çıkmadı.
Ahmet Emmi, böğürtlen çalılıklarından iki çubuk kesti. Bizi sıraya dizerek, bu dikenli çalıdan tutmamızı istedi. Bu şekilde bizi bağlamış oluyordu. Yanında ip, ince urgan vs. olsaydı, şüphesiz onlarla bağlardı. Biz bu şekilde Boşçakavak Deresi’nden çıkarıp mahalleye, sokağa kadar getirdi.
Bizim sokakta, bulgur, keşkek dibeğinin etrafında kadınlar oturuyordu. Kadınlar, bizi bu şekilde görünce, ‘Nerelerdeydiniz, kimden izin alarak sokaktan, mahalleden ayrıldınız?... diyerek bize çıkışmaya, ‘İyi ettin bu feşelleri, yaramazları yakalayıp getirdin Ahmet Efendi…’ diyerek Ahmet Emmi’ yi övmeye başladı…
Ahmet Emmi Algısı
O gün Ahmet Emmi’yi ulaşılamaz, görkemli bir kişi olarak algıladım. O ses, o vücut yapısı, o yaş… O görkem karşısında, ben de öyle olabilir miyim, ben ne zaman öyle olabilirim gibi durumları tahayyül bile edemiyordum. 1950 lerin sonlarında, 1960’ların başlarında yaş konusunun bilincine vardığımda, Ahmet Emmi’nin o dönem 37-38 yaşlarında olduğunu farkettim.
Ben bugün 83 yaşındayım. 7 Ocak 2022’de 83 yaş tamamlandı, 84’den gün almaya başladım. Ama ben kendimi hiç görkemli hissetmiyorum. Herkes bana kolayca ulaşabiliyor. Daha önemlisi, başkaları da beni öyle algılamıyor. 12 sene kadar önce, İskilip’de bir akşam vakti, evde oturuyorduk. Oturduğumuz salon geniş. Çocuklar ortalıkta koşturup duruyorlardı. Onlardan birine, Hakan bana bir su versene dedim. ‘Amca’ dedi. ‘Sen suyun nerede olduğunu bilmiyor musun?’ Bana mutfağı, mutfaktaki masa üzerinde bulunan sürahiyi gösteriyor. ‘Mutfağa git suyu bul ve iç…’ dercesine. 8-9 yaşlarında bir çocuk. Büyük ağabeyimin torunu. Bu yeğenimin anası-babası o zamanlar 40 yaşlarındaydı. Onlara desem bu tür hizmetleri anında yerine getirirler. Ama çocukları yapmamak için diretiyor.
Yine o yıllarda, İskilip’de bir gazete almak için çarşıya gidecektim. Baktım tam bizim sokak kapısının önünde kadınlar oturuyor. Kimisi sebze ayıklıyor, kimisi pirinç ayıklıyor, kimisi dantel örüyor vs. Onları rahatsız etmemek için kapıdan dışarı çıkmadım. Sokakta oynayan çocuklardan birine bir gazete almasını rica ettim. Çarşı bizim eve çok yakın. 100, 150 metre ilerlediğiniz zaman, çarşıyı da buluyordunuz, gazeteciyi de… Benim sokak arkadaşımın torunu oluyor. O da 8-9 yaşlarında bir çocuk. O çocuğa gazete parası vermeye çalışırken, çocuk, ‘ben gitmem, ben oyundayım, oyunda çıkarsam arkadaşlar bir daha beni oyuna almaz…’ dedi.
Kapının önünde oturan kadınlar arasında bu çocuğun anası da vardı. O da oğlunu çekiştirerek, ‘oyun neymiş ulan… Çabuk İsmail amcanın dediği gazeteyi al gel…’ diye söylendi., O çocuk, ‘İsmail amca kendi gitsin gazetesini alsın, çarşı neki iki adımlık yol, ben oyundayım… demeyi sürdürdü.
Bu olayları, beni neden görkemli görmeyenleri eleştirmek için değil, sosyal değişimi, ruhsal değişimi göstermek için anlatmaya çalışıyorum. 1940’ların sonlarında, yukarıda sözünü ettiğim Ahmet Emmi, evden sokağa çıkıp çarşıya pazara yollandığında, biz çocuklar sokakta hemen bir kenara çekilirdik. Ahmet Emmi, sokağın ortasındaki ‘şu taşı kaldırın duvarın dibine koyun’, ‘’şu ekmek kırıntısını alın duvarda kerpiçlerin arasına koyun’ vs.. dediğinde, üçümüz dördümüz hemen koşarak bu istekleri yerine getirmeye gayret ederdik.
***
İki ağabeyim vardı. Biri 1921 doğumlu, biri 1930 doğumluydu. Ablam da 1936 doğumluydu. Bugün üçü de yaşamıyor. Ablam 1999’da vefat etti. 63 yaşındaydı. Ağabeylerimin ikisi de 81 yaşında vefat ettiler. Babam 1979’da vefat ettiğinde 79 yaşındaydı. Anam 1987 de vefat etti. 89 yaşındaydı. Büyük yengem, 1996 da vefat ettiğinde 83 yaşındaydı. Küçük yengem yaşıyor, 88 yaşında. Hasta. Evde oğlunun yanında kalıyor. Eniştem 2007’de vefat etti. 73 yaşındaydı.
İskilip’e gittiğimde, terminalde, beni küçük ağabeyim karşılardı. Otobüsten indiğimde, ağabeyim hemen valizlere sarılmaya çalışırdı. Eğer bir valiz varsa kendim taşırdım. Ağabeyimim taşımasına engel olurdum. İki valiz varsa birini ağabeyim taşırdı. Terminalden eve yürüyerek gelirdik 250- 300 metre civarında bir yol. Yol rahat, yoğun bir trafiği yok.
İki ağabeyimin de yetişkin oğulları vardı. Bir ara Karayollarında yol yapım işlerinde çalışmışlardı. Onlar da zaman zaman, Çorum’dan, Ankara’dan başka şehirlerden İskilip’e dönerlerdi. Onları da terminalde babaları karşılardı. İkisinin de, bir de olsa, iki de olsa daha fazla da olsa, valizlerini babalarının taşıdığını farkettim. Birgün onlardan birini, Valizlerini neden kendin taşımıyorsun, neden babana taşıtıyorsun, diye eleştirmiştim. ‘Babam kaptı, vermedi. Zaten 250 metre yol, ne olacak…’ demişti.
Yeğenler, arkadaşları onları görüp ‘hamal gibi valizlerini taşıyor’ demesinler diye öyle yapıyorlardı. Ama valizlerini babalarının taşımasından rahatsızlık duymuyorlardı.
Yamyamlar, Kızılbaşlar
Yukarıda sözü edilen Yamyamlar, Kızılbaşlar sözcükleriyle ilgili küçük bir açıklama yapma gereğini duyuyorum. 1950’lerin sonlarında, 1960’ların başlarında, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciyken, ‘Yamyamlar’ kavramının Kenya Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’yle ilgili olduğunu farketmiştim. O yıllarda Cezayir halkının, Fransa’ya karşı yürüttüğü Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sürüyordu. Bu mücadele lehine, Fransa aleyhine, sık sık yürüyüşler yapılırdı. Konferanslar paneller düzenlenirdi. Demokrat Parti hükümetinin tutumu tam ters yöndeydi. Hükümet Fransa’yı destekliyor, Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni gerçekleştirenleri ‘eşkıya’ olarak değerlendiriyordu. Bu konferanslar, paneller sırasında, Kenya, Tanzanya, Zaire, Gana, Senegal, Zambiya, Zimbabve gibi Afrika sömürge halklarının Ulusal Kurtuluş Cepheleri hakkında da bilgilerimiz olur, gelişirdi.
Kenya Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne katılanlar, 1940’ların sonlarında, Nairobi caddelerinde, İngiltere’ye karşı Mau Mau sözcüklerini bağırarak yürüyüş yapıyorlardı. Bu sözcükler, Türk basınına ‘yamyamlar’ olarak yansımış. Bu sözcüklerin , Kenya, Kiyuki dilinde ‘Çık git!...’ anlamına geldiğini çok daha sonraları öğrenmiştik.. (bk. Baskın Oran, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Modeli, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı, Ankara, Ocak 1997, s. 149-153)
Kızılbaşlar kavramının bilincineyse, çok daha sonraki yıllarda varmıştım. İskilip’de, Belediye’nin hemen yanındaki caddede, Salliler Başı’na doğru, Çarşamba günleri Kadınlar Pazarı kurulurdu. Köylü kadınlar, köylerinden getirdikleri, yumurta, peynir, meyve kurusu, yoğurt gibi ürünlerini satmaya çalışırlardı.
Çok sonraki yıllarda İskilip’in iki Alevi köyü olduğunu farkettim. İkisi de dağ köyüdür. Bu köylerden de kadınlar gelir, Kadınlar Pazarı’nın bir köşesine ilişmeye çalışırlardı. Ova köylerinden gelen kadınlar pazara iyice yerleşir, ‘şu fiyattan aşağı olmaz’ diyerek çatır çatır pazarlık yaparlardı. Alevi köylerinden gelen kadınlar kimseyle pazarlık yapamazlardı. Onlardan ürün alanların çoğu istedikleri fiyatı verir çeker giderlerdi. Çok masum insanlardı. Çocukları hep dizlerinin dibinde olurdu. ‘Çocukları torbalarına koyup kaçırırlar, saç üzerinde kızartırlar diye anlatılan Kızılbaşlar’ın da bunlar olduğunu farketmiştim.
*Bu yazı, 7 Ocak 2022’günü, İBV’nin kuruluşunun onuncu yılı kutlamasında yapılan konuşmanın güncelleştirilmiş bir versiyonudur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.