Otuz Haziran günüydü… Duygu dünyam beni duygusal denizlerin dibine gömecek kadar yoğunlaşmıştı. Akşama doğruydu, güneş gün bitimin hazırlığındaydı ve evrenin prensesi olan güneş batışa yönelerek yaşattığı yaşama el sallar gibi başka bir zamanda, başka bir doğuşa gülümsüyor gibiydi.
Duygularım ise depreşmiş evrenin nazlısına dahi bakacak gibi değildi, göz kirpiklerim akan gözyaşıma set olmaktan aciz kalmıştı. Hafif esen rüzgârın sesi benimle sohbet etmek istiyormuşçasına beni çağırıyor. Kulağıma ha bire bir şeyler söylemek istiyor gibi. Ve her ne kadar rüzgârların arkasına takılan biri olmasam da bu kez rüzgârın sesine kulak vererek kendimi dışarıya atıp insan ve arabaların seslerinden uzaklaşmıştım.
Saçları kırlaşmış, hafif sakallı, aksak yürüyen yaşlı bir amca ağacın altındaki taşa oturmuş ağacın dallarıyla sohbet ediyor gibi duruşu dikkatimi çekmişti. Ara sırada sohbeti kesip bastonunun ucuyla toprağı çimdikliyordu. Kim bilir belki de toprağa gömülen asırların, sırların ya da bu kadar da yeter diye gömdürülen doğruları arayıp çıkarmak istiyordu. Ya da altında oturduğu ağacın toprağa saldığı kök damarlarını bulup kendi kökünün tarihi damarlarını hayal ederek duygular dünyasına yelkenleri açmak istiyordu.
Ağacın gövdesi ile başlayıp dalları ile sohbeti ise gövdesinden kuvvet alarak yeni dalcıklar üreten ana dallara nasihat eder bir edası vardı ya da aman ha aman ana gövdeni hesaba katmadan başınızı fazla havaya kaldırmayın rüzgârlar alır savurur demek istiyor gibiydi.
Daldan dala konan kuşlara bakışı ve gülümseyişi ise yaşlı amcanın kendi yaşam hatlarını bir film seyrediyor gibiydi. Sızlayan aksak dizini okşarken, aksak olmasına sebep olan nedenlere kafası takılıyordu.
Elleri ile beyazlaşmış saçlarına dokunuşu ise yaşanmış tarihi süreçlerin tanığısınız, der gibiydi. Ya da duygusal özlemlere yenik düştünüz, diye sitem ediyordu. Uzaklara hüzünlü bakışı ise geçmiş zamanın hatalarını yargılıyor gibiydi. Ya da uzağı daha da uzaklaştıranlara beddua ediyordu.
Sağını solunu hafiften süzmesi ise olup bitenlerden haberdar olmak istiyor gibiydi, ya da çözüm ile açılımlar hakkında beyin jimnastiği yapıyordu. Bastonuyla toprağa sert vuruşu ise yanlış üreten yanlışlara müdahale etmek istiyor gibiydi ya da yanlışların analizini yapan anayı Star Anaya şikâyet etmek istiyordu.
Yaşlı amca gerek vücut dili ile gerekse vücut hareketleri ile yalın dilden daha net bir şeyler anlatıyordu ya da onu öyle anlamak istediğim için ben böyle anlıyordum. Yaşlı amcanın duruşundan bir ara kopup kendimi yoklamıştım. Kendime gelmiş duygusal dünyamdan çıkmış, hayatın acı ve tatlı yaşamına dönmüştüm.
Yaşlı amcanın yaşamı veya yaşatılan bir yaşamın canlı tanığı değil mi diye düşünmemle selam verip yani başında oturuverdim. Başını iki elinin arasından havaya kaldırıp sevecen bir gülümsemeyle selam verip bastonunun ucu ile toprağı tekrar çimdiklemeye başladı. Ama ben niyetimi bozmuş her saç telinin altında tarihi süreçlerinin gizli olduğunu düşündüğüm bu amca ile sohbet edecektim.
‘’Hayırdır amca bastonunla toprakla kavga eder gibisin’’ dedim, ‘’bakışlarınla da derinlikli bir özlemin çok uzağındasın gibi.Ağaca bakarak gülümseyişin kendi köklerinin tarihi yollarında gezinti yapıyormuş gibisin. Ayağının tabanı ile toprağı rendelemeye çalışman yaramazları ayıklayıp atıyor gibisin. Başını iki elinin arasına almanı geçmiş ile gelecek köprünün ayaklarının yerini düşünüyor gibisin.
’’ Arka arkaya sıraladığım Soruların hemen arkasından yaşlı amca derin bir nefes alarak göz mimiklerini göz mimiklerime dikti: ‘’Bak yeğenim’’ diye söze başladı. ‘’Dün köklerimin tarihsel sürecinde tarihsel bir gündü. Mazlum bir halkın sahsında Şeyh SAİT ve arkadaşlarının idam ediliş tarihiydi; köklerinin ahenk taşlarına yabancılaşanlara ya da yabancılaştıranlara kafam bozuluyor. Sanki damarlarımda dolaşan kanım yavaşlıyor. Yani anlayacağın yeğenim bir dilim varsaydı da konuşsaydım ama ne yaparsın dillerimizi kilitleyen o kadar sorunlarımız var ki haydi boş ver diyorsun, sonrasında da kendinle savaşıp duruyorsun.
İnanır mısın yeğenim kanadı kırık nazlı güvercinim olmasaydı alır başımı giderdim. Şu görülmeyen uzaklara, güvercinim narindir zariftir ve çok nazlıdır, geçenlerde neslini devam ettiren binbir görünümlü ahtapotların saldırısına uğradı. Allah\'tan bir kanadı kırık kurtuldu ve ben hep kendimi suçladım, kendimi yedim bitirdim. çünkü kapıyı açık bırakmıştım. Yoksa gitmek istemez miydim ana kokulu anamın mezarına ya da onurun prensi olan kardeşimin kabrine? İstemez miydim gideyim kadı Muhammed Mustafa Barzani, Şeyh Mahmut’u ve Seyit Rızanın mezarına gitmeyi ve bu kahır dolu gözyaşlarımla mezarlarını süsleyerek onlara hayat vermeyi? Ama gidemiyorum işte, kanadı kırık nazlımı bırakamıyorum.’’ ‘’Gözlerimin derinliklerinde saklı tutulan kahramanların kahramanlıklarına olan bağımlılığımı bırakamadığım gibi anlayacağın yeğenim bir ulusal davanın davetçisiyiz diyeceğiz. Diğer tarafta da bu dava için inanılması güç kahramanlıklar yapanları yıllar yılı unutmakla kalmayıp bu mazlum halkın evlatlarının gözünde uzak tutmaya caba göstereceğiz, ama başkalarının kahramanlarına methiyeler düzeceğiz, onun için bu yaşlı yüreğim artık dayanmıyor.
Yaşlanmanın ötesindeki merdivenlere yolunu çeviriyor, inanır mısın dünyanın öbür tarafına göç etmekten değil ama gözümün açık gitmesinden korkuyorum. Kırık kanadıyla arkamda bırakacağım nazlı bir güvercin ve bunca kahramanlık yapan kahramanlarımıza bıyık altı bir bakış ortadayken, onun için yüreğime ha biraz daha dayan diye yalvarıyor.’’ ‘’Bilmem duydun mu Şeyh SAİT darağacına giderken söylediklerini? ‘’Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden pişman değilim. Yeter ki torunlarımız bizi siz düşmanlarımızın önünde mahcup etmesinler’’ demiş. Azadi Derneğinin kurucusu ve aynı zamanda ayaklanmanın siyasal önderi Halit Cibrani de darağacına giderken şöyle der: ‘’Karşınızda yalnız değilim, arkamda mazlum Kürt halkı var. Evet, bugün beni asarsınız ama yarın torunlarımızın da sizleri asacaklarından hiç kuşkum yoktur.’’ Şeyh Abdulkadir ise düşmanların gözüne bakarak; ‘Zaten sizler yakma ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz ama bilmelisiniz ki dehşetinizle şan ve şeref kazanamazsınız’’ der. Anlayacağın yeğenim Yusuf, Ziyalar, Doktor, Avukatlar gibi daha nice kahramanlar düşmanın kurduğu darağaçlarına başı dik onurluca yürüdüler.’’ ‘’Ama biz ne yapıyoruz? Bu yüce destansı kahramanların ulusal kurtuluş mücadelelerine kulp takmakla uğraşıyoruz. Daha da ileri giderek tavşana kaç tazıya yakala gibi ucuz basit söylemlerle başkalarının oyuncaklarıydılar gibi göstererek halkının gözünden düşürmeye gayret gösteriyoruz.
Yani anlayacağın yeğenim bu yapılanlar kanıma dokunuyor, dokundukça da tansiyonum havalara fırlıyor, kalbim ise güm güm ediyor. Yıllar yılı kendi kendime hep şunu sormuşumdur: ‘Neden kendi tarihimizden uzak, kendi geçmişimizden kopuk, kendi destansı destanlarımıza karşı mesafeli bir halk, bir gençlik yetiştirilmek isteniliyor’ diye. Evet, düşmanın bu yöndeki duruşunu anlamak mümkün ama bizden olanların bu yöndeki duruşlarını anlamak mümkün değil ve tam burada başlıyor ne içinler nedenler be yeğenim, bak yine geçti bir 29 Haziran sessiz sedasız sanki hiçbir iz bırakmamışçasına.’’ Yaşlı amca yüreğinin derinliklerinde hasara yol açan derinlikli yaralar, sitem dolu laflar dilini harekete geçirmişti. O kutsal ve kutsanmış ulusal değerlerin ideolojik argümanlara kurban edilişine içine sindiremiyordu. Düşmanların çokluğunu ve düşmanların binbir gizli ya da açık oyunların anlamını anlamlandırabiliyordu. Gel gelelim ki mazlum bir halkın ulusal söylemleri ile var olan kesimlerin ulusal değerlerini görmemezlikten gelinerek geçmiş ulusal mücadele süreçlerinin günah keçisi yapma çabalarına hiçbir anlam veremiyordu.
İşte bu anlamsızlık olacak ki yüreğini ve başındaki saçıyla kıyasıya savaştırdığı belli ediyordu, ama her zaman yüreğin zayıf düşmesi saçının da doğal renginden başka bir renge hızla gidişatını sağlıyordu. Kanadı kırık dediği nazlı güvercinin konumu ise içinde bulunduğu beyin ve bedensel çekişmelerin tuzu biberi olmuştu. Yaşlı amca ile ilgili düşündüklerimi kafamda geçirirken ‘’beni dinliyor musun yeğenim?’’ diyen sesiyle irkilmiş, tekrar konuştuklarına dönmüştüm. ‘’Biliyor musun yeğenim, hani deniliyor ya Şeyh SAİT ayaklanmasının arkasında şunun bunun parmağı vardır, ya da ulusal nitelikten daha çok dini motifliydi diyorlardı ya, bu neye benziyor biliyor musun en iyisi hiçbir şey söylememek.’’
Yaşlı amca içindeki birikimleri ortaya çıkarırken gecenin karanlığı iyice bastırmıştı, sivrisineklerin saldırısı ise ‘haydi yeter bu günlük, evinizin yolunu tutun artık!’ der gibiydi. Ama her nedense yaşlı amcaya ‘yeter geç oldu, kalkalım’ demek içimden gelmiyordu. Açıkçası ‘saygısızlık olur’ diye düşünüyordum, ama amca anlamış olmalı ki ‘’kalk gidelim yeğen zaten başını yeterince ağrıttım’’ demesi ile ayaklandık. Amcayı evimin balkonuna çaya davet ederek ayrıldım oradan. Bakalım amcanın gelişi nasıl bir şöhret atmosferini doğurur. Siyasal ve ulusal olumsuzlukların yarattığı yaralardan mı yoksa evrensel değerlerin en yüce harikası olan aşklardan mı? Ama ne olursa olsun bu amca ile sohbet etmek beni rahatlatacak. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.