Türkiye’deki 31 Mart yerel yönetim seçimleri, büyük tartışmaların, olağanüstü hukuksuzlukların ve çifte standartların uygulandığı bir seçim süreciyle yaşanmaktadır. Özellikle Kürd seçmenlerin yaptıkları oy tercihleri ve yenilgiyi bir türlü hazmedemeyen iktidar çevrelerinin oldukça fazla gündeme gelip, konuşulduğu bu seçim sürecinde iki temel yaklaşım bir süre daha büyük bir hararetle konuşulacak gibi durmaktadır.
Bunlardan birincisi Kürd seçmenlerin ortaya koyduğu tepkiler ve davranış modeli, ikincisi ise AKP ve MHP’nin gerginlik ve ötekileştirme üzerinden yürüttükleri seçim kampanyasından neyi murad ettikleridir. Kürd seçmenlerin, ötekileştiren, aşağılayan ve inkara dayalı politikalara yönelik ortaya koyduğu net tavır, kesinlikle hem inkarcı hem de mağrur çevrelere yönelik bir kırmızı kart niteliği taşırken diğer yandan marjinal Türk solu ve PKK’nin esas aldığı şiddet politikalarını da onaylamadığı şeklinde ortaya çıkmıştır.
Yani Kürd seçmenler, ne güçlü olanların küçümseyen inkarını onaylamış ne de şiddet yoluyla Kürd’ün temsil edilmesine evet demiştir. Dolayısıyla, Kürd seçmenlerin ortaya koyduğu tavır hak, özgürlük ve barış temelinde veya yan yana dostça yaşama iradesi olarak algılanmalıdır. Bu anlamda, herkesin şapkasını önüne koyarak kızgınların kırgınlardan özür dilemeden ülkede barış ve huzurun ebediyen sağlanamayacağı bir anlayışı ve gerçeğini tüm toplum kesimlerine anlatılmalıdır.
Öyle görünüyor ki seçimin hemen arifesinde cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Kürd seçmenlerinin ortaya koyduğu tavrı doğru anlayarak ülkede var olan gerginliği bir nebze azaltmak üzere kızgın demiri soğutmanın gerekliliğinden bahsetmektedir. PKK ve HDP siyasetinin hendek ve barikat eylemlerinden sonra Erdoğan’ın zevahiri kurtarmak üzere MHP’nin kucağına kendini atarak mevcut ateşi söndürebileceği tezi tutmadığı gibi hemen akabinde 25 milyon Kürdü aşağılayan hatta düşman gösteren tavrı da sonuç vermemiştir.
Türkiye’nin uluslararası arenada ciddi bir kıskaca alındığı ve ülkede demokratik değerlerin oldukça fazla tartışıldığı ayrıca da ekonominin giderek kötüleştiği bir dönemde görünen o ki, Kürdler üzerinden Türk milliyetçiliği ve ırkçılığa dayalı söylem ve eylemler ülkeyi huzur ve refaha götürme yerine yaşamın tüm alanlarında oldukça fazla zora sokmuştur. Bu anlamda, kalıcı bir çare aranıyorsa bunun yegane yolu Türkiye’de her dört kişiden birisinin Kürd olduğu vatandaşlar arasında ayrımcı ve aşağılayıcı söylemlerden uzak durulmasıdır. 80 milyonun etnik köken gözetilmeden birinci sınıf vatandaş sayılmadığı bir ülkede huzur olmayacağı gibi dünya arenasında da güçlü olma şansı yoktur.
Sonuç olarak, 31 Mart yerel yönetim seçimlerinde partilerin ve grupların ne söylediği değil başta Kürd seçmenleri olmak üzere ülkede var olan sade vatandaşların ne söylediği önemli olmuştur. Aklı selim bir seçmen portföyüne sahip olan bir ülkede, vatandaşı tebaa sayma ve bir takım şeylere mecburmuş gibi anlayışı iflas etmiştir. Bütün bunlardan dolayı demokratik hak ve özgürlüklerin hakim olduğu bir anlayışı, devlet yönetmekte temel kriter olarak görmek artık bir zorunluluk haline dönmüştür. Her kesimin kendini özgür hissedemediği bir yönetim anlayışının kendisini gün gibi ortaya koyduğu bu dönemde çare demokratik özgürlükleri geliştirmek, evrensel hukuku uygulamak ve her kesimin kendini ifade edeceği bir zemini oluşturmak zorunluluk haline gelmiştir. Küresel güçlerin, az gelişmiş toplumlar üzerinde kendini var ettiği günümüzde zora dayalı bir anlayışla devlet yönetmenin imkanları ortadan kalktığı için yapılması gereken ayrımsız ve insanca yaşam koşullarını kitlelere sunmak olmalıdır.
Saygılarımla
M. Hüseyin Taysun
25.04.2019 / İstanbul
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.