Basına açıklandığı üzere on dokuz Temmuz 2022 günü Rusya, Türkiye ve İran devlet başkanları başta Ukrayna ve Suriye olmak üzere bölgemizde ki son gelişmeleri değerlendirmek ve bu gelişmelere karşı ortak bir tutum oluşturmak ve ayrıca da her üç ülkenin karşı karşıya oldukları problem ve tıkanıklıklara çözüm bulmak amacıyla İran’ın başkenti Tahran’da bir araya gelecekler.
Putin’in Rusya’sı, mollaların İran’ı, Erdoğan’ın Türkiye’si kendi ülkelerinde uyguladıkları otoriter ve saldırgan politikaları ve silaha harcadıkları büyük bütçeleri, ayrıca da kendi mevcut sınırlarını genişletmeye yönelik politikaları nedeniyle içeride büyük ekonomik zorluklarla karşılaşırken, özellikle batı dünyasıyla olan ilişkileri de giderek gerginleşmekte ve bu nedenle bahsi geçen üç devlet de önemli oranda ekonomik ve sosyal tecrit yaşamaktadırlar.
Putin’in Rusya’sı elinde bulundurduğu enerji kaynakları ve nükleer silahlarla, ABD ve batı dünyasını tehdit ederken, İran molla rejimi de çevre ülkelerden devşirdiği Haşdi Şabi ve Hizbullah gibi Şii milisler vasıtasıyla bir taraftan İsrail’i tehdit ederken, diğer taraftan da ABD ve batılı devletlerin Orta Doğu ve Arap yarımadasında ki çıkarlarına büyük zarar vermektedir.
Erdoğan’ın Türkiye’sine gelince NATO’da güçlü olan müttefik ordusu, ülkenin jeostratejik konumu ve yine İslam’ın radikal Sünni kanadında devşirdiği çeteler, Rusya ile geliştirdiği savunma iş birliği ile bir takım radikal ırkçı unsurlar tarafından Orta Asya devletlerinde kurduğu ilişkiler bir taraftan Kürd dünyasına büyük zararlar verirken, diğer taraftan hem İsrail’in hem de batı dünyasının adeta uykularını kaçırmaktadır.
Her üç komşu devletin genel durumu bu minvalde seyrederken, bahsi geçen devletlerin Tahran’da yapılacak olan zirveden beklentileri ne olacaktır. Elbette ki devletlerarası böylesi görüşmelerde herkes kendi ülkesinin ve mevcut iktidarlarının çıkarlarını önceleyen bir tutum sergileyeceklerdir. Ancak asıl sorun tarihin derinliklerine baktığımızda, birbiriyle ezeli düşman ve uzlaşmaz çelişkileri olan bu devletlerin birbirine bu denli yakınlaşmasını gerektiren asıl sebepler her ülkenin kendi ajandasında gizlidir.
Dönüp tarihi geçmişe baktığımızda bu devletlerin üçünün de Kürd halkının kendi coğrafyasında ciddi bir statü sahibi ya da bağımsız bir devlet sahibi olmaması konusunda, tartışmasız bir mutabakat içerisinde oldukları rahatlıkla görülecektir. Çünkü bahsi geçen bu üç devletinde Kürdistan topraklarının bir kısmını işgal ederek, kendi devlet sınırlarına kattıkları bilinen bir gerçekliktir. Kürd’leri ilgilendiren asıl konuyu böylece tespit ettikten sonra, bu üç devletin de Orta Doğu’da tek Yahudi devleti olan İsrail’in varlığına tahammülsüz olduklarını, 1947 – 1967 - 1974 Arap - İsrail savaşlarında ki tutumlarıyla açıkça görmüştük.
Bu devletlerin diğer bir ortak noktaları ise; başta İngiltere, ABD olmak üzere ve diğer batı dünyasının, birinci paylaşım savaşında ki hata ve yanlışlarından bir nebze uzaklaşarak, Kürd milli hareketlerine verdikleri destekleri sayabiliriz. Petrol ve enerji zengini Rusya ve İran’ın, dünyada ve Orta Doğu’da ki etkinliklerini arttırarak, enerji konusunda ABD ve batı dünyasının nefesini kesmeye çalıştığı bu sürece karşılık Batı dünyası ise Orta Doğu’da ki mevcut Kürd potansiyelini kullanarak, Rusya ve İran’ın hesaplarını boşa çıkarmaya çalıştıkları üzeri örtülemeyecek kadar açık, stratejik bir gerçekliktir.
Türkiye’nin burada ki çıkarı nedir derseniz, Türkiye’nin genel de birilerine işi düştükçe, ayıya dayı demesi Türk’lerin geleneksel karakterlerini ifade ettiği için, enerji ve tahıl ürünleri konusunda Rusya ve İran tarafından köşeye sıkıştırılmış olan Batı dünyasının Türkiye’ye muhtaçlığının artacağını düşünerek, T.C. Devletinin özellikle Kürdler konusunda ki isteyip bekledikleri tavizleri alabileceklerinin sinsi hesapları yapılmaktadır.
Ukrayna’da batağa saplanmış Rusya ve içeride ekonomik çöküntü ve sosyal kriz yaşayan İran ve Türkiye’nin, bu kritik süreçlerde birbirlerine destek olarak kendi rejimlerini ve iktidarlarını korumaya çalıştıkları gayet açıktır. Esasen bu devletler açıkça ifşa etmezseler de Kürd ve Kürdistan meselesi konusunda ki hassasiyetleri nedeniyle İran ve Türkiye için bu üçlü zirve son derece önemli bir yer tutmaktadır.
Biz Kürd’lere düşen görev, 19 Temmuz Tahran’da ki üçlü zirveyi yakından takip etmek ve muhtemel gelişmelere karşı uyanık olmaktır. Ayrıca zirvede ki sonuç ne olursa olsun, dört parça Kürdistan’da ki siyasi çevreler muhtemel gelişmelere karşı mutlaka sağlam ve doğru bir strateji geliştirerek Kürd halkının çıkarlarını savunmaya hazır olmalıdırlar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.