İki boyutuyla gelişen bu süreçte, umut yolculuğuna çıkan Kürtlerle aynı duygular içindeydim. Güney Kürtlerinin elde ettiği kazanımlar, Kürtlerin bütünü için bir umuda dönüştürme şansı vardı. Böylesi bir süreçte siyasal hayatımda çok değer verdiğim ve abe dediklerim Ruşen Aslan'la Şerefeddin Kaya gibi Kürtlerin tarihsel mücadelesinde emeği geçen dostlarla, parçacılıklardan arınıp bütünleşerek bu kazanımların korunmasını fırsata çevirme önerilerine varım demiştim.
Amaç ben varım kararlılığından başka bir üretkenliğe işaret etmeyenleri bir araya getirtmekti. Amacım o süreçte Kürtlerin siyasi arenasında yaşanan gelgitlerle başınızı şişirmek değil elbet. Zira gel gidişlerle umudu kemiren umutsuzluğun boyutlarını anlatmaya ne sayfalar yeter ne de kocaman kitaplar!Çünkü Umudun palazlanarak yeşerdiği alan hemen yanı başında. Bir başka boyutuyla ortaya çıkan olumsuzluklar Kürt siyasetini belirsiz gel gitlerle oynatıyordu.
Umutla umutsuzluğun savaş alanına dönüştüğü böylesi bir dönemde, Güney Kürdistan’a geçmek için Şamdaydık.Mam Celal Talabani de, Tahran ve Ankara görüşmelerinin ardından Şam’a gelecekti. Tahran’daki basın açıklamasının temamı, İran devletiyle Kürtlerin tarihsel kardeşliğine ayırtmıştı. Ankara’ya geldiğinde de Osmanlı döneminden bugüne Kürtlerle Türklerin nasılda et tırnak olduğuna işaret ediyordu. Şam hava alanına indiğinde ise, Araplarla Kürtlerin tarihsel ilişkileri yere göğe sığdırmayan açıklamaları peş peşe sıralıyordu.
Mam Celal’in üç ayrı başkente her başkentin nabzına göre şerbet dağıtması benim ilk tedirginliğim olmuştu. Hem yaş itibariyle hemde siyasi donanımlık itibariyle birkaç basamak önde olan Abeler ise üç gün arayla üç başkente her başkentin beklentisine göre tavır takınmasını ''uluslararası diplomasi” yeteneğine bağlayıp hoşgörü yolunu seçiyorlardı. Sağolsun Şama indiğinde Şam’daki evine yemeğe davet etmişti bizi Mam Celal.Aşırı mütevazi oluşundan olsa gerek, sohbetin tadı ve anlamı bir başka aktığını herkes biliyor zaten.
Yıl 1988 olsa gerek Mam Celal ile ilk sefer Paris Konferansında birebir tanışma fırsatım olmuştu. Kürsüye çıktığında ağzından dökülen cümleler hemen her Kürt insanı umuda boğdurmuştu.Kek Mesut’un Konferansa yolladığı mesajla konuşmasına başlaması bile yepyeni bir umudun kapısını tıklıyordu. Dolayısıyla KDP ile YNK arasında yaşanan canacıtıcı badirelerden sonra kurulan bu kardeşlik köprüsü, aklı başında her aklıselim Kürt insanının geleceğe umutla bakmasına neden olmuştu.
AMA?
Ama ne yazık ki, Mam Celal’in ölümünün hemen sonrasında, raflarda duran ihanet virüsü hemen sahaya indi. Sonuç olarak kazanılmışlalar birer birer ihanetin çemberine alınmış oldu. Kerkük sendromuyla ortaya çıkan ihanetin yüzü ortaya çıktığında, aklı başında hemen her Kürd’ün gözü Sayın Mesud Barzani’yeçevrilmişti. Zira Kürtlerin birliği adına hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Sayın Barzani, asla ve asla yapılmış ve yapılacak ihanete seyirci kalmaz diye bir umut vardı.
Zira bizim gibi yüzlerce aydın Kerkük sendromunun yaşandığı ilk günlerde,ne pahasına olursa olsun çok ağır bir şekilde cezai müeyyideler devreye girmeli diye çağrıda bulunmuştuk.Hatta ihanete açılan kapının kapanmasını zamana havale edilmesi halinde,acık kapıdan girebilen başka ihanetlere çanak tutulur diye ikazlarımızı sürdürmüştük. Çünkü ihanete karşı gösterilecek en ufak bir tolerans, yarının büyük ihanetine zemin hazırlamaktan ötesi bir getirisi olmaz demiştik.
Peki ona buna değilde sadece kendi halkının hakkaniyetine dalkavukluk yapan bizim gibiler,başka bir şey söylemeyip bu söylediklerimizle mi kaldık?Hayır asla, zira Güney Kürdistan yetkililerle fırsat bulduğumuz her ortamda,şunun Peşmergesi, onun Peşmergesi ile devam eden siyasi hoyratlık, gün gelir tüm kazanımları bir çırpıda onun bunun sofrasına meze olacağını söyledik durduk. Hata biraz daha ileri giderek, böyle geliyor böyle gideceklere seyirci kalmak demek. Yarınla kapıları tıklayacak ihanet şuursuzluğunun suç ortaklığının tarafı olacağını da dilendirdik.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.