12 Eylül darbesinin estirdiği vahşetin kasırgasına, yüz binlerce insan gibi ben de o vahşet saçan kasırgaya maruz kalmıştım! 1984 yılında bir çok yara bere içinde kalışımla ceza evinden çıkıp, kendimi sürgüne hayatına sevk edecek yollar aramaya başladım! Zira Kürt gençlerin önüne üç seçenek sunulmuştu:
Birinci seçenek cezaevinde her türlü onursuzluğa maruz bırakılıp dışkı yedirilmeye kadar varan muamele görmeye devam! İkinci seçenek ise ceza evinden çıkıldığı halde, kafana sıkılacak derin devletin derinleşen kurşunu an be an beklemekti.
Üçüncü seçenek ise, uğruna bedel ödediğin topraklardan kaçıp tüm sevgi bağlarını arkada bırakıp gitmekti. Üçüncü seçenek her ne kadar dolu dizgin acılarla geçeceğini çok net tahminlere açık olduysa da bahsi geçen üçüncü seçenek insana daha cazip geliyor gibiydi.
Ben de bir çok dost ve arkadaşım gibi, sürgün hayatını yaşama seçeneğine sarılmıştım. 1985 yılında Almanya’ya geçip, başka acılarla tanışmaya başladım. Tam otuz kusur yılına tekabül eden bu sürgün yaşamın tattırdığı acıları anlatmak kolay değil! Canımı bir nebze bile olsa kurtarıp rahatladım dediğinden hemen sonra arkası kesilmeyen acılar kapını çalmaya başlıyor!
Yaşamın kahrolası bir cephesinden nispî rahatlıklar yaşanacak bir başka kahrolası cephesine transfer olmuştum evet! Ama gel gelelim ki, elin kolun bağlı acı haberleri duymakla çaresiz kalmanın hikayesi bir başka şekliyle can acıtıyordu. BBC bülteninde kardeşinin öldürüldüğü haberini duymakla yaşamın bir başka cephesinde yepyeni bir yaşam savaşımın içinde olduğunun çaresiz kalışına tanıklık ediyorsun hemen!
Evet, 12 Eylül vahşetinden kurtulmuş sürgün hayatını yaşamaya başlamıştık başlamasına ama ne yazık ki, öldürülen kardeşinin cenazesine, ölen ananın cenazesine, ölen babanın ve daha nice sevdiklerinin cenazesine katılmama kahrı bile varlığına musallat olan 12 Eylül vahşetini aratmıyordu acılar!
Bu yazımdaki amacım, sürgün hayatımla başlayan acılarla siz dostlarımın kafasını şişirmek değildir! En iyisi sürgün hayatıma ilk başladığım günlerde tanıklık ettiğim bir anımla siz dostlarımla sohbetime devam edeyim.
İltica kampındaydık tanıdık bir aile dostu kampa gelerek hafta sonu evinde bizi ağırlamak için kampın yetkililerden izin aldı. Dostumun kaldığı yerle kampın mesafe arası yüz eli kilometre civarındaydı. Bürokratik işlemlerle başlayan imzalar ve sair formalitelerle geçen zaman akşamı işaret eden karanlık çökmüştü.
Yola çıktığımızda yağmur delicesine yağıyordu. Yaklaşık elli altmış kilometre yol almıştık. İtfaiye arabalarına benzer bir kaç araba, ellerinde el fenerleri olan yirmi otuz insan yolun kenarında bir şeyler arıyor gibiydiler. Akşamın bu saatinde bu kadar araba ve bu kadar insan bu yol kenarında neyi arıyorlar diye meraklanmıştım. Aile dostuma dönüp "hayırdır bunlar ne kaybetmiş ki bu yağmurda arıyorlar?" diye sormuştum.
Aile dostum bana dönerek gülümsedi "hatırlıyor musun çocuk iken seninle derenin kenarına gidip oturuyorduk ve önümüze taşları dizip başını kaldıran kurbağalara atıyorduk, aha ben vurdum aha sen vurdun yarışına giriyorduk." Biraz şaşırmıştım açıkçası, bu arabalar bu insanlar bu yağmurda ne arıyorlar diye soruyorum dostum bana gençlik hatıratlarımızdan bahsediyor diye.
İyice şaşırdığımı anlayınca: "Bak Hüseyin, biz kurbağanın başını her sudan çıkardığında başına taşı indiriyorduk. Buradaysa bu kadar araba, bu kadar insan kurbağaların yağmurdan kaçarak yola çıkıp arabaların altında kalmasınlar diye uğraşıp kurbağaların hayatlarını kurtarıyorlar. Yani anlayacağın gün be gün ileri toplumlarla geri kalmış toplumların farkını göreceksin hazırla kendini" dedi.
Açık ve net söylemek gerekirse sürgün hayatımızla bin bir acılar yaşadığımız halde, insan olmanın bin bir erdemiyle de tanışmış olduk. Velhasılıkelam, sürgün hayatımızla bin bir acılar yaşadık ama ileri toplumların insani meziyetlerinden de alabildiğince faydalanıp bir şeyler öğrendik. Yani sözün kısası, acılar bizden bir şeyler alıp götürüyordu ama ileri toplumların doğayı koruma erdemleri, insan haklarını ihtiva eden kültüründen de bir şeyler alıyorduk.
Kim bilir belki bir gün, serce kuşundan tutun diğer tüm canlılara karşı barbarlığımızı bizden sonraki kuşaklara ders mahiyetinde yazıp bırakırız.
HÜSEYİN AKINCİ
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.